Hükümetin 657 sayılı yasada yapmak istediği değişiklikler, en tepeden yapılan açıklamalarla ortaya kondu. Cumhurbaşkanı, memurların “çalışıyorsa” tutulacağına “ihanet içindeyse” “bu zırhı” kullanamayacağına dikkat çekip “paralelle mücadele” vurgusu yaparken; başbakan, memurların “emekliliğine kadar korunak altında” olduğunu, “çalışmasa bile para aldıklarını” ve devletin memurlara "çalışmıyorsun ya da yanlış çalışıyorsun." deme hakkının olduğunu vurguladı. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Süleyman Soylu ise, 13 yılda çalışma ve sosyal güvenlik alanlarında büyük reformların hayata geçirildiğini belirttikten sonra “reform”, “verimlilik”, “rekabet” gibi piyasacı kavramlara da vurgu yaptıktan sonra bu reformun “sadece iş güvencesine çıpalanmasının” “haksızlık” olduğunu söyledi. Çalışma bakanı benzer açıklamaları, Kamu Personeli Danışma Kurulu’nun (KPDK) Kasım ayı toplantısında bir kez daha dillendirip, kararlılık vurgusu yaparken, bu toplantıya katılan konfederasyonlar, (KESK, KAMU-SEN, MEMUR-SEN) bu yasanın “kırmızı çizgileri” olduğunu belirttiler.
Hükümet, 657 sayılı yasayla birlikte, kamu emekçilerinin kalan son haklarını da ortadan kaldırmak için seferber olmuş bulunmaktadır. Bu, şüphesiz sermayenin belirli bir ihyacının ürünü olarak ortaya çıkmıştır ve uzun süredir uygulanagelen saldırıların en kapsamlılarından biridir. Saldırıların kökleri, bizzat Türkiye Cumhuriyetinin sınıf kimliğinde bulunmaktadır. Konunun kapsamını aşmakla birlikte ifade etmeliyiz ki Türkiye Cumhuriyeti 1929 büyük bunalımına kadar kamusal hizmetlerin ve bugün devlete ait olan pek çok işletmenin yerli ve yabancı özel sermaye tarafından gerçekleştirilmesi için her yolu denemiştir. Fakat “altyapı yetersizliği” nedeniyle bu mümkün olmayınca ve 1929 bunalımıyla da yabancı sermayenin böylesi bir yatırımı gerçekleştirmesi olanağı ortadan kalkınca devlet, bazı hizmet ve işletmelerin yapımını zorunlu olarak kendisi gerçekleştirmiştir. “Devletçilik” adı verilen bu zorunlu politikalar sonucunda devletin elinde son derece büyük, yaygın ve yüksek karlılık vadede bir yığın işletme ve pazar alanı ortaya çıkmıştır. Devlet, kuruluşundan itibaren, bizzat satın alma yoluyla batıkları kurtararak, ortaklıklar yoluyla sermaye katkısı sağlayarak, kamu ihaleleri yoluyla büyük olanak ve kaynaklar yaratarak ve kendisine ait işletmelerde ürettiği mal ve hizmetleri sermayenin ihtiyaçlarına göre düzenleyip onlara ucuz girdi sağlayarak; kısacası kamusal kaynakları seferber ederek, sermaye için, bir sınıf devletinin yapabileceğinin en mükemmelini yapmaya çalışmıştır. Aynı zamanda bu sınıfsız (!) devletin, kuruluşundan itibaren ve hatta kurulmadan önce, sosyalistlere, komünistlere, ilericilerle ve her türlü işçi hareketine karşı hoyratça saldırdığını da unutmamak gerekir. Sermaye devleti, sermayenin belirli bir güce eriştiği noktada yeni bir görevle karşı karşıya kalmıştır. Bu yeni görev: Devlete ait, yüksek karlılık vadeden kuruluş ve hizmetleri doğrudan sermayenin hizmetine sunmaktır. Devlet, 24 Ocak 1980’de bu neo-liberal dönüşümü ifade eden bir program ortaya koyduysa da dönemin yoğun toplumsal-sınıfsal mücadelesi ve Sovyetler Birliği’nin varlığı gibi nedenlerle bu programı gerçekleştirme fırsatı bulamamıştır. Toplumsal-sınıfsal muhalefetin1980 askeri faşist darbesiyle ezilmesiyle ve 1990’ların başında Sovyetler Birliğinin çökmesiyle iç ve dış koşullar saldırı politikalarının uygulanabilmesi için uygun hale gelmiş ve nihayetinde 1994 yılında uluslararası GATS anlaşması imzalanabilmiştir. GATS anlaşmasının mantığı basittir: Belirlenen 11 hizmet kolunun (Telekom-posta, inşaat, eğitim, atık su işleme, çevresel hizmetler, bankacılık hizmetleri, sosyal hizmetler-sağlık, turizm-seyahat, kültürel ve sportif hizmetler, ulaşım hizmetleri) piyasanın eline teslim edilmesi. Devlet 1980’lerden itibaren kamu kuruluş ve hizmetlerine yönelik, “sırtımızdaki kambur”, “zarar ediyorlar”, “uzun kuyruklar” vb. argümanlar geliştirmiş ve toplumu bu konuda maniple etmiştir. Aynı yıllarda devlet, AKP’nin iktidara geldiği 2000’li yıllara kadar aydınların, sosyalistlerin, devrimcilerin ve ilericilerin üzerindeki terörü en yüksek düzeye vardırmış ve aynı zamanda her türlü emek hareketini baskılamayı da ihmal etmemiştir. Nihayetinde AKP iktidara geldiğinde neo-liberal politikaların önündeki engeller büyük ölçüde ortadan kaldırılmıştır. İşte, AKP’nin son “13 yılda” gerçekleştirdiği bu “büyük reformlar” AKP’den önceki sermaye hükümetlerinin uyguladığı politikaların; sermaye devletinin, kuruluşundan itibaren içerdiği sınıf kimliğinin, uluslararası ve yerli sermayeye duyduğu kutsal sadakatin; bu sadakatin gereği olarak emekçilere, devrimcilere, aydınlara ve sosyalistlere karşı yürüttüğü kesintisiz terörün dolayımsız bir sonucu olarak gerçekleşmiştir.
13 yıldır sermayeye hizmette kusur etmeyen AKP, yeni ve kapsamlı bir saldırı hazırlığı içine girmiş bulunmaktadır. Esneklik, verimlilik, güvencesizlik, müşteri odaklılık, bireysel performans gibi piyasacı anlayışa dayalı bu saldırı paketi henüz netleşmese de, hedefte kamu emekçilerinin tüm haklarının ortadan kaldırılması ve kamusal hizmetlerin tamamen piyasalaştırılması söz konusudur.
Saldırı politikaları neler getiriyor?
4-A, 4-B, 4-C gibi farklı statülerdeki tüm kamu emekçileri, 'kamu çalışanları' adı altında sözleşmeli hale getirilecektir. Asker, polis, hâkim ve savcı bu kapsamın dışında tutulacak ve devlet memurluğu bu kategorilerle sınırlı kalacak. Böylece devlet asli görevinin güvenlik odluğunu ortaya koymaktadır. Burada memurluk kavramının daraltılmasıyla memurluk kapsamı dışına alınan (eğitim, sağlık, ulaşım, iletişim vb.) hizmetlerin tamamen özelleştirileceği ilan edilmiş olmaktadır. Dolayısıyla emekçiler, bu hizmetlerden yararlanmak için çok daha fazla ödenek ayırmak zorunda kalacaktır. Üstelik bu hizmetlerden ne kadar yararlanacağınız ve alacağınız hizmetin niteliği de yine yapacağınız ödemenin miktarına bağlı olacaktır. Memurluk kapsamı dışına alınan bu kategorilerde çalışan kamu emekçileri ise, tamamen güvencesizleştirilecektir. Her yıl yenilenecek olan sözleşmelerle kamu emekçilerinden, kölece çalışma koşullarını itiraz etmeksizin kabul etmesi istenecektir. Performans, verimlilik, müşteri memnuniyeti gibi piyasacı anlayışın kıskacındaki kamu emekçisi, sürekli yükselen “verimlilik” beklentilerini karşılamak için mesleki ilkeleri dahi ayaklar altına alacaktır. Sözleşmeli istihdamla birlikte, kamu emekçileri, ekonomik, sosyal ve özlük hak kayıplarıyla birlikte, sigorta, sağlık ve sosyal güvenlik kazanımlarında da ciddi kayıplar yaşayacaklardır.
Kamu emekçileri, “kısmi süreli çalışma”, “uzaktan çalışma” ve “ödünç memurluk” gibi esnek çalışma biçimleriyle çalıştırılabilecektir. Bir kamu emekçisi yaptığı iş dışında başka işlerde de görevlendirilebilecek. Kamu emekçileri, tanımlanmış görevinin dışında başka görevlere verilebilecek ve kurumlar arasında “ödünç” alınıp verilebilecektir. Böylece, çalışma süresi ve yapılan iş belirsiz bir hal alacaktır. Emekçi bir işten diğerine, sürekli koşturularak “en verimli şekilde “ kullanılmış olacaktır. Böylece kamu emekçisi, gerek zaman olarak ve gerekse iş yükü ve iş yoğunluğu olarak gittikçe artan oranda bir sömürüyle karşı karşıya kalacaktır. Esnek çalışma biçimleri aynı zamanda kamu emekçilerinin örgütlenme olanaklarını da büyük ölçüde zayıflatacak ve bu durum kölelik koşullarının daha da katmerli hale gelmesine yol açacaktır.
Maaşta “performans” uygulaması getirilecek ve bu performans, ücretlerde atama ve yükselmelerde belirleyici olacak. Bu düzenlemeyle her şey “performans” çerçevesinde dönmeye başlayacak. Performans değerlendirmeyle birlikte her şeyden önce emekçinin üzerindeki denetim, olağanüstü şekilde artacaktır. Yönetim kademlerinin yansıra hizmet alanların da katılacağı bu değerlendirmede kamu emekçisinin her anı, hatta tutum ve davranışlarıyla kişisel özellikleri dahi denetim altında tutulacaktır. Emekçiler, ayrıca performans kriterlerini karşılamak için kendi aralarında yoğun bir rekabete girecektir. Her bir emekçi bireysel olarak değerlendirileceğinden ve yüksek ücret alanların daha yüksek performans ortaya koyduğu düşünüldüğünden her bir emekçi diğerinin “rakibi” haline gelecektir.
Bu rekabet, kamu emekçileri arasında ücretlerden ve kriterleri karşılayabilme durumlarından kaynaklı oluşacak hiyerarşi dolayısıyla daha da katmerli hale gelecektir. “Kalite”, “müşteri memnuniyeti” ve “verimlilik” adı altında kamu emekçileri, yoğun bir şekilde baskı altına alınacak ve sürekli daha fazlasını yapmak zorunda kalacaklardır. Bu sistemde, en temel etik değerleri ve mesleki ilkeleri dahi ayaklar atına alarak, yönetimin ve siyasi iktidarın bir dediğini iki etmeyen kamu emekçisinin “yüksek performans(!)” elde edeceğinden kimsenin kuşkusu olmasın. Dolaysıyla itaatkârlık en önemli performans kriteri olacaktır.
Hükümet ,“İdeolojik veya siyasi amaçlarla kurumların huzur, sükûn ve çalışma düzenini bozmak, boykot, işgal, kamu hizmetlerinin yürütülmesini engellemek, işi yavaşlatma ve grev gibi eylemlere katılmak veya bu amaçlarla toplu olarak göreve gelmemek, bunları tahrik ve teşvik etmek veya yardımda bulunanlara devlet memuriyetinden çıkarılma cezası verilir.” ibaresiyle yapacağı değişiklikte kamu emekçilerinin örgütlü davranışlarını cezalandırmayı da ihmal etmemiştir. Böylece kölelik koşulları, en temel demokratik hakların ortadan kaldırılmasıyla taçlandırılmış olacaktır. Sendikalar etkisizleştirilirken, grev, işten atılma gerekçesi sayılacaktır. İş yerinde hangi usulsüzlük olursa olsun, yandaşlar hangi dolapları çevirirlerse çevirsinler ses çıkarmak, karşı çıkmak “sükun ve çalışma düzenini bozmak” kapsamında işten atılmanıza neden olabilir. Ayrıca iş yerinde ırkçı, ayrımcı ve cinsiyetçi saldırılara cevap verdiğinizde de aynı kapsamda değerlendirilebilirseniz.
Sendikaların tutumu
İşbirlikçi Memur-Sen’den ve Kamu-Sen’den, saldırılara karşı herhangi bir direniş beklemek bu değişikliklere karşı koyacağını düşünmek gerçekçi olmaz. Bu konfederasyonların, Kamu Personeli Danışma Kurulu’nda tükettikleri (KPDK) “kırmızı çizgimiz” söylemi ise içi boş ve klişe bir ifadedir. Gerçekte Memur-Sen işbirlikçilikte zirve yapmıştır ve bu tutumu kamu emekçilerinin iş güvencesinin kaldırılmasını savunacak kadar ileri götürmüştür. Kamu-Sen, bir zamanlar ellerinde tuttukları, kadrolaştıkları ve böylece istedikleri gibi at oynattıkları, bürokrasiyi ve yönetim kademelerini kaybetmenin halet-i ruhiyesi içinde hareket etmektedir. Kamu-Sen’in diğer bütün tepkileri bu zemindeki eleştirileriyle ilişkilidir. Bununla birlikte Kamu-Sen, KESK harekete geçtiğinde taban basıncı nedeniyle harekete geçebilmektedir. Hatta bu basıncın büyük olması durumunda Memur-Sen bile göstermelik de olsa bazı eylemlilikler ortaya koyabilmektedir. Dolaysıyla kamu emekçilerinin hâlihazırdaki hareket ettirici öncü gücü, KESK’tir. Bu durum üye sayısından ve yetkili sendika olup olmadığından bağımsız olarak doğrudan sınıf mücadelesiyle ilişkilidir. Bununla birlikte KESK, süreci örgütlemeden son derece uzaktır. Her ne kadar bazı toplantılar yapılıyor, kararlar alınıyor ve bazı görüşmeler yapılıp tartışmalar yürütülüyorsa da, bütün bu süreç belirli bir plan ve programdan yoksundur. Çalışmalar dağınık, zayıf, cansız, ruhsuz ve merkezi bir örgütlemeden uzaktır. Çalışmalar, çoğu zaman bireylerin kişisel çabasıyla yürütülmektedir. İş yerleri süreçten habersizdir ve kamu emekçileri konu hakkında bilgi sahibi olmadığı gibi, olayın ciddiyetini de kavrayabilmiş değildir. Konfederasyon ise sadırları kamu emekçilerinin gündemine sokacak, onları bu saldırılar konusunda bilinçlendirecek ve hepsinden önemlisi, saldırılara karşı örgütleyecek bir iarede ortaya koyamamaktadır. Dolayısıyla süreci örgütlemesi için KESK'in üzerinde baskı yapması gereken öncülere büyük görevler düşmektedir.
Kamu emekçilerinin saldırılara karşı cevabı grev olmalıdır. Öncü-ilerici kamu emekçileri topyekûn saldırılara karşı topyekûn direnişin örgütlenmesi için tüm olanaklarını seferber etmelidir. Bir mücadele programı belirlenmeli, komiteler oluşturulmalı, iş yerleri saldırılar hakkında bilgilendirilmeli, bölge toplantıları ve işyeri toplantılarıyla kamu emekçileri saldırılar başlamadan süreci tartışıp mücadele olanaklarını ortaya koymalıdır.
Topyekûn saldırılar karşı topyekûn direniş!
Sözleşme değil, iş güvencesi!
Performans değil, dayanışma!
Eşit işe eşit ücret!
Herkese parasız, nitelikli kamusal hizmet!
İnsanca yaşamaya yetecek ücret!
Sosyalist Kamu Emekçileri