2019 1 Mayıs’ında işçi sınıfının verdiği en net mesaj, “son kale” olarak görülen kıdem tazminatının gaspına karşı mücadele karalılığıydı. Yanı sıra Yeni Ekonomi Programı olarak adlandırılan sosyal yıkım programına ve krizin etkilerine karşı da güçlü mesajlar verildi. AKP iktidarı da işçi kortejlerinde sıklıkla atılan “Damat şaşırma sabrımızı taşırma!” sloganıyla tepkilerin odağındaydı. Sendikal bürokrasi ise bu öfke karşısında kürsülerden kıdem tazminatının tekrar “kırmızı çizgi” olduğunu vurguladı mecburen. Ancak sendika bürokratları ne denli konuşsalar da “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz!”
Hak-İş ağalarının, yandaşlık gereği, kıdem hakkının gaspı konusunda AKP’ye verdikleri destek zaten biliniyor. 1 Mayıs dolayısıyla Erdoğan tarafından “Saray”da düzenlenen yemeğe katılarak ait oldukları safı bir kez daha gösterdiler. Ülke ekonomisinde kilit yerlerdeki işçilerin belli bir çoğunluğunun üye olduğu Türk-İş’in bürokratları ise, kıdem hakkına verdikleri önemi göstermek adına sürekli kırmızı çizgilerden bahsedip, bu nedenle de bu seneki mitingi Diyarbakır yerine Kocaeli’ye aldıklarını söylediler. Ancak 1 Mayıs programında sadece iktidarı uyarmakla yetinen nutuklar dışında elle tutulur bir tutum sergilemediler. Mitingde farklı fabrika ve işkollarından işçilerin birbiriyle etkileşime geçmesini engellemek için programı oldu-bitti halinde bitirdiler. Hatta bazı sendikaların yönetimleri kendi üyelerini toplam kitlenin içine sokmamak için ellerinden geleni esirgemediler.
Sendika bürokrasisi de biliyor ki işçi sınıfı kıdem hakkını “son kale” olarak görmektedir, tepkilidir ve birleşik mücadelenin öneminin farkındadır. Bürokratlar, bu durumun yarattığı basınçla kürsülerden atıp tutarak, işçinin öfkesini kontrol etmeye çalışıyorlar. Ancak bunun dışında söyledikleri ya da söyleyebilecekleri somut bir mücadele programı yoktur ortada.
Türkiye işçi sınıfının sendikal anlamda bile örgütlülüğü oldukça zayıftır ve olduğu kadarıyla işçi sınıfı ya doğrudan sermaye ve devletin politikaları doğrultusunda şekillenen sendikal bürokrasinin ya da “sosyal diyalog” adı altında uzlaşıdan, iş barışından söz eden liberal “çağdaş sendikacılık” anlayışının etkisi altındadır. Her iki halde de sendikal bürokrasinin misyonu işçi sınıfını sömürü düzeni adına denetim altında tutmaktır. Her kritik dönemeçte kurulu düzenin çıkarlarını bozmadan işçileri denetleme misyonlarında ne denli “başarılı” olduklarını, gerek fabrika direniş süreçlerinde gerekse sermayenin genel saldırılarına verilen yanıtlardan görmekteyiz. Gelinen yerde işçi sınıfı, geçmişte elde edilen haklarını bir bir kaybetmiş, neo-liberal politikalara uyumlu yeni saldırılarla daha da güvencesiz bırakılmış ve daha fazla köleliğe itilmiştir. Bu tabloda sendikal bürokrasinin belirleyici bir sorumluluğu vardır.
Sendikal bürokrasinin saldırılar karşısında sergilediği tutumu görmek için işçi sınıfının hafızasında önemli bir yeri olan özelleştirme saldırılarını hatırlamak gerekir. Özelleştirmenin hedefindeki KİT’ler için de “son kale” tanımı kullanılmıştı. Ancak bu son kaleleri korumak için öncesinde ve saldırı esnasında ciddi bir direniş göstermekten bilinçli olarak uzak duruldu. Örneğin SEKA, Tekel vb. gibi işletmelerde tabandan gelen direnişleri büyütmek için çaba göstermeyenler, kıvılcım olan bu ateşleri söndürmek için ellerinden geleni yaptılar. Son kaleler tek tek düştü.
İçinden geçtiğimiz süreçte de işçi sınıfı yine çok ciddi bir saldırı dalgasıyla karşı karşıyadır. 1 Mayıs tablosu göstermiştir ki sendikal bürokrasinin denetiminde olan binlerce işçi doğru bir refleksle kıdem hakkının gaspına karşı teyakkuzdadır ve çözümün “genel grev genel direniş” sloganında ifadesini bulan yoldan geçtiğinin de farkındadır. Ancak bu farkındalığın pratiğe dökülmesi konusunda sendikal bürokrasiyi aşacak bir bilinçten ve taban örgütlenmelerinden yoksun olduğu da bir başka gerçektir.
Kuşkusuz bu tablo değişmez değildir. Bu saldırı dalgasını tersine çevirmenin imkânları ve potansiyeli vardır. Bu potansiyelin önündeki en önemli engellerden biri olan sendikal bürokrasi de esasen bir sıkışma yaşamaktadır. İşçi sınıfının mücadele basıncını onlar da görmektedir ve süreci yönetemezlerse dipten gelen tepkinin büyüyerek denetim dışına çıkma ihtimali de yabana atılır türden değildir. Tarihsel örnekleriyle biliniyor ki harekete geçmiş kitlelerin bilinç değişimleri de hızlı olmaktadır. Son kalelerini savunma konusunda harekete geçen işçi kitlelerinin sendikal bürokrasiyi de aşabileceğinin bürokratlar da farkındadır. O nedenle sürece dair bir eylem programından itina ile uzak duruyorlar. Kıdem hakkını savunur gözüküp, günü kurtarmaya, işçileri oyalamaya çalışıyorlar. İşçi sınıfı bu son mevziisini kaybederse bu yine sermaye ajanları gibi hareket eden sendikal bürokrasi sayesinde olacaktır.
İşçi sınıfının sendikal bürokrasinin denetiminden kurtulmasının aciliyeti ortadadır. Bunun için bağımsız sınıf çıkarları çerçevesinde, taban örgütlenmelerinde birleşmiş işçi bölüklerinin geliştireceği bir hareket gereklidir. Bu amaçla sınıfın birleşik gücünü açığa çıkartacak, bilinç ve örgütlenme düzeyini yükseltecek çalışmaların önemi büyüktür.
Böyle bir dönemde işçi sınıfının sendikal bürokrasiyi aşarak elde ettiği tarihsel kazanımları hatırlamanın da ayrıca önemi vardır. Bugün kıdem hakkının gaspı gibi ciddi bir saldırıyla karşı karşıya olan işçi sınıfının, yeniden 15-16 Haziran büyük işçi direnişi, 1989 bahar eylemleri vb. gibi tarihsel deneyimlerin derslerinden öğrenmesinin zamanıdır.