Ankara İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nden Pınar Abdal, AKP iktidarının koronavirüs önlemlerinin işçi ve emekçilere nasıl uygulandığını gazetemize değerlendirdi. Sermaye ve AKP iktidarının, başta ilan ettikleri “üretimin devam etmesi” ilkelerinden vazgeçmediğine değinen Abdal, iş yerlerinde işçi ve emekçilerin yaşamını tehlikeye attıklarını ortaya koydu.
Üretime ara verilen iş yerlerinde ek tedbir alınmadan üretimin yeniden başlamasına dair “işyerlerinde kitlesel Covid-19 vakaları görülecektir” uyarısında bulunan Abdal, işçilerin yaşamını koruma mücadelesinin fiili mücadeleler üzerinden örgütlenmesi gerektiğine işaret ederek dünyadaki ve ülkedeki grevlere, direnişlere dikkat çekti.
Salgın sürecinin, işçilerin üretim ve toplumsal yaşamdaki yerini de gözler önüne serdiğini vurgulayan Abdal “Her işyerinde işçi sağlığı/salgın komiteleri gibi işçi sınıfının eseri bir işçi sağlığı ve güvenliği mücadelesi her zamankinden ziyade kritik bir önem taşıyor” diye ekledi.
Abdal’ın sorularımıza verdiği yanıtlar şöyle:
AKP tarafından “En erken önlemi alan ülkeyiz” denilirken ülkemizde de koronovirüs salgını gitgide daha ağır bir boyut kazanıyor. Ülkemizde salgının geldiği aşama hakkında ne söyleyebilirsiniz?
Kamuoyunda başarı öyküsü olarak paylaşılan salgın sürecinin, yapılan test sayısının artmasıyla gerçek boyutu da, alınan tedbirlerin salgını önlemek konusunda başarısız olduğu da ortaya çıkmaya başladı.
Vaka sayısı ve hayatını kaybedenlerin sayısı da hızla artarken salgın sürecindeki “önlem alma” söylem ve politikasının mahiyeti önem kazanıyor. Temel olarak salgının küresel bir kriz halini almasının ardından bütün devletler ortak ve benzer stratejiler geliştirdi. Bu stratejinin en önemli parçası üretimin sürdürülmesi ısrarı oldu. Kapitalist işleyişin sürekliliğine dayalı bu strateji, AKP’nin de salgın krizine ilişkin en başat politikasını oluşturdu. Erdoğan bu politikayı “Türkiye, her hal ve şart altında üretime devam etmek, çarkların dönmesini sağlamak zorunda olan bir ülkedir” diyerek açıkça da ifade etmişti.
Bu noktada, AKP’nin “önlem alma” politikasının özü, işçi sınıfı ve yoksul halkı truva atı olarak tehlikeye koşarak izlediği “üretimin devamlılığı” oldu, esasında AKP’nin bugüne kadar aldığı göstermelik önlemler geniş halk kitlesini, özel olarak da işçi sınıfını virüsten koruyacak önlemler değildi. Aksine alınan tedbir kararlarına da, üretimin devam etmesi üzerinden istisnalar getirilerek, işçiler var olan tedbirlerin de dışında bırakıldı.
Genel bir sağlık sorunu olmasına karşın yapılan “evde kal” çağrıları ile birlikte üretimin devam etmesi üzerine yapılan vurgular salgını aynı zamanda bir işçi sağlığı sorunu haline getiriyor. Bu süreçte işyerlerinde alınan önlemleri takip edebiliyor musunuz? Sizce bu önlemler salgının yayılmasını önlemek açısından bir anlam taşıyor mu?
Hükümet bakımından bu süreç, başından bu yana bireysel bir dil olarak inşa edildi. Covid-19 vakaları ve ölümleri toplumsal gerçekliklerinden kopuk ele alınarak meselenin sınıfsal boyutu gözden ırak kılınmak istendi. Bunun bir tezahürü olarak “Evde kal” çağrısı güvencesiz koşullarda çalışmak, bu yüzden açlıkla salgına yakalanmak arasında bir seçim yapmak zorunda kalan milyonlar düşünüldüğünde meselenin sınıfsal bir soruna dönüştüğünü göstermeye yetiyor.
Salgının sınıfsal karakterinin en önemli boyutu salgın kapsamında alınan hükümet önlemleri. Ekonomik İstikrar Kalkanı Paketi adıyla sunulan “önlemler” dizisi bir salgını önleme paketi değil işverene teşvik paketi oldu. İşçiler bakımından göz yanıltıcı iki önlem sıralanan bu paket devlet sermaye ilişkisini açıkça gösterdiği gibi, işveren örgütlerinin 2000’li yılların başından bu yana ısrarla talep ettiği esnek çalışma düzenlemelerini salgının daha ilk günlerinde elde etmesini sağladı. Ardından yapılan düzenlemeler; illere geçiş yasağından işçilerin muaf tutulması, yaş sınırlamalı sokağa çıkma yasağı, 20 yaş altına uygulanan sokağa çıkma yasağından işçilerin istisna tutulması, işçi eylemlerine yasak getiren valilik kararları, işyerinde alınmayan önlemleri teşhir eden sendikacıların gözaltına alınması gibi pek çok politikaya bu yansıdı.
İSİG Meclisi olarak salgının ilk günlerinden bu yana salgının asıl mekanlarından olan işyerlerindeki gelişmeleri takip ediyor, işverenlerin salgın fırsatçılıklarını teşhir etmeye ve seslerini ulaştırmaya çalışan işçilerin sesi olmaya çalışıyoruz. İşyerlerinde gördüğümüz manzara, sermaye yanlısı politikalarla elleri güçlenen patronların fırsatçılığı ile daha da kuralsızlaşan ve saldırganlaşan bir çalışma düzeni. Öte yandan işyerlerindeki yaygınlığı giderek artmasına rağmen hiçbir önlem alınmayan ve bir sınıf hastalığına dönüşen salgının yayılma hızının giderek artışı.
Bu dönemde salgını bahane ederek işten atmalar, işçilere ücretsiz izin ya da yıllık izinlerini kullanma dayatması, işçileri koruyacak tedbirleri almaksızın üretimi sürdürme ısrarı, kişisel koruyucu ekipmanların dahi sağlanmaması, kimi zaman bunların işçilere parayla satılması ya da ücretinden kesilmesi, bazı sektör ve işyerlerinde aşırı/yoğun çalışmanın dayatılması, işyerlerinde Covid-19 vakaları görülmesine rağmen hiçbir önlem dahi almaksızın üretimin/hizmetin devam ettirilmesi yaygın biçimde rastladığımız manzaralar oldu. Bunun somut bir çıktısı olarak Covid-19 sebebiyle yaşamını yitirenlerin en az 52’sinin çalışırken öldüğünü tespit ettik.
“Kişisel hijyen” boyutuyla bilinçli olarak bireysel bir sürece indirgenen virüsten korunma tedbirine karşın baskın biçimde işçilerin lavaboya gitmesine dahi izin verilmeyen bir çalışma düzeni bu çelişkiyi özetliyor. İşyerlerinde yan yana kimi zaman dip dibe çalışma biçiminin devam ettiği gerçeğiyle karşı karşıyayız. Yemekhane, soyunma odaları, dinlenme alanları, tuvaletler, barınma yerleri gibi ortak kullanım alanları işçiler için özellikle tehlikeli alanlar. İşyerlerinde alınan göstermelik önlemlerin işçileri salgından korumaya yetmeyeceği açık.
İşyerlerinde salgının yayılması için bütün koşullar mevcut: Dip dibe yemek yenilen ve barınılan inşaatlar, yan yana çalışılan fabrikalar ve tekstil atölyeleri, aşırı ve uzun saatler boyunca çalışmanın hüküm sürdüğü kargo firmaları, depolar ve marketler, geçelim sık sık el yıkamayı temiz suya bile erişimin olmadığı tarım alanlarının durumu, salgının hızla bir sınıf hastalığına dönüşeceğini göstermeye yetiyor.
Peki, sizce bu konuda alınması gereken önlemler nelerdir?
İSİG Meclisi olarak salgının ilk günlerinde yayınladığımız bir raporla mevcut politikalarla salgından en kötü biçimde etkileneceklerin işçi sınıfı olduğunun altını çizmiştik. Elbette, en başta salgının kritik evrelerinde 27 milyon işçinin üretime/ hizmete devam ettirilmesi politikası ile herhangi bir önlemin alınabilmesi mümkün değil. Bu yüzden en önemli talebimiz bütün işçilere iş ve ücret güvenceli ücretli izin talebi oldu.
Öte yandan işyerlerine dair talep ettiğimiz iş düzeni ve çalışma alanının işçileri salgından koruyacak bir biçimde yeniden organizasyonu, ücretsiz izin formülü ile değil, işten çıkarmaların yasaklanması, çalışma saatleri ücretler ve haklarda bir kayıp olmaksızın en çok günlük 6 saat olacak biçimde sınırlandırılması, sık ve ortak kullanılan yemekhane, soyunma odası, dinlenme odası, tuvalet gibi alanların temizliği ile işçi servisleri ve şehir içi toplu ulaşım araçlarının hijyeninin düzenli sağlanması, işçilere kişisel koruyucu ekipmanların ücretsiz ve yeteri kadar sağlanması, risk grubundaki işçilere salgın süreci bitene kadar ücretli izin verilmesi, sağlığın ücretsiz ve herkesçe erişilebilir hale getirilmesi ve test ve muayenelerin kamu hastanelerinde ve özel hastanelerde ücretsiz olarak yapılması ve salgın süresince temel ihtiyaç ve hizmetlerin ücretsiz olması ilk elden taleplerimizi oluşturmuştu.
Elbette, verili çalışma rejiminde ve hükümet politikalarıyla işyerleri ya da halk bakımından bu düzenlemelerin tek anlamı “maliyet”. Bu yüzden güvencesizlik, işsizlik ve örgütsüzlük çemberinde oluşturulan emek rejimine ilişkin her talebimiz emek-sermaye çelişkisini bir kez daha ortaya koyuyor aslında.
Vaka ve ölüm bilgilerinin gizli tutulması nedeni ile salgının işçiler arasında yayılımını tespit etmek de zor görünüyor. Ancak bu açıdan İSİG Meclisi olarak sizin yapabildiğiniz gözlem ve değerlendirmeler var mı?
Bu süreçte, marka değerlerinin zarar görmemesi ve işçilerin tepki ve taleplerini baskı altına almak gibi sebeplerle pek çok işyerinde Covid-19 vakaları gizlendi. Bu bakımdan özellikle güvencesiz, örgütsüz ve kayıt dışı çalışmanın hakim olduğu işyerlerinde, işçi mücadelesinin düşük seyrettiği Anadolu kentlerindeki vakalara ulaşamadığımızı düşünüyoruz. Buna rağmen salgının ilk bir ayını olan 11 Mart-10 Nisan tarihleri arasında en az 159 işyerinden 855 arkadaşımızın testlerinin pozitif çıktığını tespit ettik. Bu işyerlerinin çoğunda Covid-19 vakaları olmasına rağmen hiçbir önlem almadan üretime devam edildi. Pozitif vakaların çıktığı çoğu işyerinde, karantinaya alınan diğer işçiler herhangi bir test uygulanmadan evlerine gönderildi, karantinadaki işçilereyse çoğunlukla ücretsiz izin kullandırıldı.
Salgının ilk bir ayında, üretime tedbir amaçlı ara veren işyeri oldukça azdı, bu süreçte tespit edebildiğimiz kadarıyla 107 işyerinde üretime/ hizmete ara verildi, üretime ara veren işyerleri ağırlıklı olarak işyerinde Covid-19 vakalarının görülmesi ya da işçilerin mücadeleleri sonucu üretime ara vermek durumunda kaldı.
Ancak büyük işyerlerinin üretime ara verme sürelerinin Nisan ayı içerisinde sona ermesi ve hiçbir ek tedbirin alınmayan işyerlerinde üretimin/hizmetin kaldığı yerden devam edecek olması, işyerlerinde salgının yayılmasını hızlandıracak ve işyerlerinde kitlesel Covid-19 vakaları görülecektir.
Sizce, işçiler bu salgında kendilerini korumak için nasıl önlemler almalı?
Asıl olarak işçi sağlığı ve güvenliğinin yalnızca isg yasası ve önlemleri etrafında sınırlı kalacak teknik konu olmadığını aksine bir sınıf sorunu olduğunu söylememizin nedeni, bugün somut biçimde ortaya çıkmakta. Bu anlamda bu gibi süreçler malumun en açık biçimde ilanı: Kapitalizm işçiyi öldürür. Bu yüzden, salgının bu ana karakteri, süreci sınıf mücadelesinin önemli bir gündemi ve sınıfsal karşılaşmanın alanlarından biri haline getiriyor.
Salgın sürecinde, işçilerin yasada tanımlı ücretli izin, işçi sağlığı ve güvenliği önlemleri ve çalışmaktan kaçınma hakkını dahi eylemlerle, grevlerle aldığı sert bir mücadele ile karşı karşıyayız. Kuralsızlığın ve sermaye saldırısının daha da artacağı noktada, hakların ve taleplerin garantörü iş hukuku mevzuatı düzlemi değil bunları örgütlü biçimde talep edebilmek.
Türkiye’de yaşanan sınıfsal yarılma dünyanın pek çok ülkesinde de yaşanıyor ve İtalya'da, İspanya'da, Fransa'da, ABD'de işçi sınıfı buna eylemlerle, grevlerle karşılık veriyor. Ana talepler yaşanan üretimin durdurulması, işyerlerinde artan salgın vakalarına rağmen çalışmanın devam ettirilmesi ve İSİG tedbirlerin alınması.
Türkiye işçi sınıfı da, kendilerini gözden çıkaran çalışma koşullarına karşı, dünya işçileriyle benzer taleplerle eylemler düzenliyor, iş bırakıyor. Salgının ilk bir ayında 30’un üzerinde iş yerinde yapılan eylemlerle aldırılan tedbirlerin ve durdurulan üretimin, yasal ya da meşru hakların, işçilerin yaşamını koruma mücadelesinin fiili mücadeleler üzerinden örgütlenmesi gerektiğinin işaretini veriyor.
Salgının bir yanı sermaye saldırıları iken sınıf mücadelesi bakımından diğer önemli yanı bu sürecin üretici güçlerin önemini de göstermiş olmasıdır. Sağlık işçileri, market işçileri, kargo işçileri, belediye işçileri emeği görünmeyen ve bugün kritik hizmetler sağlayıp üretim yapanlar bunun başında geliyor. Bu sebeple üretimden gelen gücümüzü kullanmanın arşı olarak formüle ettiğimiz genel grev ve direnişin fiili karşılığının da, sendikal hareketin örgütlediği ve yalnız sendikalı işçi kitlesini değil, özellikle salgın sürecindeki “kritik üretim/ hizmet” üreten işçi kitlesini de kapsayıcılığı üzerinden örgütlenmesi önemli. Bu noktada, her işyerinde işçi sağlığı/salgın komiteleri gibi işçi sınıfının eseri bir işçi sağlığı ve güvenliği mücadelesi her zamankinden ziyade kritik bir önem taşıyor.
Kızıl Bayrak / Ankara