Marmara Denizi’ni kaplayan müsilaj, gelinen yerde Ege Denizi ve Karadeniz’i de tehdit ediyor. Türkiye genelinde son yılların en kurak iklimi yaşanıyor ve deprem riski hiç olmadığı kadar artmış bulunuyor. Bir tür kırmızı alarm sayılması gereken bu koşullarda bile sermayenin demir yumruğu Erdoğan, doğanın yıkımı ve talanı anlamına gelen “çılgın proje”si Kanal İstanbul sevdasından vazgeçmiyor. Kanal İstanbul için öne sürdükleri elle tutulur hiçbir mantıklı gerekçe yokken, geçtiğimiz haftalarda Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Adil Karaismailoğlu, Kanal İstanbul’un müsilajı azaltacağını, bu savına dayanak olarak ise Karadeniz’den akan suyun Marmara suyunun kalitesini arttıracağını öne sürdü. AKP-MHP iktidarının gözünü kâr ve rantın ne denli bürüdüğünü, Bakanın yaptığı anti-bilimsel açıklama bir kez daha gösteriyor.
Kanal İstanbul projesine, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) öncülüğündeki sivil toplum kuruluşları ve çevre örgütleri başta olmak üzere toplumun büyük bir kesimi karşıdır. Buna rağmen, AKP şefi Erdoğan geçtiğimiz günlerde Kanal İstanbul inşaatının başlatılacağını ilan etti. 26 Haziran’da da Kanal İstanbul inşaatının temel atma töreni yapıldığı öne sürüldü. Fakat daha sonra bunun, Kanal İstanbul inşaatının değil, “çılgın projenin” geçiş noktasında bulunan Sazlıdere Köprüsü’nün temel atma töreni olduğu öğrenildi.
Söz konusu törende konuşma yapan Erdoğan, bugüne kadar yaptıkları “icraatlarla” bol bol övündükten sonra, “Boğaz’dan 1930’lu yıllarda yılda ortalama 3 bin gemi geçiş yapıyordu. Günümüzde bu rakam 45 bine ulaştı.” bilgisini verdi. Boğaz’da hem kuzey-güney hem de doğu-batı istikametinde her sınıf ve kapasiteden çok yoğun bir gemi trafiği yaşandığını da söyleyen Erdoğan, Kanal İstanbul’a “İstanbul’un geleceğini kurtarma projesi olarak baktıklarını” belirtti. Yapılan projeksiyonların 2050 yılında Boğaz’dan geçecek gemi sayısının 78 bini bulacağını gösterdiğini de söyleyen Erdoğan, Kanal İstanbul için, “Boğaz’ın tarihi ve kültürel dokusunu güvenlik altına almak için de bu projeye ihtiyaç vardır” ifadelerini kullandı. Devamında ise Kanal İstanbul’un yaklaşık 15 milyar dolarlık bir maliyetle 6 yıl içinde tamamlanmasının hedeflendiğini dile getirdi. “Çılgın proje” ile övünen Erdoğan projeye karşı çıkanları da unutmayarak sözlerine şu küstahça cümleyi de ekledi:
“Bize sorulmadı diyenlere sesleniyorum. Unutmayın, kime sorulması gerekiyorsa onlara sorulmuş ve yola öyle çıkılmıştır.”
Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Adil Karaismailoğlu da şefi Erdoğan’dan aşağı kalmadı. Yaptığı konuşmada, simülasyonlara göre, Kanal İstanbul’un seyir güvenliği açısından İstanbul Boğazı’ndan 13 kat daha “güvenli” olacağını iddia etti.
2011 yılından bu yana AKP şefi Erdoğan’ın “en büyük hayalim” dediği Kanal İstanbul projesi, 10 yıldır hala da tartışma konusudur. Adeta doğa katliamı anlamına gelen bu projeye dair hazırlanan ÇED raporuna göre, proje alanının yüzde 52’si tarım alanıdır. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Kanal İstanbul Çalıştayı raporuna göre ise kanalın geçeceği alanda toplam 200 bin ağacın kesileceği, 136 milyon metrekarelik tarım, 13 milyon metrekarelik de mera alanının yok olacağı belirtilmiştir. Aynı zamanda Sazlıdere Barajı’nın İstanbul’un en önemli su havzalarından biri olduğu, bu proje ile birlikte İstanbul’un önemli su kaynaklarından birini yitireceği de belirtilmektedir.
Doğada geri dönüşü olmayan tahribatlara yol açacak olan bu “çılgın projenin” iktidardakiler tarafından ısrarla yapılmak istenmesinin nedenleri ise çok açıktır. Daha şimdiden Kanal İstanbul’un yapılacağı bölgenin çevresinin başta Katar ve Çin’den olmak üzere birçok yabancı ve yerli kapitaliste satılarak elde edilen ve edilecek yüksek kârlar iktidarın iştahını kabartıyor. Diğer yandan Kanal İstanbul projesi, yakın zamanda 103 amiralin yayınladığı bildiri ile de gündeme gelen ve Türkiye’nin Boğazlar üzerindeki egemenliğini düzenleyen 1936 tarihli Montrö Sözleşmesi’yle ilgili boyutlar içeriyor. Kanal İstanbul, Montrö Sözleşmesi nedeniyle Karadeniz sularında savaş gemilerini rahat hareket ettiremeyen emperyalist ülke ABD’nin yolunu açacak bir projedir aynı zamanda.
Rant ve kâr uğruna hayata geçirilmek istenen projenin, doğada ve başta insan olmak üzere canlıların yaşamında yaratacağı yıkım oldukça ciddi boyuttadır. Kanal İstanbul’un yapılmak istendiği bölgenin, İstanbul’un en çürük, en zayıf zemini olduğu, birçok bilim insanı tarafından da çok kez vurgulanmıştır. İTÜ Jeoloji Mühendisliği bölümünden emekli ve Bilim Akademisi kurucu üyesi Prof. Dr. Naci Görür, olası bir deprem ile oluşacak felakete dair yaptığı bir konuşmada şunları ifade etmişti:
“Marmara’nın altındaki fay kırılırsa en az 7.2 deprem üreteceğini düşünüyoruz. Bu depremi ilan ettik, bekliyoruz. Fay kırıldığında kanal 9 şiddetinde etkilenecektir. Kanal özellikle, Küçükçekmece- Marmara arasındaki en zayıf halkaya yapılıyor. Bu kesim depremden en şiddetli şekilde etkilenecek. Kanalın altında canlı fay yok deniliyor. Bu söylemi de olumlu anlamda kullanıyorlar. Ama gerçekten Marmara kısmında canlı fay yok mu? Araştırma gemileri ile yaptığımız çalışmalar sırasında Küçükçekmece’nin açıklarında kıta sahanlığında ana faya gelen fayların olduğunu tespit ettik. Bazıları canlı ve bunlar çok sığ da değil. En az 2-2,5 km derinliğinde. Bu bize neyi gösteriyor? Kanalın Marmara’ya bağlandığı yerin kıta sahanlığı parça parça faylarla kesilmiş durumda.”
Yaratacağı sonuçlarla canlı ve doğa yaşamını büyük bir yıkıma sürükleyecek olan Kanal İstanbul projesi, dinci-faşist iktidarın ülkeyi yağmalama konusundaki pervasızlığının en büyük örneğini oluşturmaktadır. Projeden övünçle bahsedip duran iktidar temsilcilerinin 10 senedir bu projeyi hayata geçirememelerinin gerisinde ise toplumda birikmiş ve patlamaya hazır öfke yatmaktadır. Ekonomik krizin pandemiyle birlikte ağırlaşan faturalarının işçi ve emekçilere kesilmesi, İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesi ve kadına yönelik şiddetin mütemadiyen artması, Kürt halkına ve kazanımlarına yönelik saldırganlığın tırmandırılması, gençliğe zifiri bir geleceksizliğin dayatılması, doğanın rant uğruna yağma ve talan edilmesi vb. her sorun bu öfkeyi sürekli beslemektedir. Gerici iktidar, şu ya da bu nedenle çakan kıvılcımların bu birikimi kitlesel bir patlamaya dönüştürmesinden ölesiye korkmaktadır.
İktidar temsilcilerinin bir nebze kitlesel olan her eylem karşısında döne döne “Haziran Direnişi”ne kin kusmaları boşuna değildir. Yıllardır Haziran Direnişi’nin hazımsızlığını çeken AKP-MHP iktidarı, yeni bir hareketliliğin korkusu içinde kıvranmaktadır. AKP-MHP faşizminin korkusunu büyütebilmek, doğanın ranta açılarak talan edilmesini engelleyebilmek, ancak işçi ve emekçiler başta olmak üzere toplumsal mücadele dinamiklerinin birlikte hareket edebilmesi ve örgütlü mücadelesiyle mümkündür. Yaşam alanlarına göz diken bir avuç asalağın saltanatını yıkabilmenin yolu da buradan geçmektedir.