Amerika’nın, kendi içinde çoktan seçmeli seçim sisteminde, sözde demokrasi oyununun en önemli günlerinden biri geride kaldı. “Süper Salı” adıyla bilinen ve partilerin başkan adaylarını belirleme sürecinde delege dağılımını en çok etkileyen eyaletlerin ön seçimleri tamamlandı. Cumhuriyetçiler cephesinde Trump’ın tek aday olması nedeniyle, aslında “Süper Salı” sadece Demokratlar’ın seçim yarışına döndü.
Eski Başkan Yardımcısı Joe Biden ile “demokratik sosyalist” Bernie Sanders arasında süren çekişme devam ediyor. Son tabloda Biden 370, Sanders 298 delege ile hala birbirlerine rakip durumdalar. Diğer adaylardan bazılarının “Süper Salı” öncesinde Biden lehine çekilmesi de bu tabloyu oldukça etkiledi. Bu çekilmeler, bir yanıyla sermaye cephesinin Sanders adaylığına karşı ittifakı olarak okunabilir. Zira Sanders’ın, kendi durduğu yerden bağımsız olarak kitlelerde yarattığı imaj, Amerikan rüyası kapitalizmi ayakta tutan her şeyi sarsma potansiyeli taşıyor. “Süper Salı” öncesi Demokrat Parti’nin neredeyse tüm yerel teşkilatlarının bir seferberlik haliyle Biden için çalışması, Sanders’a parti içinden desteğin olmaması da bu sonuçları belirledi.
Gündemdeki Amerikan Başkanlığı ön seçimlerindeki bu çekişmeyi yakından izlemeyi gerektiren nedenlerin başında bu tablo yer alıyor. Obama bir rüyaydı ama daha çok siyahi Amerikalıların rüyasıydı. Şimdi aynı Afrika kökenli Amerikalıların oylarını Biden’a taşımak için özel olarak görevlendirilmiş Afrika kökenli vekiller var.
Sanders ise işçi sınıfının ve sosyalizme umut duyan gençliğin rüyasıdır. Sanders, Trump’ın temsil ettiği berrak burjuva kimliğin karşısında sistemi reformlarla revize etme iddiasının karşılık bulmasıdır. Amerika gibi, tarihi komünist avı, sahte yargılamalar, siyasi idamlarla dolu bir ülkede hala sosyalizmin bir alternatif olarak destek bulması ufak bir gösterge değildir. Bu noktayı daha da anlaşılır kılmak için ön seçim sonuçlarının detaylarının açılması gerekiyor.
Trump’a tepki ve tepkinin şekillenmesi
Trump’ın “Sosyalist kabusa değil, Amerikan rüyasına inanıyoruz” diyerek birlik konuşmasının temelinde sosyalizme saldırmayı seçmesi, temsil ettiği Amerikan burjuvazisi için bir tercih değil. Bugün Trump’la temsil edilen emperyalist savaş çığırtkanlığına, kapitalist sömürü cehennemine, kadını küçümseyen eril mantığa karşı tepki yükseliyor. Trump seçildikten sonra “bizim başkanımız değil” eylemleri gibi pratiklerin ortaya çıkması bunun bir dışavurumudur.
“Sosyalizm çevre, adalet, erdem değil” diyerek, kitlelerin çevre yıkımına ve adaletsizliğe karşı tek çözümü sosyalizmde bulmasını eleştiren Trump, “sosyalist” Venezuela’nın pratiğini göstererek “sonu budur” demeye çalışıyor. Fakat kendi sistemini savunma şansı olmadığı yerde tarihi sosyalist devlet girişimlerine saldırmaya ya da Venezuela ve Küba üzerinden gerçekleri çarpıtmaya çalışıyor. Burada Trump’ın seçilmesinin ardından ara seçimde neredeyse %10’luk bir artışla son yılların en yüksek oy kullanma oranına ulaşılmasının basıncı olduğu söylenebilir. Trump’a tepki kendini şekillendiriyor ve seçilmesinin ardından iki yıl sonraki ilk seçimde kitleler ona karşı sandığa giderek, uzun aradan sonra Temsilciler Meclisi’nde çoğunluğu Demokratlar’ın almasını sağladılar. Böylece, Trump’ın başkan olarak yapabileceklerini sınırladılar. 2020 seçimleri süreci de bu açıdan Trump’a karşı tepkinin örgütlendiği bir sürece dönüştü. Bernie Sanders’ın yükselişinin devam etmesi bunun pratik bir sonucunu da gösteriyor.
Sanders’ı yükselten oy kaynaklarının sınıfsal yanına da dikkat edildiğinde, bu toplumsal denklem net bir şekilde yerine oturuyor. Çünkü oy dağılımına bakıldığında Sanders’ın işçi sınıfının içerisindeki etkiden karşılık aldığını görüyoruz. Tersinden, yükseköğrenim görmüş yönetici kademelerde çalışan kadınlar arasında neredeyse oy alamadığı gibi veriler de bunu doğruluyor.
Bu noktada Amerikan işçi sınıfının güncel tablosuna göz atmak yararlı olacaktır. Toplam işçi sayısının arttığı bir tabloda sendikalara üye işçi sayısının düşüşte olduğu bir dönemden geçiliyor. Bir yanıyla klasik işçi sınıfı mücadelesinden kaçışın gerekçesi olan “fabrikalar kapanıyor, işçi sınıfı 3. dünyada” argümanına karşılık en büyük emperyalist gücün kendi topraklarında bile işçi sayısı artış gösteriyor. Bu başka bir tartışmanın detayı olarak görülebilir fakat aslında aynı nokta Sanders’a desteği de açıklıyor. İşçi sayısının artması ve mevcut işçilerin şartlarının kötüleşmesi birbirini tamamlamaktadır. Daha rahat şartlarda yaşayan kesimler payına bile “Amerikan rüyası” yalanı açıkça çökmüştür. Bu çöküş ve sendikaların ağaların denetiminde olması işçileri farklı alternatiflere yöneltmektedir. Üye sayısındaki düşüşle ters orantılı olarak işçi eylemleri ve Sanders’a destek artmaktadır. Sanders da bunun farkında olduğu için salt oy istemeye gitmiyor, grevdeki işçilere, işçi yürüyüşlerine katılıp sınıfın mücadelesine dair ajitasyonlar çekiyor. Sadece seçim süreçlerinde hatırlanan işçiler için kendi mücadeleleri üzerine konuşan, grev silahını vurgulayan bir başkan adayı doğal bir sempati de kazanıyor.
2019’da sendikalardan ayrılan işçi sayısı 190 bindir! Fakat buna karşılık büyük iş bırakma eylemlerine katılan işçi sayısı, 1986’dan beri en yüksek seviyeye ulaşabilmiştir. Bu, işçilerin mücadele isteğinin güçlendiğini ancak bunun aracı olarak sendikaların işlevlerini yerine getiremediğini gösterir. Keza yüzbinlerin katıldığı öğretmen grevindeki emekçiler de sendikasızdı. Türkiye’de Metal Fırtınası deneyimiyle gördüğümüz eğilim, Amerika’da da benzer bir tablo ortaya çıkarmaktadır.
Bunun devamı olarak 18-25 yaş grubundaki neredeyse tüm desteğin Sanders’ta olması gelmektedir. “Süper Salı” eyaletlerinden gelen bu genç destek, Amerika’da yüzünü sosyalizme dönen gençlerin hayal ve umutlarının devrimci partiden yoksunluk koşullarında düzen içi sahte alternatiflere sıkıştığının göstergesidir. Sanders’ın 2016 ön seçimlerinden bugüne geçen dört yılda kendini ifade ediş şekli olan “demokratik sosyalist”lik, örgütündeki yükselişte bu umut beklentisinin sadece seçim sandığına indirgenemeyeceğini gösteriyor. 5 binden 60 bine ulaşan üye sayısıyla, Temsilciler Meclisi’nde örgütlü üyeleri bulunmasıyla Amerikan Demokratik Sosyalistleri (Democratic Soscialist of America), Sanders’ın fiili başkanı olduğu bir parti gibi çalışıyor. Aslında aralarında organik bir ilişki yok. Fakat Sanders’ın sarıldığı “sosyalist” kimlikle ADS’nin ideolojik platformu çakışıyor. ADS de seçimle, reformlarla sosyalist bir Amerika iddiasını paylaşırken devrimci temellerden uzak. Pragmatist bir küçük-burjuva ideolojisine dayanan ADS, Sanders’ın geçmişini, savunduğu emperyalist-kapitalist politikaları maniple ediyor.
Sanders’ın demokratik sosyalistliğinin sınırları ise şu açıklamasından görülebilir: “Ülkeleri bir araya getirmek, dünya genelinde gördüğümüz korkunç türde çatışmalara son vermek, insanların birbirlerini vurması ya da bombalaması yerine oturup tartışabildiği uluslararası kurumları güçlendirmek için, sopa ve havuç aracılığıyla servetimizi ve kaynaklarımızı kullanmalıyız.”
Amerikan emperyalizminin resmi doktrini olan havuç ve sopa denklemini savunabilen bir “sosyalist”! “Süper Salı”dan çıkan sonuç, “Amerikan rüyası”nın zorlandığı gerçeğidir.
Tüm bunlar, bugün sosyalizm adına söz sahibi olan reformist solun, yarın komünist bir işçi partisinin varlığında ne kadar zorlanabileceğinin emareleri sayılır.