Fransa’da bir kez daha polis cinayetine karşı kitlesel öfke patlamalarıyla geçen geceler yaşandı. Trafik kontrolü gibi basit bir olayda yine göçmen bir genç katledildi. 17 yaşında bir gencin öldürülmesi, “üzerime araba sürdü” denilerek gerekçelendirilmek istendi. 2016’dan beri polisin bu savunması “cezasızlık zırhı” olarak kullanılıyor. IŞİD'in araçlarla düzenlediği saldırılar gerekçe gösterilerek yasa kabul edildiğinde çok cılız bir muhalefetle karşılaşmıştı. Polis, IŞİD saldırılarında değil rutin trafik kontrollerinde göçmen öldürmek için bu yasayı kullanmaya başladı. Yasa uygulanmaya başladıktan sonra polisin, “dur ihtarına uymadı” diyerek işlediği cinayet sayısı 5 kat arttı. Bugünkü tepkinin bir kaynağı da budur. “Neden Nahel cinayeti kitlesel öfke patlamasına neden oldu?” sorusunun cevabı ise bu cinayetin görüntülenmiş olması ve sosyal medyanın etkin kullanımında saklıdır.
Eylemler sırasında bir duvar yazısında da ifade edildiği gibi: “Nahel'in videosu olmasaydı bir istatistik olacaktı!” Ancak bu sefer buna izin verilmedi. Zira günümüzün “Z kuşağı” için artık Twitter da Facebook da geride kaldı. Gençler, TikTok gibi yeni eğlence aplikasyonlarını da eylemlerin örgütlenme ve propaganda alanına çevirdi. Fransız sermaye devletinin sosyal medya gruplarına “işbirliği” çağrısı yapması tesadüf değil. Medyadaki sansürün aşıldığı alternatif mekanlara müdahale çaresizliğindendir. Elbette böyle giderse onlara yönelik sansür, ‘işbirliği’ dayatması adı altında çok geçmeden gündeme gelecektir. Fiili sansür ise başladı bile: Sarı Yelekliler’in eylemleri sırasında “görev başındaki polisin görüntüsünü çekme yasağı” bunu anlatıyor. Ancak kitleler yasalardan değil meşru zeminden hareket ediyor. Yasaklansa bile fake hesapla paylaşım yine sürdürülecektir kuşkusuz.
Bir polis cinayetinin açık görüntüsünü teşhir etmek “suç” sayılsa da katili suçüstü gösteren video paylaşılarak cinayetin örtbası engellendi. Ve o görüntünün fitilini ateşlediği kitlesel öfkenin basıncıyla polisin tutuklanması sağlandı. Aksi halde sistem katil polisi her zaman yaptığı gibi koruyacaktı.
7 günlük “ayaklanma” denen öfke ve tepki hareketinin üzerine yazılıp çizilecek ve bir süre daha gündemde kalacaktır. Lakin bir aşamadan sonra, adeta bir tsunami dalgası gibi kentleri vuran hareket geri çekildiğinde tahribatın dışında çok sınırlı sonuçlar bırakacaktır. Zira 2005’teki büyük patlamanın yanında bu öfke hareketi ‘sönük’ sayılır. Günlerdir sokaklarda araçları, devlet binalarını, karakolları saran alevler ya da yağmalanan mağazalar 2005’le kıyaslanamaz bile. Ve sistem artık bu öfkeyi yumuşatacak başka enstrümanlara sahip değil. Çünkü “sosyal devlet” çoktan çökertildi!
Bunda iki temel faktör var: Birincisi emperyalist-kapitalist sistemin Fransa ayağında girilen yeni dönemde polis ve baskı mekanizmasının yeniden tesisinde yol alınması. Kale tipi karakollarıyla, hızlı OHAL kararı alıp zırhlı anti-terör birliklerini sokağa salmakla, eylemcilere terör estiren polis aygıtının çok sertleşmesiyle vb. Eylemler sırasında bir kişi plastik mermiyle öldürüldü. Bunun kilometre taşı olarak Sarı Yelekliler hareketine gönderme yapılıyor olması da tesadüf değil. Eylemlere saldırı için Brav-M adında motorize polis grupları tekrar kullanılmaya başlandı. (Bu kuvvetler ‘68 hareketi döneminde bir eylemciyi öldürdükleri için yasaklanmıştı) Gaz bombası ya da plastik mermiyle çok sayıda insan gözünü kaybetti, sakatlandı.
Fransa devleti her yıl sistematikleşmiş sosyal hak gasplarını sürdürürken hem sınıf hem de toplumsal hareket patlamalarına karşı da kolluk gücünü revize etti. ‘Demokrasi’ makyajı dökülürken sistem daha agresif, tehditkar bir politikaya geçiyor. Yine de Sarı Yelekliler hareketinden sonra Macron’un başında bulunduğu sermaye hükümeti göstermelik ödün konusunda daha az inatçı davranıyor. Bir saldırı yasası kabul ettirmekte zorlanılıyorsa eylemcilere “tamam sizi anlıyoruz” deyip emeklilik yaşını 3 değil 2 yıl yükseltiyor, benzine zammı bir yıl erteliyor vb.
Nahel cinayeti sonrası da Macron ile içişleri bakanı iyi polis-kötü polis rollerini paylaştı. Macron gençlerle 'empati' kuruyor pozu verip ebeveynlere çocukları sokaklardan çekme sorumluluğu yükleyerek “aile” mesajı verip, polise karşı eleştirel duruyor. Ancak 20 yıl öncesinde değiliz. Fransa’nın iç dengeleri de değişiyor. Polis sendikaları da Macron karşısında ses yükseltiyor, “Savaştayız, saldırı altındayız!” demagojisi yaparak daha çok yetki ve koruma talep ediyor. İçişleri bakanı kısa sürede gece sokağa çıkma yasağı ilan ederek polisi, jandarmayı eylemcilere saldırı için teşvik etti. 45 bin kişilik kolluk gücünün göreve sürülmesi eylemlerle orantılı değildi. Bu durum, sistemin nasıl bir korkuya kapıldığının açık göstergesi. Tüm güçlerini seferber ederek isyanı bastırmaya çalıştılar. Toplu taşımaya getirilen sınırlamalar ise bu harekete karşı kamuoyu tepkisi yaratmak içindi. “Onlar yüzünden eve gidemiyoruz” dedirtmek, “düzeni bozuyorlar” algısını güçlendirmek istediler. İkinci noktaysa kapitalist kriz sarmalında artık sosyal politika oluşturamıyorlar, kaynak sorunları kısıtlı imkanların da kesilmesini getiriyor. Paris içerisinde bile okullarda öğretmen kadrosu sorunları yaşanırken banliyölerde eğitim felç. Sağlık vd. konularda da göçmenlerin yaşadığı mahalleler unutulmaya devam ediyor.
Sistemin krizi Fransa ayağında bu döngüyü süreklileştiriyor. Bir yandan işçi sınıfına yönelik saldırılar diğer yandan göçmenleri ezen politikalar. Devlet de bölüp parçaladığı işçi ve emekçi hareketini zayıflatarak krizi bir şekilde yönetiyor. Buna karşın toplumsal bilinç de gelişiyor. Bundan ders alan kuşaklar geleceği de etkileyecek öfke ve hakları kazanma hareketi sınıf kininin örgütlü haline elbet dönüşecektir.
Öfkenin kontrol zorunluluğu ve politik öznelerin pratiği
Bu olayın da gösterdiği gibi asıl sorun bizim cephemizdeki zayıflıktır. Sermaye iktidarının toplumsal hareketlerden ders çıkarma başarısını, ilerici-devrimci akımlar kendi açılarından gösteremiyor. Fransa'da bugün en temel sorun sınıf hareketiyle toplumun ezilen kesimleri olan göçmenler arasındaki uçurumdur. Hal böyleyken devrim, sosyalizm iddiasını taşıyan özneler bu noktada ne özeleştirel yaklaşıyor ne de kopukluğu aşmak için ciddi bir çaba harcıyor. Bundan dolayı sendikal hareketin 30 yılın en kitlesel genel grevlerinde aslında banliyö gençliği yoktu. Oysa bu gençliğin de büyük çoğunluğu işçi ve emekçidir. Geleceksizliği de güvencesizliği de en çok onlar yaşıyor. Aynı sınıfa mensup ancak sınıf hareketine dahil edilememiş en ağır ve güvencesiz işlere mahkum edilen kitlelerden bahsediyoruz. Renault Fabrikası’ndaki sendikalı işçiyi 'ayrıcalıklı' gören bir kitlenin katılmadığı genel grevin başarıya ulaşması da zor. Nitekim Renault işçisi de 10 yıl öncesine göre daha güvencesiz ve gittikçe ücretleri asgari ücret seviyesine gerilemekte olan işçi bölüklerine katıldı.
Burada bir parantez açarak göçmenliğin tanımını yapmak gerekiyor. Bu kitle Suriye'den, Afganistan'dan yeni gelmiş göçmenler değil. 3-4 kuşaktır Fransa'da doğup büyüyen ancak Afrika ya da Mağrip kökenli oldukları için göçmenliği bitmeyenlerden oluşuyor. Yani dil sorunları yok, statüleri çoktandır 'vatandaş' olan ancak devlet karakterini oluşturan “ezen ulus” karşısında dışlanan, ötekileştirilen ve sistemin dışına itilen göçmenler. Bu göçmen işçi ve emekçiler 2005 isyanı sonrası alınan: “Üniversiteye giriş imkanlarının artırılması, iş imkanlarının geliştirilmesi ya da kültürel sosyal imkanların çeşitlendirilmesi için banliyölere yatırım yapma” gibi önlemlerle artık “kontrol edilemez.” Zira birçok istatistiğe göre “en çok kimlik kontrolüne uğrayan” kesim halen bu göçmen kitlesidir. Hayatı boyunca ev ya da iş ararken ayrımcılığa uğramayanı yok gibi. İş başvuru formunda “babanın doğduğu ülke” sorulan bir kültür aşılmış değil. Macron Ruanda’da yaşanan soykırım için “af” dileyebilir lakin bugün Afrikalılar hala namlu ucunda duruyorken sözlerinin anlamı olmaz. Aynı Macron’un itiraf ettiği gibi “Cezayir için özür dilersek çıkarlarımız zarar görür!”
Ayrımcılığın farklı görünümleri de var: Örneğin pandemi döneminde “sağlık önlemleri” adı altında uygulanan sınırlamalara uyulmadığı gerekçesiyle en çok ceza emekçilerin yaşadığı 93. bölgede kesildi. Oysa burjuvaların yaşadığı 16. Paris bölgesinde karakol karşısında yasağı delenlere uyarı bile yapılmıyordu.
Bu, öfkenin görünmeyen sınıfsal ve politik yanlarına işaret ediyor. Bunun pratikte yağma ya da daha lüks arabaların yakılması gibi yansımaları da var. Ki Fransa'daki politik kültürün giyotine dayanan geçmişinden beri bu tarz eylemlerde sınıfsal öfkenin burjuva sembollere yönelişi kabul görüyor. Sarı Yelekliler'in daha örgütlü politik bir harekete dönüşmesi yağma değil ama meydanda lüks elbiseleri yakarak bu tepkiyi yansıtıyordu. Sarkozy'nin kutlama yaptığı lokantayı yakmak “dükkan kundakladılar” diye okunmuyor ve toplumdaki karşılığı da böyle değil.
Bu eylemlerdeyse gençlerin çalışsalar da alamayacakları malları bu tepkiyle ele geçirmeleri, bir tür doğal reflekstir. Evet bu “diğer kesim” de tepki çekiyor. Bunu kontrol edecek, politik hatta ilerletecek bir önderlik boşluğunda gerisini tartışmak “yanlışları var” demek ise abestir. Öfke hareketinin kontrol zorunluluğu kitlelerde değil politik öznelerdedir. Önderlikten yoksun her ayaklanmaysa “eleştiriden muaftır.” Fransa'nın en büyük sol sendikasının isyan eden gençlere dair tek laf etmeden “tepkisini” ortaya koyarken polisin görevini, “temel hak ve demokratik özgürlükleri koruyacak kamu hizmeti” diye tanımladığı; “komünist, sosyalist, sol, demokrat” partilerin Macron'un yanına dizilip “sakin kalma çağrısı” yaptığı yerde bu kitleler sendika düşmanı da olur, bu partilere mesafeli de durur.
Fransız Komünist Partisi'nin tarihinden geriye hiçbir iz bırakılmadı lakin isminin kirletilmesi devam ediyor. Şiddeti eleştiren ama polis cinayetine tavır almayan bir “komünist” parti! Bu ise genç kitlelerde “komünist parti” etiketine karşı tepki ve önyargı yaratıyor. Sarı Yelekliler gibi daha açık ekonomik taleplerle ve daha “kabul edilebilir sınırda” bir militan eylem hareketinde bile sendikalar destek değil şiddet karşıtı açıklama yaparak kitlelerle aralarındaki uçurumu büyütüyor. Oysa polis cinayetlerine karşı tutum almayı da kendi sorumluluğu gören bir sınıf hareketi yaratılmadan, salt emeklilik yaşı ya da kapanan fabrikalar için grev, direniş örmekten öte geçmeyen bu duruş aşılmadan göçmen işçi ve emekçiler harekete kazanılamaz. Onların militan desteği alınmadan ise sınıf hareketi başarılı olamaz. Sud Sendikası’nın demiryolu kolu gibi bu konuda sembolik ama farklı pratikler sergilenmesi bir başlangıç olması açısından önemli bir adımdır.
Faşist hareketin öfke eylemlerini vesile ederek yabancı düşmanlığına dayalı propagandayı arttırması ve İslamofobinin yansımalarının görülmesi ilerleyen dönemde oluşacak yeni gerilim noktalarına işaret ediyor. Faşist çetelerin de “devleti koruma” adı altında eylem sırasında karşı eylem için toplanması başka bir tehdidi gösteriyor. Bu ise ilerici ve devrimci politik öznelerin önünde duran görevin önemini büyütüyor.
İşçileri devrimci kanallara kazanmadaki yetersizliğin devam ettiği yerde yabancı düşmanı propaganda sınıfı bölüyor ve faşist hareketin eylemleri meşruluk kazanıyor. Anti-faşist hareketi bu anlamıyla da yeniden organize etme sorumluluğu çözülmezse daha karanlık günler gelecektir.
Faşist çetelerin örgütlenmesini izleyen, “Yabancılara ölüm!” şiarıyla yapılan sokak eylemlerini koruyan devlete duyulan öfke bugün yanan tramvayların ateşinden yansıyor. Bu öfkeyi örgütlü-hedefli bir niteliğe dönüştürmezse, sol hareket devrimcilik iddiasında başarılı olamaz. Maalesef Fransız sol-sosyalist hareketinin açmazı bu eylemlere seyirci kalma noktasında belirginleşiyor. Sarı Yelekliler hareketini “aşırı sağın etkisi var” diye izleyen, Paris'teki Kürt Katliamı'na karşı gelişen tepki için “onlar etnik milliyetçiler” diyen, Ukrayna Savaşı’nda NATO’nun savaşı kışkırttığını görmeyen bir sol hareket emeklilik yasası karşısında da 15 genel greve katılımcı olmakla sınırlı kalır.
Politik önderlik iddiasının üstlenmesi gereken görevlerin boşluğunda bugün bir kitlesel öfkeyi yalnızca izliyoruz. Ancak yeni isyan dalgaları da gelecek. Bu belki seneye alım gücü düşmüş asgari ücreti arttırmak ya da yine bir kimlik kontrolünde öldürülen bir göçmen için olacak. Devrimcilik iddiası ise buna şimdiden hazırlanma sorumluluğu yüklüyor.