İki emperyalist paylaşım savaşının birinci dereceden sorumlusu olan ve 1945 yılında Kızıl Ordu tarafından yenilgiye uğratılan Alman ordusu, galip güçler tarafından dayatılan yaptırımlar sonucu 1949 yılından itibaren kışlalarına hapsedilmişti.
Ayrıca emperyalist paylaşım savaşı, dünyanın diğer halkları gibi Alman emekçileri için de büyük acılar ve yıkım yaratmıştı. Savaş sonrası Alman halkının bu yıkıma tepkisi, anayasanın değiştirilmesi yoluyla Alman ordusunun yurtdışına çıkışının yasaklanması oldu. O dönem emekçiler cephesinden yükselen tepki Alman egemenlerini buna mecbur etmişti.
Birleşmiş Milletler’in (BM) özel izniyle ve sadece NATO üyesi ülkelerin sınırlarında hareket alanı tanınan Alman ordusunun yayılmacı her girişimi, ‘90’lı yıllara kadar BM üyesi Fransa ve İngiltere’nin vetosuna çarparak boşa düşürüldü. Bu yolla, Alman emperyalizminin eski sömürgelerindeki her türden yayılmacı girişimi, Fransa, İngiltere ve ABD emperyalizmi tarafından etkisiz kılındı. 1956 yılında Alman tekellerinin çıkarlarının korunması amacıyla Alman ordusunun Mısır’a ve eski sömürgelerindeki halk ayaklanmalarına yönelik planladığı askeri operasyonlar da yasaklandı.
Bu tarihten itibaren Alman emperyalizmi çaresiz olarak savaşın yenilgisini ve kendisine uygun görülen pasif bir aktör olma rolünü sineye çekmek zorunda kaldı. ‘60’lı yıllarda Alman Savunma Bakanı olan Franz-Josef Strauß’un konuya ilişkin olarak, “Ekonomik gücü bakımından bir dev olan Almanya’nın, savaş sonrası alınan bu yasaklar sonucu, sadece politik arenada hareket edebilen bir cüceye dönüştürülmesi kabul edilemez.”1 şeklindeki açıklaması, Alman sermaye sınıfının tepkisini ortaya koyması açısından dikkat çekicidir.
‘90’lı yılların başında Almanya’nın yeniden birleşmesi ve Varşova Paktı’nın dağılması ile birlikte Alman ordusunu bu sınırlara hapseden yasal engellerin ortadan kaldırılması için çabalar yoğunlaştırıldı. 1991 yılında, Irak’ın Kuveyt’i işgalini gerekçe gösteren, Amerikan ve İngiliz emperyalistlerinin başını çektiği sömürge savaşından pay almak isteyen Alman tekelleri daha büyük bir kararlılıkla harekete geçtiler. Dönemin Başbakanı Helmut Kohl ve CDU hükümeti eliyle, ordunun tekrar savaşa sürülmesi amacıyla parlamentoda birtakım yasal değişikler gündeme getirildi. Uluslararası kapitalist tekellerin çıkarları uğruna kan gölüne dönüştürülen Ortadoğu’daki bu savaşta Alman emperyalizminin bu kirli hevesi, hiç beklemedikleri bir engele çarparak boşa düşürüldü. Yüz binlerce Alman emekçisi “Kein Blut für Öl (Petrol için kan akıtmayacağız)” çağrısıyla sokakları işgal ederek, ülkenin gördüğü en kapsamlı barış eylemleriyle bir kez daha sömürgeci orduyu kışlalarına hapsetti.
Sokakları saran bu barış eylemleri, Alman ordusu askerleri içerisindeki savaş karşıtı potansiyeli açığa çıkardı. 1991 yılında savaş için Türkiye’ye gönderilmek için Bremervörde kentinde hazır bulundurulan uçaksavar taburuna bağlı 400 asker kendi aralarında ortak bir karar alarak “savaşa katılmayı ve silah kullanmayı reddettiklerini deklere ettiler.”2 (Aktaran: Schwarzbuch-Kara kitap, s. 9, 2017, R. Luxemburg Vakfı)
Ordunun, Alman tekellerinin hizmetinde savaşa sürülememesi sermayenin en büyük açmazlarından biri oldu. Sermaye bu açmazdan kurtulmak için sorunu her fırsatta döne döne tekrar gündeme getirdi. 1992 yılında NATO eliyle başlatılan Balkan savaşlarında bir kez daha Alman orduları kışlalardan çıkarılıp savaşa sürülmek istendi. Bir yıl öncesi, devasa boyutlara ulaşan barış eylemlerinden gerekli dersleri çıkaran tekeller ve onun hizmetindeki iktidar bu kez olası bir toplumsal tepkiyi dizginleyebilmek için ordunun “BM çatısı altında barışçıl amaçlar için” Yugoslavya’ya gönderileceğini açıklamak zorunda kalmıştı.
Toplumsal baskının boyutunu yansıtması bakımından, dönemin Savunma Bakanı Volker Rühe’nin, Spiegel dergisine yaptığı şu açıklama önemlidir: “Ne Alman vatandaşları ne de askerler, böylesine kapsamlı askeri hareketlere hazır değiller. Bu benim tezim. Bundan dolayı biz öncelikli olarak sadece askerlerimizi değil, aynı zamanda toplumu da adım adım bu tür süreçlere hazır hale getirmeliyiz.”3
1990’larda başlayan bu sürece son nokta, tıpkı I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ön günlerinde (1914) savaş bütçesine tam destek veren “sosyal demokrat” hainler tarafından konuldu. 1998 yılında ihanet bir kez daha tekerrür etmiş, Alman ordusunu tekellerin hizmetine sürecek olan ve onun elini ayağını bağlayan tüm yasalar SPD ve ortağı Yeşiller Partisi eliyle ortadan kaldırılmıştır.
1999 yılında tüm zincirlerinden kurtarılmış olan işgalci Alman ordusu bu tarihten itibaren dünyanın 14 ülkesinde binlerce askeri ile sermayeye engelsiz bir biçimde hizmet etmektedir. Sömürgeci Alman ordusu, işgalci olarak bulunduğu bütün ülkelerde ittifak güçleriyle beraber onlarca katliama imza atmıştır. 3 Eylül 2009 tarihinde Afganistan’ın Kunduz kentinde Alman askerleri tarafından 100’ün üzerinde savunmasız sivilin, savaş uçaklarıyla öldürülmesi bunlardan sadece birisidir.
Tüm bu katliamlar “insani yardım, barışın tesisi, terörizmle mücadele” vb. yalanlarıyla propaganda edilerek, savaş karşıtı toplumsal tepki zamanla eritilmiştir. Bu amaçla Alman Savunma Bakanlığı’na propaganda ve reklam giderleri için ayrılan bütçe 3,78 milyondan 23,8 milyona çıkartılmıştır. Hizmetindeki satılmış medya aracılığı ile işgalci ordunun saldırganlığı ülke çapında aylarca sürdürülen devasa kampanyalarla meşrulaştırılmak istenmektedir.
2008 krizi Alman ordusunda köklü değişimleri beraberinde getirdi. Yurtdışına gönderilen binlerce askerin, Alman ekonomisine maliyetinin 2008 krizi ile birlikte daha da ağırlaştığı belirtildi. Bunun üzerine Alman ordusu hantallığına son verilmiş ve vurucu gücü daha da güçlendirilmiş bir aygıta dönüştürüldü. Ücretleri emekçilerin ödediği vergilerle finanse edilen ve içerisinde her türden ırkçı faşistin (%10’lara ulaştığı iddia ediliyor) cirit attığı 180 bin profesyonel katilden oluşan bir kuruma dönüştürüldü.
Tekellerin hizmetindeki işgal ordusu
2010 Mayıs’ında bir gazeteci tarafından, dönemin cumhurbaşkanı olan Horst Köhler’e “İstikrarın sağlanması için Afganistan’da bulunan Alman ordularının, savaşın bir tarafına dönüştüğü iddiaları var, bu konuda ne düşünüyorsunuz?” şeklinde bir soru soruldu. Horst Köhler cevabında, “Bizim büyüklüğümüzdeki bir ülkenin çıkarları, özgürce ticari etkinliklerini sürdürebilmesi, hammadde ve enerji kaynaklarına engelsiz ulaşımını, içeride ise işyerlerinin korunabilmesi, ücretlerin ödenebilmesi için bu türden askeri operasyonları kaçınılmaz kılmaktadır.”4 ifadelerini kullandı.
Bu açıklama, Cumhurbaşkanı H. Köhler’i koltuğundan etmişti. Oysa o sadece Alman devletinin bu konudaki resmi politikasını dile getirmişti tıpkı Verteidigungspolitischen Richtlinien von 1992 (Savunma politikamızın ilkeleri 1992) belgesinde dile getirildiği gibi: “Dünya ticaretimizin korunması, engelsiz olarak bütün dünya pazarlarına ve hammadde kaynaklarına ulaşım, Almanya’nın güvenliğinin sağlanması, ancak bizim yurtdışındaki askeri operasyonlarımızla güvenceye alınabilir, bunlar bizim savunma politikalarımızın temel çizgileridir.”5
Bu ve benzeri onlarca resmi devlet kaynağı bulunmaktadır. Bunlardan en önemlisi, devletin milli siyaset belgesi demek olan Weissbuch (Beyaz kitap) adlı kaynaktır. Son olarak 2016 yılında yayınlanan ve Alman emperyalizminin bütün askeri yönelimlerini ortaya koyan bu belgenin birçok yerinde bunu görmek mümkündür.
Kitabın önsözünde Almanya Başbakanı A. Merkel, kendi hedeflerini, “Ekonomik ve politik gücü üzerinden Almanya, NATO ve Avrupa ülkelerine karşı sorumluluğunun bir gereği olarak Avrupa’nın güvenliğini üstlenmek zorundadır”6 sözleriyle ifade etmektedir.
Kitabın ilerleyen sayfalarında Almanya’nın hedeflerinden daha ayrıntılı söz edilmektedir. Şu iki pasaj bir fikir verecektir:
“Dünyanın dördüncü büyük ekonomisine sahip olan Almanya, Asya, Latin Amerika’da hızla gelişmekte olan ve bugünün verileri üzerinden, gelecek yıllar içerisinde Alman ve hatta Avrupa ekonomilerini aşacak olan ülkelerin gelişme basıncına karşı kendisini korumak zorundadır. Refah düzeyimizi ve çıkarlarımızı korumanın tek yolu, dünya pazarlarına, hammadde ve enerji kaynaklarına engelsiz ulaşım ile mümkündür.”7
“Bu kaynaklara, kara, deniz, havayolları üzerinden ulaşımda yaşanan engeller, devletimizin istikrarı ve vatandaşlarımızın refah düzeyini sıkıntıya sokabilir. Ayrıca bu kaynaklara sahip olan ülkelerde yaşanan istikrarsızlık, güçsüz devlet yönetimleri, ayaklanmalar, terör faaliyetleri ayrı bir sorun alanıdır. Bu sorunların kaynaklarına boyun eğdirilmesi ya da ortadan kaldırılması dış güvenlik politikalarımızın bir gereği olarak ortaklarımızla birlikte uygulamaya konulur.”8
Bu kadarı bile Alman kapitalizminin ve hizmetindeki ordunun geleceğe ilişkin yayılmacı emperyalist emellerini ortaya koymaya yeter sanırız.
Emperyalistler arası büyüyen rekabet ve militarizm
2018 yılında toplanan NATO zirvesinde ortaya çıkan tablo, emperyalistler arası çatışmanın boyutlarını da açığa çıkarmış bulunmaktadır. Özellikle NATO üyesi ülkelerin birliğe sunmaya söz verdikleri finansal destek sorunu ABD başkanı Trump’ın tehdit içerikli açıklamaları gündeme oturmuştu. Ülke ekonomilerinin (GSMH) %2’sini silahlanmaya ayırmasını şart koşan birlik sözleşmesi başta Almanya olmak üzere birçok ülke tarafından uygulanmamaktadır. Trump’ın NATO’dan ayrılmak, Avrupa Birliği’nin güvenliği için yapılan harcamaları kısmak yönündeki tehditleri Almanya’nın militarist eğilimlerini ve Avrupa Birliği ortak ordusu yönündeki adımları güçlendirmiştir. Ayrıca dünya ticareti ve ekonomisinin dörtte birine sahip olan AB, gücü üzerinden artık kendisine biçilen role razı gelmemektedir. O egemen bir güç olarak kartların yeniden karılmasını talep etmektedir. Bu nedenlerden dolayı AB ekonomik gücünün yanı sıra askeri bir güç olarak da söz sahibi olmak istemektedir.
Bu süreç Almanya için uzun bir zamandır başlamış bulunuyor. Almanya’da 2017 yılı itibarıyla silahlanmaya ayrılan bütçe 37 milyar avrodur. 2024 yılına kadar bu rakamlar yüzde 100’den daha fazla arttırılarak, 75 milyar avroya çıkarılacaktır. Böylesi bir durum Almanya’yı, Amerika ve Çin’den sonra silahlanmaya en çok kaynak ayıran üçüncü ülke sırasına yükseltecektir.
Bu amaçla Alman emperyalizmi her alanda devasa kaynaklar kullanarak ordusunu nitelik olarak dünyanın en güçlü ordusu haline getirmenin çabası içerisindedir. Sadece orduya yeni güçler kazanabilmek için okullarda, üniversitelerde, işçi bulma kurumlarında korkunç bir reklam kampanyası düzenlemektedir. Bu kapmayalar için ayrılan ödenekler 16 milyondan 35,6 milyon avroya çıkarılmış bulunmaktadır. Alman devleti ayrıca toplumda Alman nasyonalizmini pekiştirmek, insanların orduya olan desteğini güçlendirmek için birçok “bilim insanını” satın almakta, bu amaçları için çalıştırmaktadır. Şu an istatistiki verilere göre toplumunun %63’ü Alman ordusunun yabancı ülkelerde görev yapmasına karşı çıkmaktadır. Bu durumun tersine çevrilmesi amacıyla Almaya’nın 11 üniversitesinde Savunma Bakanlığı tarafından bütçesi finanse edilen bölümler kurulmuştur. Basın tekelleri, burjuva partileri, olası tepkilere karşı polis devleti uygulamaları, silah sanayisinin bir bütünü, bu konularda hummalı bir çalışma yürütmektedirler.
Alman emperyalizmi öncelikli olarak kendi ordusunu, buna dayanarak Avrupa Birliği ordusunu hızla hayata geçirmek istiyor. Çünkü silah tekelleri bunu istiyor, dünya pazarlarına daha fazla egemen olmak isteyen sermaye bunu istiyor. Geriye bu güçlerin hizmetindeki burjuva partileri ve iktidarların işlerini yapması kalıyor.
Yaşadığımız dünya emperyalist devletler tarafından tepeden tırnağa kadar silaha boğulmuş durumdadır. Dünya genelinde silahlanmaya ayrılan para 1.800 milyar doları geçmiş bulunmaktadır. Bu paranın sadece %1’i ile bütün bir insanlığın yaşadığı açlık sorunu çözülebilir. Oysa kapitalist tekeller daha fazla zenginlik uğruna insanlığı ve üzerinde yaşadığımız gezegeni yok olmaya doğru hızla sürüklemektedir. Kapitalizm bir sistem olarak kendisinden başka her şeye, doğaya, insana düşmandır. Bu nedenlerden dolayı bu sistem yıkılmayı çoktan hak etmiş bulunmaktadır.
Biliyoruz ki kapitalizmin insanlığa verebileceği hiçbir gelecek yoktur. O, insana yabancılaşmış bir sistemdir ve mutlaka yıkılacaktır. Yeter ki kapitalizmi bu yıkıma götürebilecek olan biricik güç, yani işçi sınıfı devrimci bir sınıf olarak mücadele sahnesine çıkabilsin. Bu tarihsel adımın gerçekleşmesini sağlamak ise bilimsel sosyalizm düşüncesi ile donanmış devrimci partilerin görevidir. Tarih dün olduğu gibi bugün de, er veya geç o devrimci partileri sınıfın ileri kuşakları içerisinden var edecektir. Önderliği ile buluşmuş olan işçi sınıfı işte o zaman, tarihin ona yüklemiş olduğu onurlu görevi mutlaka zaferle taçlandıracaktır.
Kaynaklar:
1) Ein Überblick findet sich hier: http://www.spiegel.de/spiegel/print/d-43257716.html
2) Bericht in: Die Tageszeitung, 04.02.1991
3) Volker Rühe in Der Spiegel, 20.07.1992, http://www.spiegel.de/spiegel/print/d-13855248.html
4) Horst Köhler am 22. Mai 2010 in einem Interview mit dem Deutschlandradio
5) Verteidigungspolitische Richtlinien, 26.11.1992, Ziffer II.8.
6, 7, 8) Weissbuch 2016 (s. 6-22-41)