TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda Milli Eğitim Bakanlığı ve yükseköğretim bütçesi görüşüldü. Milli Eğitim Bakanı Mahmut Özer’in açıkladığına göre, bu yıl Bakanlığa ayrılan bütçe 274 milyar 384 milyon 474 bin TL olarak belirlendi.
Yıllık eğitim bütçesinde, özellikle 2018 yılından sonra büyük bir azalma söz konusu. Sermaye devleti, “Her sene eğitim bütçesini arttırıyoruz” diyor, fakat rakamlar bu açıklamaları yalanlıyor. Veriler, MEB bütçesinin milli gelire oranının yüzde 2,6’dan yüzde 2,4’e, yükseköğretim bütçesinin milli gelire oranının yüzde 0,8’den yüzde 0,73’e gerilediğini gösteriyor.
Yakın zamanda “2022 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi” basın toplantısında konuşan Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay, bütçeden “aslan payının” eğitime ayrıldığını söyledi. Oysaki MEB bütçesinin merkezi yönetim bütçesine oranı, 2022 yılında yüzde 10,8 ile son beş yılın en düşük seviyesini gördü. 2018 yılında bu oran yüzde 12,13’tü. MEB’e 2022 yılı için teklif edilmesi planlanan bütçe ise 189 milyar TL. Son 18 yılda eğitime ayrılan bütçede yüzde 269 oranında azalma olduğu görülüyor. Eğitime ayrılan pay sıralamasında Türkiye, Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Teşkilatı’na (OECD) üye ülkeler arasında sonlarda yer alıyor. OECD ortalamasının yüzde 6 olduğu listede Türkiye yüzde 2,57 ile oldukça gerilerde kalıyor.
Tek adamın sarayında yapılan “2022 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi” toplantısında eğitim bütçesine dair konuşan Fuat Oktay, “Tüm çocukların kaliteli eğitime erişimini sağlamak, okulların fiziki imkanlarını iyileştirmek ve yeni derslik yapımları için…” gibi ifadeler sarf etti. Ancak her sene eğitime ayrılan bütçenin bu sıralanan alanlar için kullanılmadığı bilinen bir gerçekliktir. Devlet okullarında, devletin karşılaması gereken harcamaların çoğu (barınma, beslenme, ulaşım vb.) velilerin cebinden çıkıyor.
Özellikle MEB’in protokoller imzaladığı çeşitli vakıflara ise adeta para akıtılıyor. Bu vakıfların tamamı dinci-gerici vakıflardır. Örneğin, 2016’da imzalanan protokolle TÜRGEV’in öğrencilere yönelik sosyal, sportif, mesleki ve teknik kurslar düzenlemesine imkan verildi. Türkiye Diyanet Vakfı ile imzalanan protokolle, okul öncesi eğitim kurumlarında 4-6 yaş çocuklar için Kuran Kursu açılmasına imkan sunuldu. Nur Cemaati’nin Nakşibendi koluna bağlı Hayrat Vakfı’nın “Değerler Eğitimi” adı altında eğitim vermesine izin verildi. Milli Eğitim Bakanlığı ve TÜGVA arsında imzalanan, “Medeniyet ve Değerler Protokolü” kapsamında vakfa okul derslikleri tahsis edildi. Süleymancıların, “Değerler eğitimi” adı altında seminerler yoluyla gerici ideolojileri çocuklara empoze edebilmesinin önü açıldı. MEB, İnsan Vakfı’nın “Mescitsiz Okul Kalmasın” adı altında okullarda yürüttüğü kampanyaya onay vererek, sponsor oldu. Ensar Vakfı ile “Çeşitli Eğitim, Seminer ve Sosyal Etkinlikler Düzenlenmesine Dair İşbirliği Protokolü” imzalandı. Vakfın, öğrencilere yönelik yaz okulu, yaz kampı, okuma yarışması, gezi ve seminer düzenlemesine imkan verildi. 2016 yılında kurulan Türkiye Maarif Vakfı (TMV) ile yapılan protokollerde, vakfın öğrenci yurtları açmasından okul içerisinde bazı görevlerin doğrudan vakfa devredilmesine kadar birçok durum karşımıza çıkıyor. Tüm bu gerici yapılanmaların faaliyetleri ise MEB bütçesi ile karşılanıyor.
Ayrıca, eğitime ayrılan bütçenin, sermaye devletinin yasalarına dahi uygun olmayan bir şekilde yıl içinde kısıldığı, el konulup başka alanlara aktarıldığı da ortaya çıkmış durumda. Örneğin, 2020 yılında eğitime ayrılan ödeneğin yaklaşık üçte birine yakın bir kısmına (44,6 milyar TL) el konularak, “yedek ödenek” adı altında Aile Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na; 25 milyar TL’ye yakını Karayolları Genel Müdürlüğü ve Ulaştırma Bakanlığı’na aktarılmıştır. Bu paralar ağırlıklı olarak da müteahhit ödemelerine gitmiştir.
Eğitim hakkının gaspına karşı mücadeleye!
Pandeminin, eğitimde yaşanan çürümeye daha fazla ayna tuttuğunu görüyoruz. Her daim egemenlerin çıkarları ve ideolojilerini empoze edebilmek için kullanılan eğitim sisteminin, AKP döneminde yıldan yıla daha da fazla çürümeye maruz kaldığı çok açık bir gerçekliktir. Bu çürümeyi eğitimin anti-bilimsel olmasından, ulaşılamaz hale gelmesinden ve paralı uygulamalarından görüyoruz. Anaokullarından üniversiteye kadar tüm eğitim kademeleri adeta sermayedarların ve tarikatların arka bahçesine çevrilmiş bulunuyor. Öğrenci ve veliler müşteri, okul yönetimleri ise CEO olmuş durumda. Eğitimin gün geçtikçe ticarileşiyor olması ve özel okullara ayrılan teşvikler ise fırsat eşitsizliğini daha yakıcı bir sorun haline getiriyor. Bu tablo doğrudan eğitim hakkının gasp edilmesi anlamına geliyor.
Sermaye devletinin eğitim politikaları, okulların ticarethanelere çevrilmesine, gericiliğin gençliğe ve dolayısıyla topluma nüfuz ettirilmesine hizmet ediyor. Eğitim bütçesi ise devletin, çürümüş eğitim politikalarını hayata geçirebilmeleri için kullanılıyor.
M. Nevra