Eğitim sistemindeki çürüme ve ticarileşme büyük bir toplumsal bir sorun haline gelmiş bulunuyor. Bunun sonuçları üniversite öğrencilerinin intihara sürüklenmesi, binlerce gencin eğitime erişememesi, barınma, beslenme, ulaşım gibi temel ihtiyaçlarını karşılayamama gibi somut sorunlar olarak ortaya çıkıyor. Yaşanan sorunlara karşı öğrencilerin mücadelesi devam ederken, üniversitenin bir diğer bileşeni olarak akademisyenler de eğitimde ticarileşmenin ve gericileşmenin sonuçlarını yakıcı şekilde hissediyorlar. Son dönemde eğitim ve bilim emekçileri arasında artan tepkiler ve yükselen sesler bunun yansımalarıdır.
Boğaziçi Üniversitesi’nde akademisyenler, kayyım rektör atamalarına karşı “özgür ve demokratik” üniversite talebiyle her gün rektörlüğe sırtlarını dönerek, protestolarını sürdürüyorlar. KESK’li emekçiler KHK’lara karşı taleplerini haykırmaya devam ediyorlar. Atanamayan öğretmenler tepkilerini farklı biçimlerde ortaya koyuyorlar. Özel okul öğretmenleri düşük ücret, işsizlik, uzun çalışma saatleri ve kötü çalışma koşullarına karşı seslerini duyurmaya çalışıyorlar.
Tüm bunlara vakıf üniversitelerinde araştırma görevlilerinin mücadelesi ekleniyor. Pandemi döneminde vakıf üniversitelerinde çalışan akademisyenler de tıpkı milyonlarca işçi gibi kısa çalışma ödeneğine mahkûm edildi ve ücretsiz izne çıkarıldılar. Bir yandan eğitimleri devam eden araştırma görevlileri öte yandan angarya işler de yüklenerek düşük ücretlere çalıştırılıyor. Öğrenci işleri, call center, sınav gözetmenliği vb. belirsiz-genişleyen görevler herhangi bir saat sınırlaması olmadan akademisyenlerin sırtına yüklenirken, üniversite patronları kârlarını katlamaya devam ediyorlar. Yanı sıra akademik özgürlüğü sınırlayan baskılar, hak ihlalleri ve mobbing de akademisyenlerin sık sık karşı karşıya kaldığı sorunlardır. Özel okul öğretmenleri gibi, vakıf üniversitelerindeki araştırma görevlileri de tehdit unsuru haline gelen süreli iş sözleşmesi ile çalıştırılıyor. Vakıf üniversitelerinin eğitime bakışına ayna tutan bu tür uygulamalar, nitelikli bir eğitimin değil, kârın ve emek sömürüsünün merkezde olduğu şirket anlayışını gözler önüne sermektedir.
YÖK, 2020’de vakıf ve kamu üniversitelerindeki akademisyenlerin eşit ücret almasına ilişkin bir yasa düzenlemesi yaptı. Bu yasaya dayanarak vakıf üniversitesindeki araştırma görevlileri kamudaki meslektaşları ile aynı ücreti almak için eylemli tepkilerini ortaya koymaya başladılar. Bilgi ve Okan Üniversitesi’nin ardından Nişantaşı Üniversitesi’nde de araştırma görevlileri sendikada örgütlendiler. Eşit işe eşit ücret talebiyle üniversite yönetimine dilekçe veren onlarca akademisyen kod 22’den işten atıldı. Arabulucu eşliğinde insan kaynakları odasında yasal haklarının çok altında tazminat ücretlerine imza atmaya zorlanan akademisyenler, güvenlik görevlileri eşliğinde üniversite kapısından dışarı atıldılar.
***
Nişantaşı Üniversitesi’nde yaşananlar eğitimin piyasalaşmasının en somut örneklerinden biri oldu ve üniversitelerin birer ticarethaneye, akademisyenlerin ücretli emekçiye ve öğrencilerin müşteriye dönüştüğünü çarpıcı bir şekilde gözler önüne serdi. Sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda şekillenen, değişim-dönüşümden geçirilen eğitim sisteminde vakıf üniversiteleri AKP’li yıllarda pıtrak gibi çoğaldı. 80’li yıllarda uygulanmaya başlanan neoliberal politikaların eğitim sisteminde yarattığı yıkımı derinleştiren AKP’li yıllarda eğitimde gericileşme ve ticarileşme alabildiğine hızlandı. Bugün gelinen noktada üniversiteler, ilerici akademisyenlerin KHK’larla ihraç edildiği, kayyım atamaları ile üniversitelerin yönetildiği, akademik kadrolarda çift maaşlı yandaşların olduğu, öğrencilerin soruşturma, uzaklaştırma, tutuklama terörü ile baskı altına alındığı bir tablo ile karşı karşıya.
Eğitim ve bilimden uzak “tabela” üniversitelerinde öğrencilerin “müşteri memnuniyeti” için akademisyenler üzerinde her türlü baskı, yıldırma ve tehdit politikası izleniyor. Aynı öğrencilerin eğitim hakları gözetilmeden yarıyılda akademisyenlerin işten atılması bu üniversitelerin ticari mantığa dayalı işleyişini de ortaya koyuyor.