11 Eylül 2001’de Dünya Ticaret Merkezi’ne ve Pentagon’a karşı gerçekleşen saldırıların ardından “terörle mücadele” adı altında dünya ölçüsünde demokratik hak ve özgürlüklere karşı büyük bir haçlı seferi başlatıldı. Özellikle son on yılda Avrupa’nın kapitalist hükümetleri bunu yeni bir düzeye taşıyacak adımlar attılar. Geçtiğimiz yıllarda gerçekleşen Paris, Nice, Dresden ve Viyana’daki cihatçı terör saldırılarına da Avrupa ölçüsünde polis devletini geliştirerek yanıt veriyorlar. İngiltere kraliçesinin, polise geniş yetkiler veren yasayı haklı çıkarmak için sarf ettiği, “Uzun zamandır pasif hoşgörülü bir toplum olduk, vatandaşlarımıza şunu söylüyoruz. Yasalara uyduğunuz sürece sizi rahat bırakacağız” sözleri çok şey anlatıyor.
Avrupa polis devletine dönüşme yolunda hızla ilerliyor. Ardarda çıkarılan polis ve güvenlik yasaları bunun yolunu döşüyor. On yıldan fazla bir süredir “terörle savaş” Avrupa’nın en önemli gündemleri arasında yer alıyor, temel hak ve özgürlüklere yönelik saldırıların bahanesi olarak kullanılıyor. Tüm AB ülkelerinde polis yeni yetkilerle donatılarak özgürlükler adım adım gasp ediliyor. “Teröre karşı mücadele” adı altında polis devleti uygulamaları olağanlaştırılıyor.
Yeni yasalarla polis keyfi yetkilerle donatılıyor
“Küresel Güvenlik Yasası”, “Anti-Terör Paketi”, “Terörizmle Mücadelede Polis Tedbirleri” vb., Avrupa ülkelerinde uzun süredir demokratik hak ve özgürlükleri kullanılamaz hale getirmeyi hedefleyen adımlardır. Polis devletini tahkim edecek ve polis şiddetinin önünü daha fazla açacak yeni yasal düzenlemeler İngiltere, Almanya, Fransa, Avusturya gibi ülkelerde peş peşe geliyor. En son İsviçre’de gündeme gelen yasa ise, tüm Avrupa’daki en sert polis yasası olarak kayda geçti. Uluslararası Af Örgütü ve BM İnsan Hakları Özel Raportörü Nils Melzer, bu yasayla “bundan böyle herkesin yasal olarak hüküm giymiş bir suçlu haline gelebileceğini” vurguladı. İmza toplamanın bile devlet düzenine karşı bir tehdit olarak görülebileceğine dikkat çekti. Yasanın geçmesi üzerine, “Bugün insan hakları için zifiri karanlık bir gün” nitelemesini yaptı.
Söz konusu yasayla, bir kişi hakkında belirsiz bir gelecekte “terörist faaliyette bulunacağına” dair “ipuçları”na sahip olunması, ilgili kişinin tutuklanması için yeterli. Yetkililerin ispatlayacağı hiçbir suç olmadığı için ispat yükümlülüğü tersine çevriliyor. İlgili kişinin “potansiyel olarak tehlikeli bir kişi” olmadığına dair kanıtlar sunması gerekiyor. Gizli servisler ve polis teşkilatı “zararlı faaliyetleri” önlemek için kişilerin özel yaşamlarını adım adım izleyecek. Polis vahşetinin kaydedilmesi suç sayılacak ama hiçbir kısıtlama olmaksızın polisin herkesi video ile kaydetmesine izin verilecek. Potansiyel suçlu görülen kişiler mahkeme kararı olmadan tutuklanabilecek, vb...
Bu yeni polis ve güvenlik yasaları, polis devletine geçişte yasal-kurumsal düzenlemelere meşruluk kazandırmayı amaçlıyor. Bunun temel hedeflerinden biri demokratik hak ve özgürlüklerin ayaklar altına alınması, bir diğeri ise ilerici ve devrimci akımlardır. Tüm batılı emperyalistler “islami terörü” de bunun bahanesi olarak kullanmaktadır.
Zamanlama rastlantı değil
Sermayenin emeğe ve siyasal özgürlüklere yönelik sistematik saldırılarıyla Avrupa’da “sosyal devlet” yıllar önce çöktü. İşçi sınıfı ve emekçilerin zorlu mücadelelerle elde ettikleri ve aynı zamanda sosyalizm tehdidi karşısında burjuvazinin katlanmak zorunda kaldığı ekonomik, sosyal ve siyasal haklar uzun bir dönemdir “taşınmaz yük” haline geldi. Avrupa burjuvazisi çok boyutlu saldırılarla bu “yük”lerden kurtulmak istiyor. Gelinen yerde bu konuda epeyce mesafe de almış bulunuyor.
‘80’li yıllardan itibaren gündeme getirilen neo-liberal saldırılar işçi ve emekçilerin yaşamında yıkıcı ve ağır sonuçlara yol açtı. Bu kendini, kabusa dönüşen işsizlik, çalışma saatlerinin ve emeklilik yaşının uzatılması, ücretlerin düşürülmesi, sağlık ve eğitim alanında kötüleşme, güvencesizlik, geleceksizlik, artan yoksulluk ve sefalet, sokakta yaşamak zorunda kalan yüzbinlerin evsizliği biçiminde gösteriyor. Servet-sefalet kutuplaşması emperyalist metropollerde de hızla büyüyor. Dünya Zenginlik Raporu verilerine göre Almanya’da son bir yıl içinde milyonerlerin sayısının yüzde 4,5 oranında artması, tersinden yoksulluğun da yaygınlaşması ve derinleşmesi anlamına geliyor.
Hazırlıkları yapılan saldırıların da bir sonucu olarak sosyal sorunlar önümüzdeki yıllarda yeni düzeylere taşınacak, emperyalist burjuvazinin katlanan karlarına işçilerin büyüyen yoksullaşması eşlik edecektir. Dünya sahnesine etkili bir emperyalist odak olarak çıkmak isteyen AB, bunun zorunlu kıldığı kaynakları da emekçilere fatura etmektedir. Kolluk güçlerine ve silahlanmaya yapılan harcamalar istikrarlı bir şekilde artırılırken, buna sosyal saldırıların tırmandırılması eşlik etmektedir.
Batı burjuvazisinin sınıf mücadelesine hazırlığı
Bugünün dünyasında emperyalizmin hükümranlığına, kapitalizmin insafsız sömürüsüne ve yaşamın her alanını kapsayan hoyratlığa karşı, işçi ve emekçilerin saflarında büyüyen bir öfke ve nefret sözkonusudur. Bu kendisini çeşitli biçim ve düzeylerde dışa vuruyor. İşçi sınıfı ve emekçilerin kazanımlarını korumak ve yeni haklar elde etmek için giriştikleri mücadeleler AB burjuvazisini harekete geçiriyor. Temel demokratik hak ve özgürlükler adım adım gasp ediliyor, polis devleti uygulamaları yasalaştırılıyor.
Bütün bunlar Avrupa burjuvazisinin gelişip güçlenecek olan sınıf mücadelelerine bugünden hazırlandığını gösteriyor. Burjuva demokrasisinin ikiyüzlülüğünü gizleyen örtü gitgide bir kenara atılıyor, gerici özü daha da açığa çıkıyor. O çok övündükleri “batı demokrasisi”nin sermaye sınıfının bir diktatörlük aracı olduğu gerçeği giderek daha geniş emekçiler tarafından görülür hale geliyor.
Böylece ekonomik ve sosyal hakların yanı sıra siyasal hak ve özgürlükler uğruna mücadele de yaşamsal önem kazanıyor. Bu mücadele devrimci bir işçi hareketinin önderliğinde kapitalizme karşı verilecek mücadelenin ayrılmaz bir parçası olarak ele alındığı koşullarda, bu saldırganlığın püskürtülmesi, gerçek ve kalıcı kazanımların elde edilmesi olanaklı olacaktır.