"Doğa, insanın üzerinde var olan ama yine de onunla birlikte hareket eden büyük bir güçtür. Ona karşı yapılan her hatanın bedeli ödenecektir."
Friedrich Engels
Dünya İklim Konferansı COP29, 11-22 Kasım tarihleri arasında Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de gerçekleştirildi. Dünya İklim Konferansı’nın büyük bir petrol üreticisi ve ihracatçısı olan Azerbaycan’da yapılıyor olması elbette ki bir paradoks. Ev sahibi ülke Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in konferanstaki konuşmasında “Petrol ve gaz bize Allah’ın bir lütfudur” sözleri ise konferans bileşenlerinin “ciddiyetini” gösteriyordu.
Zirvenin kapanışında, düzinelerce ülkenin ve “çevre” örgütünün yeni atom santrallerinin yapılmasını “çevre dostu” gördüklerini ilan etmeleri ise bu “ciddiyeti” pekiştirir nitelikteydi.
İklim zirvesine katılan, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres’in "İklim yıkımında ustalık sınıfındayız"sözleri gündeme damgasını vurdu. BM Genel Sekreteri ve “kırılgan ülke” temsilcileri, adil bir iklim anlaşması ve finansman çağrısında bulundu.
İklim krizinin insan hayatına maliyetine ve eylemin aciliyetine dikkat çeken Guterres, “Bir sonraki kasırga gelmeden önce hayatlarını kurtarmak için kaçan aileler, dayanılmaz sıcaklarla cebelleşen işçiler ve altyapıyı yıkan seller; kuraklık ekinleri harap ederken aç yatan çocuklar… Tüm bu felaketler ve daha fazlası, insan yapımı iklim değişikliği tarafından güçlendiriliyor” dedi.
Her ülkenin bu felaketlerden etkilendiğini vurgulayan Guterres, emisyonların düşürülmemesi ve adaptasyon çabalarının artırılmaması durumunda daha büyük bir ekonomik çöküşün kaçınılmaz olacağını belirtti. COP29 zirvesine katılan sermayenin temsilcileri de gezegeni geri dönüşsüz bir yola sürüklediklerini itiraf etmek zorunda kaldılar.
Artık önerilen yüzeysel çözümlere ve vaat edilen önlemlere, soruna sebep olanlar dahil kimse inanmıyor. Zira on yıllardan beri zirveler toplanıyor, kararlar alınıyor, kapitalistler ve devletler aldıkları kararlara uymuyor ve kriz giderek derinleşiyor. Nitekim 2024 yılında iklim krizi seller, sıcak hava dalgaları ve çok yüksek sıcaklıklarla yeni bir zirveye ulaştı.
Küresel ısınma aşırı hava olaylarının daha sık yaşanmasına neden oluyor. Küresel Güney ülkelerinde yaşayanlar bu durumdan özellikle etkileniyor: Hasatlar kuraklık veya sellerle yok oluyor ve insanlar gıda kaynaklarını kaybediyor.
Dünya genelinde 735 milyondan fazla insan açlık çekiyor. Dünya Bankası'na göre, küresel ısınma nedeniyle 2030 yılına kadar bu sayıya 100 milyon kişi daha eklenebilir.
Açlıkla mücadele örgütü WHH, açlık çeken insanların yüzde 98'inin, küresel ısınmanın sonuçlarından daha çok etkilenen Küresel Güney ülkelerinde yaşadığına dikkat çekiyor.
Hükümetlerarası İklim Değişikliği Panel’e (IPCC) göre, küresel sıcaklık 2 santigrat derece artarsa, sadece Afrika kıtasındaki temel gıda verimi yarı yarıya düşebilir.
Kapitalist sistem ve iklim krizi
İklim değişikliği, kapitalist sistemin yarattığı bir kriz olarak toplumların her kesimini etkilemesine rağmen, etkileri sınıfsal farklar doğrultusunda belirginleşiyor. İklim krizinin yıkıcı sonuçlarına en fazla maruz kalanlar, “Küresel Güney”de yaşayan ve temel yaşam kaynaklarını giderek kaybeden emekçi sınıflar ve yerli halklardır.
Bu halklar, küresel ısınmayı hızlandıran büyük sanayi devlerinin yarattığı çevresel tahribatın bedelini ödemek zorunda kalıyor.
Amazon bölgesindeki ormanların yok edilmesi, Afrika kıtasında kıtlık ve kuraklık gibi çevresel felaketlerle birleşerek, kapitalizmin kâr odaklı doğasının yıkıcı sonuçlarını gözler önüne seriyor. Bugün, kapitalist elitler için bile sürdürülebilir olmayan bu model hem doğayı hem milyonlarca insan ile diğer canlıların yaşam koşullarını tehdit ediyor.
“Yeşil kapitalizm” ve gerçeklikten uzak çözümler
Birçok büyük şirket ve siyasi lider, “yeşil kapitalizm” adı altında “çevre dostu” politikaları destekleme iddiasında bulunsa da bu çabalar, gezegeni korumaktan ziyade sermaye birikimini artırma amacını taşıyor. COP29 gibi zirveler, bu aldatıcı stratejilerin gösterişli sahnesine çevrildi. Almanya’nın savunma sanayisini "yeşil" yatırım adı altında güçlendirmesi, doğanın korunmasını emperyalist hedeflere entegre eden bir örnek. Benzer şekilde, “Küresel Kuzey”in “Yeşil Anlaşma” gibi projeleri, iklim adaletini sağlamaktan ziyade ekonomik çıkarları koruma yolunda gösterişli “çözümler” üretmeye odaklanıyor. Bu projeler, iklim hareketlerinin ve emekçi sınıfların çevreyi koruma eylem ve çabalarını manipüle ederek, esasen kapitalist düzenin devamlılığına hizmet ediyor. Kapitalist düzenin geçici çözümleri, sistemin gerçek yüzünü maskelemekten başka bir işe yaramıyor. Bu gösterişçi yaklaşımlar sürerken, küresel ısınmanın asıl nedeni olan fosil yakıt kullanımını azaltma yönünde somut bir adım atmaktan kaçınılıyor. Küresel tedarik zincirlerindeki emisyonlar azaltılmadıkça, en yoksul halklar bu tahribatın bedelini ödemeye devam edecek.
Sosyalizm ve iklim adaleti
Kapitalist sistemin sürdürülemez üretim, bölüşüm ve tüketim döngüsünü kırıp sosyalist bir ekonomi modelinin geliştirilmesi, doğa ve toplumun güvenliği için tek gerçek alternatiftir. Sosyalist ekonomi, planlı üretim süreçleriyle hem insani ihtiyaçları hem doğanın korunmasını hedefleyen bir sistemdir. Böyle bir sistemde gereksiz tüketimi teşvik eden ürünler üretilmez, kaynakların dağılımı eşitlenir ve doğayı koruyan üretim ve bölüşüm süreçleri esas alınır. Sosyalist bir planlama modelinde, her üretim faaliyetinin doğaya etkisi hesaplanarak, doğal kaynakların adil ve etkili bir şekilde kullanımına öncelik verilir. Doğanın korunmasını esas alan bir ekonomik yapı, kapitalist azınlığın zenginleşmesine hizmet eden gereksiz ürünlerin üretimine son verebilir. Böylece, toplumun kolektif yararını gözeten, doğayla uyumlu üretim süreçleri hayata geçirilebilir.
Kapitalist sistemle yola devam etmek, yıkıma doğru yol almaktır. Gelinen aşamada kapitalist sistemin aşılması ile sosyalist bir ekonomi modelinin uygulanması, iklimdeki kötüye gidişi durdurmak için gerçek çözüm olacaktır. Fosil yakıtların terk edilmesi ve yenilenebilir enerjiye geçiş, yalnızca çevresel açıdan değil toplumsal refah açısından da geleceğin teminatıdır.
Gelinen aşamada iklim krizine karşı mücadele, sınıf mücadelesinin ayrılmaz bir parçasıdır. Engels’in Doğanın Diyalektiği eserinin girişinde aktarılan sözünün devamında şunlar ifade ediliyor:
"Doğada kendimizden bağımsız bir yasal zorunlulukla karşılaşırız; doğanın yasaları kendine özgü şekilde işler ve insanın müdahalesi bu yasalara aykırı düşmemelidir. Doğa üzerinde her zaferimiz, doğanın bizden aldığı bir intikamı içerir."
Bu ifadelerle Engels, doğayı talan etmenin nelere mal olabileceği konusunda erken bir dönemde dikkat çekmiştir.
Doğayla barışık bir şekilde yaşamanın yolunun bu sistemi aşmaktan geçtiği artık inkâr edilemez. COP29’da önerilen yüzeysel çözümler ve kapitalist elitlerin suç ortaklığı, iklim krizine gerçek bir çözümün geliştirilmesi için kapitalizmin aşılması gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır. Doğayı kendi kârları için talan edenler, bu soruna çözüm üretmek bir yana krizi daha da derinleştirirler. İklim krizi, kapitalist sistemin üretim, bölüşüm ve tüketim ilişkileriyle çözülemez. Küresel ölçekte örgütlü bir sınıf mücadelesi geliştirilmeden bu krizin üstesinden gelmek mümkün değil. İşçiler, gençler, kadınlar ve çevre aktivistleri, kapitalizme karşı seslerini yükselterek insanlığın geleceği için mücadele etmektedirler. Bugün çevrenin korunması ve iklim krizinin çözülmesi talebiyle verilen mücadele, daha adil bir dünya yaratma mücadelesiyle birleştirilmelidir. Bu mücadele, doğanın talanına ve kapitalist sömürünün kurbanı olan milyonların hakları için verilen bir savaş niteliği kazanmalıdır. Emekçi sınıfların çıkarlarını gözeten bir iklim politikası, ölüm ve yıkım sistemi olan kapitalizmi bertaraf edecek, doğayla uyum içinde bir toplum inşa etmenin temellerini atacaktır. Kapitalizmin aşılmasını esas alan bu mücadele, insanlığın onurunu ve gezegenimizin geleceğini korumak için de olmazsa olmazdır.