Lübnan halkının köklü değişim talepleri

Mevcut özellikleriyle Lübnan’daki kitle hareketi, 2010 yılında başlayan ve Arap yarımadasını etkisi altına alan halk isyanlarının devamı ve daha ileri bir versiyonu olarak tanımlanabilir.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Dünya
  • |
  • 10 Temmuz 2020
  • 12:23

Jeopolitik açıdan Ortadoğu’da stratejik bir yer teşkil eden Lübnan, sosyo-politik açıdan da bir bakıma minyatür bir Ortadoğu gibidir. Çok sayıda etnik topluluğun barındığı, bir o kadar da farklı din ve mezhebin bulunduğu oldukça kozmopolit bir ülkedir. Tam da bu özelliklerinden ötürüdür ki Lübnan’daki siyasal süreçlerin tamamında, Lübnan halkından çok, istisnasız bütün irili ufaklı bölge ülkeleri ve emperyalist güçler belirleyici olagelmişlerdir.

Ortadoğu’daki gelişmelerin tamamından en fazla etkilenen ülkelerden biri de her dönem için Lübnan’dır. Başta bölgenin en köklü sorunu olan Filistin meselesi olmak üzere bölgedeki her önemli gelişmenin önemli bir miktar faturası da Lübnan’a kesilmektedir. Örneğin 1980-1988 yılları arasındaki İran-Irak savaşından, yine Körfez’e yönelik iki emperyalist müdahalenin yarattığı sonuçlardan ve son olarak da Suriye’deki savaşın yarattığı yıkımdan en fazla etkilenen ülke ne yazık ki Lübnan olmuştur. Lübnan, bu etkileşimlerin yarattığı çok ciddi ekonomik ve politik sonuçları da yaşamıştır ve yaşamaya da devam edecek gibi görünüyor. Şüphesiz bütün bunlar çok sebepsiz de değildir. Nihayetinde Lübnan, 1943 yılında Suriye’nin güneyinden koparılmış bir toprak parçasıdır ve tarihte Lübnan diye bir devlet yoktur. O coğrafyada bugünkü Lübnan’ı da kapsayan bir dizi devlet kurulup yıkılmış olmakla birlikte, günümüz Lübnan’ı ortak tarihi mirastan yoksun bir ülkedir.

Vesayet altındaki kuruluşundan 1975-1990 yılları arasındaki iç savaşa ve yakın dönemde Suudi Arabistan ile İran’ın müdahalelerine kadar Lübnan hep bir istikrarsızlık alanı olagelmiştir. Ayrıca İsrail ile Suriye arasında on yıllardır bir savaş nedenidir. Ve son olarak 2006 yılında Hizbullah’ın İsrail’i güney Lübnan’da sahaya çivilediği bir “ulvi” mekandır. Bu mekan ne yazık ki onlarca yıldır aristokrat aileler başta olmak üzere, Şiiler ve Sünniler, Dürziler ve Hristiyanlar ve daha bir dizi irili ufaklı grup arasında da çatışma ve istikrarsızlık alanına dönüştürülmüş içsel gerilimler barındırmaktadır. Sosyolojik açıdan çok farklı etnik gruplaşmaların ve dinsel manadaki farklılıkların politizasyonu Lübnan’ı her türlü dış müdahaleye de açık hale getirmiştir. Ekonomik olarak turizm sektörü dışında tek bir üretim girdisi olmayan ülkede elit bir politik sınıf her şeyi belirlemeye ve yönetmeye çalışmaktadır.

Ne var ki ülke ekonomisini ayakta tutan bankalar başta olmak üzere istisnasız bütün kurumlar bir iflasın eşiğindedir ve bu durumun çok geçmeden yeni ve daha büyük bir krizi tetikleyeceğine kesin gözüyle bakılıyor. Ekonomik yıkımın boyutlarının anlaşılması bakımından kimi verilere kısaca göz atmak bile yeterlidir. Son altı ay içerisinde %50’ye varan devalüasyon yaşanmış, ücretler erimiş, itiraf edilmese de yüksek enflasyon bütün emtia fiyatlarına yansıtılmış ve ekonomik hayatı tam anlamıyla bir çöküntü hali esir almıştır. Ülke gerçek anlamıyla bir borç batağındadır ve her an iflas bildirmek üzeredir. Öyle ki borçların toplamının ülkenin Gayri Safi Milli Hasılası’nın %170’ine tekabül ettiği söyleniyor. Lübnan kurulduğu günden beri, tarihinin hiçbir döneminde bu derece kapsamlı ve toplumu derinden etkileyen bir ekonomik buhran ve onun tetiklediği siyasal istikrarsızlıkla karşı karşıya kalmamıştı. İç savaş yıllarında dahi fiyatlar bu derece yüksek olmamış ve döviz sıkıntısı bu denli ekonomik bir başınca dönüşmemişti. Ortadoğu’nun para aklama cenneti, sıcak paraya erişimin en kolay olduğu yer ve bir zamanlar bölgenin “Paris”i olarak bilinen ülkenin başkenti Beyrut şimdi yokluğun ve yoksulluğun kol gezdiği viran bir kente dönüşmüştür. Lübnan çoktandır hastane kuyruğunda bekler gibi, IMF’nin kapısında kuyruk bekleyen hasta adam durumundadır. IMF’den gelecek olan programın ve mali “desteğin” bilindik sosyal, siyasal ve ekonomik sorunlara çözüm olamayacağı, aksine daha da katmerli hale getireceği bilinse de mevcut düzen ayakta kaldıkça yapılabilecek şeylerin de sınırları bulunmaktadır. Kaldı ki kapitalist düzenin, bizzat yaratıcısı olduğu sorunlara çözüm bulabilmesi ya da kendisine ait bir kurumun yazdığı ve uyguladığı programla çözüm oluşturabilmesi eşyanın tabiatına aykırıdır.

Lübnan egemenlerinin son çeyrek asırda büyük umut bağladıkları Akdeniz’deki petrol ve gaz yataklarına ilişkin arayışlarda geldikleri aşama ve diğer ülkelerle kurdukları ortaklıklar kısmen bir iyimserlik yaratmış olsa da genel anlamda ülke ekonomisi ve onun siyasal yaşamdaki tüm yansımaları deyim uygunsa tedavülden kalkmak üzeredir. Sokak hareketinin istifa ettirdiği hükümet ve sonrasında şubat ayından beri işbaşında olan teknokratlar hükümeti de bunu fazlasıyla doğrulamaktadır. Ayrıca 6 milyonluk ülkede 2 milyon insan sokağa çıkması ve düzeni değiştirme talebinde bulunması, toplumdaki sosyal patlama dinamiklerinin gelip dayandığı yeri anlamak açısından oldukça yeterli bir veri sunmaktadır.

2019 yılının ekim ayında, rüşvet, yolsuzluk, işsizlik, hayat pahalılığı ve son olarak Whatsapp’ın vergilendirilmesine karşı başlayan kitlesel protesto gösterileri 9 aydır devam etmektedir. Bu eylemlilikler bugüne dek alışılagelmişin dışında sonuçlar yaratmaktadır. En azından Lübnan halkının çok da alışık olmadığı türden sonuçlardır bunlar. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:

- İktidarı ve muhalefetiyle mevcut partiler emekçi kitlelerin hedefi haline gelmiştir. Eylemlerin başladığı sırada eylemcilere yakın duran Hizbullah ve Emel Hareketi, daha sonra tam tersi bir tutum takınarak, eylemcilere saldırılarda dahi bulundular. Kimi gözlemcilerin tanıklığı odur ki, “Özellikle Hizbullah’ın Şii toplumsal taban üzerindeki etkisi bu saldırılarla oldukça yıpranmış ve yara almış görünüyor. Aynı şeyin Sünni ve Hristiyan Araplar ve onları temsil iddiasındaki partiler için de geçerli olduğu ve hatta daha fazla olduğu da dile getirilmektedir.”

- Burjuva siyasetin çözüm diye sunduğu karma iktidar ve bakanlıklar modeli gibi, ardından gelen teknokratlar hükümeti de kabul görmemiştir. Düzen siyasetinin tamamında yaşanan yozlaşma hali topluma yeni diye ambalajlanıp sunulan “alternatif” iktidar modellerine yaşam hakkı tanımıyor.

- Bugüne kadar etnik aidiyet ve dinsel ayrılıklar üzerinden etkili olan politik inisiyatifler çözümden çok sorun üreten ve bu özellikleri üzerinden de toplumsal tabanlarını yitiren bir yeni gelişmeyle karşı karşıya bulunmaktadırlar. Lübnan tarihinde kitleler ilk kez Lübnanlı olmak bilinci ile sokaklara çıktılar. Bunu yaparken bütün farklılıklarını bir kenara bırakarak, gerici sermaye düzeninin yarattığı yıkıma karşı ilerici ve yer yer devrimci, hatta “Devrim” talebini kapsayan içerikte gösterilere imza attılar. İç savaşın ardından geçen 30 yıllık süre içinde ülkenin hala da etnik ve dinsel ayrımlar üzerinden parçalanmış hali özellikle de sokağa çıkan genç kuşağın karşı çıktığı yepyeni bir sosyolojidir. Yine bu aynı süre içinde neo-liberal ekonomik politikalarla ülke ekonomisi gerçek anlamıyla felce uğratıldı ve yağmalandı. Yüksek faiz uygulamaları var olan sınırlı sayıdaki üretim alanlarını da yok ederek, özellikle de emekçileri tam bir sefalete sürükledi. Bütün bu sorunlara, iktidara gelen elit politik sınıfın çapsızlığı da eklenince ülkedeki kaos daha da derinleşti.

- Bölge ülkeleriyle ve emperyalist metropollerle olan bağımlılık ilişkisi sokağa çıkan kitleleri rahatsız eden bir başka unsurdur. Özellikle bir dönemin başbakanı ve Gelecek Hareketi’nin başındaki Hariri’nin başına gelenler Lübnan halkının onurunu fazlasıyla incitmiştir. Riyad’da şamar oğlanına dönen bir başbakana sahip olmak Lübnan halkı için oldukça yaralayıcı bir durumdu, her ne kadar aynı şeyi Hariri için söyleyemesek de. Ardından başbakanlık koltuğuna oturan Profesör Hassan Diab ve akademisyen enflasyonlu teknokrat hükümeti de halk nezdinde bir güvenoyu alamamış ve aylardır devam eden protestoların hedefi olmaktan kurtulamamıştır. Artık siyasal manada bu sosyolojiyi okuyamayanlar Lübnan’ın geleceğinde de söz sahibi olamazlar.

Tüm bunlarla birlikte, Lübnan halkı resmi olarak tanınmış 18 farklı dini topluluğa bölünmüş bir haldedir ve bu parçalanma halinin özellikle de yeni kuşak gençlik tarafından kabul görmediği ve görmeyeceği anlaşılmaktadır. Kuşkusuz yukarıda sözünü ettiğimiz “Devrim”, kurulu düzenle yollarını ayırmış emekçi kitlelerin, henüz onun yerine neyi koyacaklarının belirsiz olduğu bir durumu ifade etmektedir. Emekçi kitlelerin bu taleplerini anında kendi kirli emelleri için kullanmak isteyen düzenin muhalif partileri fırsatı kaçırmadılar. Hareketin içinde daha örgütlü durmaya çalışarak bu “Bizim devrimimiz” demeye bile başladılar. Muhalif görünümlü bütün düzen partileri bu konuyu istismar etmeye çalıştıkça eylemin gerçek sahibi emekçiler bunları hizaya sokmakta pek zorlanmadılar. Zira var olan düzen partileri eylemlere öncülük edebilecek kapasitede olmadıkları gibi kitlelerin taleplerine yanıt verebilecek durumda da değildirler.

Lübnanlıların deyimiyle “Devrim”in iki merkezi bulunmaktadır. Bunlardan biri başkent Beyrut, diğeri daha Kuzeyde bulunan Trablus’tur. Özellikle pandemi öncesinde Beyrut, sokak hareketinin ana üssü durumundaydı. Ne var ki hem hareketin yaşadığı yorgunluk ve geri çekilme hem de Covid-19 salgını bir anda Trablus’u daha ön plana çıkardı. Kuşkusuz bu durumun anlaşılır ve kendine has başka sebepleri de var. İkinci büyük kent olma özelliği de olan Trablus ağırlıklı olarak Sünnilerin yaşadığı bir yerdir ve bir bakıma ülkedeki yoksulluğun da başkenti gibidir. Ayrıca yıllar boyu iktidar aygıtını elinde bulunduran Şiilerin ve Hristiyanların gazabına da uğramış ve iç savaş yıllarında büyük bedeller ödemiş olan bir kenttir.

Pandemi dolayısıyla alınan tedbirler mart ortasından itibaren ilk etapta Hareketin giderek sönümlendiğine yorumlansa da Trablus’ta sokağa çıkan emekçiler “Korona değil, açlık öldürüyor” diyerek yeni bir dalganın fitilini ateşlediler. Ardından başkent Beyrut’ta sokağa çıkan kitleler bankalar başta olmak üzere büyük oteller ve fahiş fiyatların olduğu mağazaları ateşe verdiler. Eylemlerin başladığı Ekim 2019’dan beri göstericilere karşı kullanılan polis şiddeti çığırından çıkmış ve bine yakın insan gerçek mermilerle vurularak yaralanmış durumdadır. Bazı yerleşim alanlarında Polisin dışında Hizbullah ve Hristiyan milislerin de eylemlere müdahale ettiği ve güç kullandığı artık bilinmektedir. Fakat Hizbullah’ın özellikle Şii bölgelerinde sokak hareketine katılanlara karşı müsamaha göstermemesi ve acımasızca müdahale etmesi ülkedeki prestijine de büyük bir darbe vurmuştur.

Ülkedeki kaosu kontrol edemeyeceğini anlayan teknokratlar hükümeti ise her aileye 250 dolara denk düşen rüşvet paketini açıklamıştı. Fakat o da beklediği karşılığı bulamamış olmanın hüznünü yaşıyor. Lakin liranın dolar karşısındaki değer kaybı önlenemediği gibi, yüksek enflasyon, fahiş fiyatlar ve bunları tamamlayan %50’lere varan işsizlik oranı krizin kapsamı konusunda bir fikir vermektedir. Krizin daha derinlikli bir bunalım olarak emekçi kitlelerin hayatına sirayet ettiği ve daha da edeceği biliniyor. Bilinen bir başka şey ise zaman zaman geriye de çekilse bu hareketin sık aralıklarla ve sıçramalı olarak geri döneceğidir. Kitle hareketin, önüne çıkması muhtemel bütün düzen partilerini ezip geçme potansiyeli vardır ve düzenin değişmesi noktasında oldukça kararlı bir duruş sergilemektedir.

Mevcut siyasal partilerin görünümüne gelince, Hizbullah ve Emel Hareketi yıllardır en belirleyici iki ana gücü oluşturmakta ve toplumun üçte biri oranındaki Şiileri kontrol etmektedirler. Fakat gelinen yerde ekonomik ve sosyal sorunlara ilişkin çözüm geliştirme yeteneğinden yoksun olmaları ve biriktirdikleri sorunların altında ezilmeleri politik olarak aşılacaklarını daha belirgin kılmıştır. Kitlelerin belli eşikleri atlamış olmaları bu siyasal hareketlerin önderlik kapasitesini de tartışmalı hale getirmiştir. Eylemlerin doruk noktasına vardığı dönemde Hizbullah’ın, sokak hareketini “vatana ihanet” olarak damgalaması, “ABD emperyalizmi ve İsrail siyonizmi” ile ilişkilendirmesi büyük bir tepki toplamıştı. Şimdi Lübnan “Devrimi”nin önündeki en büyük engel olarak, Hizbullah ve Emel hareketleri gösterilmektedir.

Böylesi kriz dönemlerinde emekçilerin daha çok yüzünü döndüğü Lübnan Komünist Partisi oldukça güç kaybetmiş görünüyor. Her dönem için Suriye Komünist Partisi’nin gölgesinde kalması ve Lübnan halkı arasındaki suni ayrım noktalarını törpülemeyi başaramamış olması onun en büyük handikabı olmuştur. Daha çok Hristiyan ve Şii nüfusun olduğu bölgelerde etkili olması ise LKP’yi bu iki grubun politik hassasiyetlerine yakınlaştırırken, diğer toplumsal gruplardan uzaklaştırmıştır. LKP güncel olarak Dürzilerin, Hristiyanların ve bazı seküler partilerin de dahil olduğu “Ulusal Blok” içinde yer almakta, fakat tabanını büyük ölçüde yitirmiş durumdadır. Her şeye rağmen ciddi bir akademisyen potansiyeli barındıran LKP, bu hareketi iyi okuması ve kısmen de olsa yönlendirme gücü ve cesareti göstermesi halinde gelişmelerin seyrine pozitif anlamda güç katacaktır.

Kurulduğu günden beri bir grup elitist işbirlikçinin hakimiyetine terk edilmiş Lübnan’da halk geride kalan 30 yılı aşkın sürede iç savaşın yaralarını sarmaya çalıştı ve şimdi ortak bir tarih ve gelecek mücadelesi yürütüyor. Köhnemiş kurulu düzen ve onu ayakta tutmaya çalışan bütün payandaları Lübnan halkının onurlu mücadelesi sayesinde yerle bir olacaktır. Ayrıca unutmamak gerekir ki Lübnan’da yaşanan her ne ise bölgenin tamamında yaşanan da yaklaşık olarak aynı şeydir. Bütün bir Ortadoğu’yu yangın yerine çevirebilecek dinamikleri barındıran Lübnan bir bakıma bütün Ortadoğu’nun da kalbi gibidir.

Mevcut özellikleriyle Lübnan’daki kitle hareketi, 2010 yılında başlayan ve Arap yarımadasını etkisi altına alan halk isyanlarının devamı ve daha ileri bir versiyonu olarak tanımlanabilir. ‘Arap Baharı’ olarak isimlendirilen kitle hareketlerini arkalayarak güçlenen ve kimi yerlerde iktidara gelen İhvan ve İslami gerici hareketler oldu. Fakat bugün Lübnan’da söz konusu olan aynı dinamikler değildir. Bölgenin geçmişten bugüne güç kaybetmiş de olsa ilerici bir damarı vardı, şayet süreçlere müdahale edebilme yeteneği gösteren hareketler gelişirse, bunların yaratacağı sonuçlar da bambaşka olacaktır. Her ne kadar bölgenin toplamındaki gericiliğin gücü ve arkasındaki emperyalist destek hala çok güçlü de olsa bu güçler bölge halkları nezdinde her geçen gün daha fazla yıpranmakta ve tartışmalı bir hale gelmektedirler. Hiç tartışmasız bundan sonraki kitle hareketlerinin tamamı bölge halklarının başına bela olmuş gerici kurulu düzeni ve arkasındaki ağababalarını hedef alacaktır.

Tam da bu açıklık ve de Lübnan halkının ortaya koyduğu mücadele azmi üzerinden yapılacak olan sıradan bir okuma dahi bizi kapitalist düzenin sınırlarına dayandığı gerçeğiyle yüzleştirmektedir. Bir başka okuma ise devrimci öncünün ve uluslararası devrimci hareketin zayıflığı koşullarında bu tür toplumsal hareketlerin ya da aynı anlama gelmek üzere halk isyanlarının yaşadığı ve yaşayacağı açmazları anlatmaktadır.