İhraç saldırısı karşısında sendikaların ve sendikal grupların tutumları
- Bize öncelikle İstanbul Direnişi başlamadan önceki dönemi, kitlesel kıyımların başladığı günlerde toplumsal atmosferi kısaca aktarabilir misiniz?
KÇB Sözcüsü: Bilindiği gibi 15 Temmuz darbe girişiminin ardından, AKP iktidarı toplumsal muhalefete dönük saldırılarına hız verdi. AKP şefi Erdoğan, darbe girişimini bulunmaz bir nimet olarak, “Allah’ın lütfu” şeklinde değerlendirmişti. Bu söylem bile AKP iktidarının darbe girişiminden nasıl yararlanacağını ortaya koyuyordu. Fakat bu aynı dönemde reformist sol farklı bir beklenti içindeydi. Öyle ya, darbe girişimi AKP’yi yıpratmıştı ve dolayısıyla da ‘ılımlı’ bir döneme yeniden geçilebilir, düzenle atılan köprüler yeniden kurulabilirdi!
Darbe girişiminin ertesinde “darbeye karşı birlik, beraberlik” rüzgarları esiyordu. Hatırlarsanız HDP de, parlamentoda yer alan diğer düzen partileri ile birlikte AKP’nin ‘darbe karşıtı(!)’ bildirisine imza atmıştı. AKP bildirisine imza atılması bir yandan darbe girişimi sonrasında ‘ılımlı-barışçıl’ bir dönem yaşanacağı, öte yandan da AKP iktidarının Gülen Cemaati ile hesaplaşma ile sınırlı bir yönelim içinde olacağı yanılsaması içinde olunduğunu gösteriyordu. Bu bildiri ile AKP iktidarının, dünkü ortakları ile giriştiği rant-iktidar dalaşının ve darbe girişimindeki payının üstü örtülmüş oluyordu.
Bu aynı dönemde CHP’nin Taksim mitinginde soluğu almaları da, reformist solun ve KESK’in beklentilerini yansıtması bakımından önemli bir yerde duruyor. Hatırlarsanız bu mitingde okunan 10 maddelik manifestonun ikinci maddesinde, “Bütün siyasal partiler darbe girişimine karşı çıkmış, demokrasi konusunda Türkiye’de tartışmasız ortak payda oluşmuştur” deniliyordu. Böylece parlamenter sistem ile birlikte AKP de ‘darbe mağduru’ ilan edilmiş oluyordu! Üstelik darbe girişiminin hemen ardından 21 Temmuz tarihinde OHAL ilanına rağmen bu söylenebiliyor, reformist sol da bu söylemin arkasına sıralanabiliyordu.
Beklentilerin aksine AKP iktidarı, darbe girişimindeki kendi rolünü gizlemeyi ve darbe mağduru görünümü çizmeyi başarmakla kalmadı, toplumsal muhalefete dönük darbe dönemlerini aratır geniş bir saldırı dalgası başlattı. Basın yayın kuruluşları, dernek ve vakıf gibi yapılara dönük kapatmalar, gözaltı ve tutuklamalar, HDP’li milletvekillerinin tutuklanması ve belediyelere kayyım atanması, grev ve eylem yasaklamaları vb. ardı arkası kesilmeyen bir saldırı dalgasıydı bu. Bu saldırı dalgasının sivri uçlarından biri de kamu emekçilerine yönelmişti ve on binlerce emekçi ihraç edildi veya açığa alındı, binlerce emekçi gözaltı ve tutuklamalara maruz kaldı.
- Peki sendikaların bu açığa alma ve ihraç saldırısı karşısındaki ilk tepkileri neydi?
KÇB Sözcüsü: Yandaş Memur Sen açık bir biçimde AKP iktidarının emekçilere dönük saldırganlığına arka çıktı, ihraç edilen emekçileri ‘hain’ ilan etti ve ihraç üyelerine kapılarını kapattı. Kamu Sen ise “kurunun yanında yaş da yanmasın” gibi bir söylemin ötesine geçmeyerek aynı şeyi yaptı. Bu sendika konfederasyonları, varlıklarını iktidarlara borçlu olan ve bizzat düzenin denetiminde faaliyet yürüten gerici yapılanmalardır. Dolayısıyla onlardan başka bir tutum beklemek de olanaklı değil. Bizim açımızdan bu gerici oluşumlar, değiştirilmesi-dönüştürülmesi gereken değil, emekçilerden yalıtılması ve yıkılması gereken oluşumlardır.
Kamu emekçilerine dönük saldırıların püskürtülmesinde belirleyici olan, bu gerici yapılanmaların değil, KESK’in tutumudur. Nihayetinde kamu emekçileri hareketinin geçmişinde ne varsa, bunu KESK temsil ediyordu. On yıllardır bürokratikleşen, emekçilerden kopan, protestocu bir mücadele anlayışı ile sakatlanmış ve fiili-meşru mücadele geleneğinden alabildiğine kopmuş bir KESK gerçekliği olmasına rağmen, bu böyleydi. Fakat KESK’in bu gerçekliği, kitlesel ihraçlar karşısında göstereceği tutum açısından da belirleyici olacaktı. Çok kez vurguladık; ihraç saldırısı bir tarihsel saldırı olduğu kadar hareketin militan bir zeminde yeniden şekillendirilmesi için tarihsel bir olanaktı da. Ancak KESK, bunu böyle bir olanak olarak görmedi, değerlendirmedi.
KESK ve bağlı sendikalar, reformist solun denetimi altındaydı ve dolayısıyla da KESK’te de aynı beklentiler söz konusuydu. Eğer bunun tersi olsaydı, henüz 50 bin civarında kamu görevlisinin açığa alındığı günlerde, bir mücadele hattı ortaya konurdu. Oysa, KESK ve bağlı sendikalarda, ihraç dalgasının KESK’i teğet geçeceği beklentisi, o dönem gerçekleştirilen merkezi toplantılarda açık biçimde göze çarpıyordu. Beklenti bu yönde olunca, kazara ihraç edilen KESK’lilerin ekonomik ihtiyaçlarını karşılamak ana eksen olacak ve fon oluşturulması gibi tartışmalar öne çıkacaktı. Biz bunu daha önce BES Merkez Temsilciler Kurulu’nda yaşananlar üzerinden somut biçimde ortaya koymuştuk. Böyle bir perspektif ile davranırsanız, on binlerce emekçinin ihraç edilmesi karşısında kuru açıklamalarla yetinir, saldırı KESK üyelerine yönelince de apışıp kalır ve protestocu tepkilerin dışına çıkamazsınız.
Burada iki temel yanılgı var. Bunlardan biri, -biraz önce de bahsettik- saldırının KESK’i teğet geçeceği beklentisiydi. Üstelik aynı yılın Şubat ayında, yani darbe girişimi öncesinde yayınlanan ve KESK’i hedefleyen Başbakanlık Genelgesi’ne rağmen bu böyle olabilmiştir. Her ne kadar KESK üyelerinin ihraç edilmesini ‘yol kazası’ biçiminde tanımlayanlar olsa da, bu beklenti, sözcüklerde değil daha çok pratik tutumda kendisini göstermekteydi. Diğer bir yanılgı ise “FETÖ’cülükle suçlanma” endişesi ile KESK üyeleri dışındaki emekçilerden uzak durma, onları mücadelenin bir parçası görmeme yanılgısıdır. On binlerce emekçi ihraç edilmiş, sizin bu on binleri harekete geçirmeye dönük bir yöneliminiz, bir yaklaşımınız yok.
Bunları daha önceki değerlendirmelerimizde, açıklamalarımızda defalarca ele aldığımız için burada daha fazla üzerinde durmayı gerekli görmüyorum. Fakat vurgulamak isterim ki, bizim yukarıda ‘yanılgı’ diye ifade ettiğimiz şeylerin gerisinde, bir siyasal-sendikal çizgi var. Yani bunlar öyle basitçe geçiştirilebilecek ‘yanılgılar’ değil, reformist siyasal-sendikal çizginin tezahürüdür. Reformist anlayış sizi öyle bir yere getirir ki mücadelenin keskinleştiği bir dönemde alır sizi tali yollarda yaşamaya mahkum eder. KESK’te de olan buydu. Ancak ve ancak fiili meşru mücadele ekseninde yanıt üretilebilecek bir saldırı karşısında, mücadele, protestocu birkaç eylemle sınırlandırıldı. Diplomasi, hukuki başvurular ve ekonomik yardım ana eksen haline getirildi. Diplomasiye ve yargıya bağlanan ümitler ise birkaç ay içinde çöktü. Böylece koca bir tarihsel olanak heba edildi.
- Sendikal grupların yönelimleri neydi?
KÇB Sözcüsü: KESK’in tutumunu belirleyen, sendikal grupların tutumudur. Dolayısıyla da hakim reformist anlayışların, belirleyici oldukları KESK’in tutumundan bağımsız olarak ayrı bir fiili tutum geliştirmeleri beklenemez. Bu dönemde irili ufaklı reformist sendikal grupların ihraç saldırısına karşı yönelimlerini ortaya koydukları merkezi bir açıklamasını veya bir çağrısını bulamazsınız. Bırakalım genel bir yönelim ortaya koymalarını, ortaya çıkan direnişlere dönük tek bir dayanışma çağrısını dahi göremezsiniz. KESK’in yöneliminin belirlenmesinde temel bir rol oynayan ve sendikaların merkezlerinden şubelerine kadar yönetimlerini belirleyen Demokratik Emek Platformu (DEMEP), Devrimci Sendikal Dayanışma (DSD), Emek Hareketi (EH), Sendikal Birlik (SB) gibi grupların ihraç saldırısına karşı tek bir açıklamasını, öne çıkan tek bir tutumunu göremezsiniz.
Bunlar bir yana, bu ‘ana dinamik’lerin etrafında kümelenmiş diğer sendikal grupların da tablosu aşağı yukarı aynı. İhraç saldırısına da, direnişlere de genel kurullar kadar ilgileri olmadı bu grupların. Denebilir ki, kamu alanında örgütlü bir çalışma içerisinde olan oluşumlardan Kamu Çalışanları Birliği (KÇB) ve Kamu Emekçileri Cephesi (KEC) dışında açık bir tutum ortaya koyan herhangi bir sendikal grup olmadı. Kuşkusuz bunu, bu örgütlü oluşumların dışında kalan devrimci emekçilerin veya kamu alanında belirgin bir örgütlü çalışması olmayan devrimci çevrelerin tutumsuz kaldığı anlamında söylemiyoruz.
İhraçlara karşı gelişen direnişlere ilişkin ön değinmeler
- Sendikaların tablosuna rağmen sınırlı da olsa bir direnişler süreci yaşandı. Bu direnişler nasıl başladı ve sendikalar tarafından nasıl karşılandı?
KÇB Sözcüsü: Biz çok kez yineledik, yine yineliyoruz. KESK ve bağlı sendikalar, ihraç edilen üyeleri üzerinden bir direnişler süreci başlatmış olsalardı, KESK dışında kalan on binlerce ihraç emekçinin de desteği kazanılabilir, KESK, kamu emekçileri nezdinde hak ettiği yere oturabilir, saldırılar da göğüslenebilirdi. İhraç edilen KESK üyelerinin önemli bir bölümü yönetimlerde yer almış, işyeri temsilciliği yapmış, ömrünün önemli bir bölümünü sendikal mücadeleye adamış insanlardan oluşuyordu. Fakat KESK ve ona hakim anlayışlar, ihraç edilen emekçileri yan yana getirip bir mücadele hattı oluşturmak yerine, ihraç emekçilerden gelen eylem taleplerini dahi baskıladılar, görmezden geldiler. Şaşalı bir şekilde “mutlaka döneceğiz, yargı ile döneceğiz” gibi söylemlerle, diplomasi-yargı tuzakları ile emekçilerin bilincini köreltmeye yöneldiler. Bir de ekonomik yardımı, mücadelenin dışında tanımlayarak bir tuzağa dönüştürdüler. Bir süre sonra bu ekonomik yardımı da sürdüremez oldular ve giderek yardım miktarını düşürdüler.
Bu tabloya rağmen yine de az sayıda emekçi mücadele yolunu tuttu. Hatırladığım kadarıyla 2016 yılının Ekim ayı sonunda Acun Karadağ, okulunun önünde eylem yapmaya başlamıştı. 9 Kasım 2016 tarihinde ise Nuriye Gülmen Yüksel’de direnişe başladı. Kısa bir süre sonra bu direnişe yeni katılımlar oldu. 15 Aralık tarihinde ise Mahmut Konuk işyeri önünde haftada bir gün basın açıklaması yapmaya başladı. Bunu takip eden dört ay içerisinde sırası ile Bodrum, Malatya, İstanbul Khalkedon Meydanı, Düzce, Aydın, İstanbul Bakırköy-Kadıköy ve Kartal, İstanbul Mecidiyeköy, Didim direnişleri başladı. Bunlara ek olarak Ankara’da iki ayrı işyeri önünde daha eylemler başladı. Tabi bu arada on bin civarında Eğitim Sen üyesinin açığa alındığı dönemde, Hatay-Samandağ, Dersim gibi yerellerde gelişen eylemleri de hatırlamak gerekir.
Yüksel’de başlayan direniş emekçilerin ileri kesimlerinde önemli bir etki yarattı ve o dönemde KESK ve bağlı sendikaların bürokratlarını da zor durumda bıraktı. Öyle ya, sizin direnişler örgütleme yönünde bir tutumunuz yokken, ihraç edilen veya açığa alınan üyelerinizden bazıları tutuyor direniş başlatıyor! Elbette ki KESK ve bağlı sendikaların bürokratları konum ve tutumlarına aykırı gördükleri bu duruma sessiz kalmadılar ve Yüksel direnişinin hem emekçilerde yarattığı etkiyi kırma ve hem de bu etki nedeniyle kendileri üzerinde oluşan basıncı göğüsleme çabasına giriştiler. Üyelerinin başlattığı eylemi görmezden geldiler, desteklemediler ve daha da fazlası direnişe düşmanlaştılar. Gittikleri her yerde Yüksel direnişini ‘bireysel eylem’, ‘örgüt disiplinine aykırı’ olarak nitelendirdiler. “E peki buyurun siz örgüt disiplini içinde bir direniş başlatın” denildiğinde de cevapları hazırdı: “Barutumuzu baştan tüketmeyelim.”
Barutunu çoktan tüketmiş sendika bürokratları, diplomasi-yargı-maddi yardım sarmalı içerisinde ihraç edilen üyelerinin de barutunu tükettiler. O dönemin KESK yönetimi, en nihayetinde her Cumartesi basın açıklaması yapılması yönünde bir kararı illere göndererek topu yerellere attı. Bu eylemleri illerde sahipsiz bırakan da yine sendikaların yönetimlerini ellerinde tutan reformist gruplar oldu.
- Peki KÇB olarak siz Yüksel direnişini nasıl karşıladınız?
KÇB Sözcüsü: Elbette coşku ile karşıladık. Biz henüz ihraçlar yaşanmamışken tutumuzu ortay koymuş, kamuoyu ile de paylaşmıştık. Bu dönem bizim sık sık direniş mevzileri yaratma çağrısı yaptığımız bir dönemdi. Henüz KÇB’nin kuruluşunu ilan etmemiştik ve girişim aşamasındaydık. Kuruluşumuzu da 17 Aralık 2016 tarihinde yaptığımız toplantı ile ilan ettik. Bu toplantıda 24 Aralık’ta Yüksel direnişçilerini ziyaret etme, İstanbul’da direnişler üzerine forum gerçekleştirme ve “Direnişçiler konuşuyor” şiarı ile etkinlik gerçekleştirme kararı aldık.
Aldığımız karar doğrultusunda 24 Aralık tarihinde Yüksel direnişçilerini ziyaret ettik, seslerini İstanbul’a taşımak istediğimizi bildirdik ve yapacağımız etkinliklere katılmalarını talep ettik. Bu talep doğrultusunda Yüksel direnişini sürdüren irade ile temsili bir görüşme yaptık. Ne var ki, “talebinizi değerlendirip size döneceğiz” denilmesine rağmen bize bir dönüş yapılmadı. Biz bu tutuma rağmen Yüksel direnişini bulunduğumuz her platformda savunmaya ve örnek göstermeye devam ettik. Bu arada ihraçlar devam etti ve İstanbul’da bizim arkadaşlarımızın da içinde bulunduğu ihraç edilen emekçilerin bir bölümünde direnişe başlama eğilimi gelişti.
İstanbul direnişinin başlangıç süreci ve tutumlar
- İstanbul direnişi nasıl başladı?
KÇB Sözcüsü: İstanbul direnişi başlamadan önce her cumartesi günü Bakırköy’de KESK’in çağrısı ile basın açıklaması yapılıyordu. Bizler bu basın açıklamasına düzenli olarak katılıyorduk. Yeni ihraçlarla birlikte ilk olarak KÇB içerisinde veya çeperinde yer alan arkadaşlarımızla toplantılar yaptık. Bu toplantılarda bütünlüklü bir direnişin örgütlenmesi çabası gösterilmesi gerektiğini vurguladık ve bunun başarılamaması durumunda kendi bileşenlerimizle direnişe başlama yönünde bir tutum belirledik.
11 Şubat 2017 tarihinde dönemin Eğitim Sen Genel Başkanı Kamuran Karaca’nın da katılımıyla ihraç emekçilerle bir toplantı gerçekleştirildi. Bu toplantıda sendikanın geri tutumuna rağmen emekçilerde önemli bir direnme potansiyeli olduğu görüldü. 15 Şubat’ta ise KESK İstanbul Şubeler Platformu (İŞP) ile bir toplantı yapılarak, direniş kararlılığı ortaya kondu ve İŞP’den yöneticilerin de içinde yer aldığı bir komisyon oluşturuldu. En nihayetinde haftanın üç günü Bakırköy ve Kadıköy, bir günü ise Kartal’da dört saatlik oturma eylemleri biçiminde direniş yürütülmesi kararı alındı. Emekçilerin iradesi İŞP’yi de arkasından sürükledi ve 20 Şubat’ta da direniş başladı.
- İstanbul direnişinden bir süre sonra, 6 Mart’ta KEC Mecidiyeköy Cevahir önünde bir direniş başlattı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
KÇB Sözcüsü: Yüksel direnişi ortaya çıktığı dönem bakımından önemli bir yerde duruyor, sonrasında gelişen direnişlere de ilham kaynağı oluyordu. Bunu yadsımak gerçekleri tahrif etmek olur. Fakat herhangi bir mücadele sürecini, yalnızca olumlu yanları ile değerlendirir ve onun zayıflıklarını-eksikliklerini görmezden gelirseniz, kısacası özeleştirel bir bakışa sahip değilseniz, bir mücadele deneyiminden sağlıklı bir biçimde yararlanamazsınız. Biz, içinde yer aldığımız mücadele süreçlerine de özeleştirel bir bakışla yaklaşma yönünde ilkesel bir yaklaşıma sahibiz. Belli hassasiyetler nedeniyle Yüksel direnişinin ve bu direnişin taşıyıcısı olan siyasal iradenin yönelimlerinde gördüğümüz yanlış eğilimler konusunda, kamuoyu önünde bütünlüklü bir değerlendirme yapmadık bugüne kadar. Biz eleştirilerimizi haklı olarak KESK’in tutumsuzluğuna, içler acısı durumuna yönelttik. Nihayetinde belirleyici olan şu veya bu direnişte ortaya çıkan eksiklikler değil, KESK’in tutumuydu.
Belki tutumumuz yanlıştı ve Yüksel direnişinin zayıflıklarına-yönelimdeki hatalara ilişkin değerlendirmelerimizi zamanında yapmamız Yüksel direnişine de bu yönüyle bir katkı sağlayabilirdi. Bugün artık bu değerlendirmelerimizi kamuoyu ile paylaşabiliriz.
Sizin sorunuza geçmeden önce Yüksel direnişinin başlangıç dönemine ilişkin görüşlerimizi ortaya koymayı yeğlerim. Çünkü bu başlangıç dönemi, sonraki dönem yönelimlerine de ışık tutacak mahiyette. Yukarıda zaten Yüksel direnişi ile kurduğumuz ilk ilişkide yaşadığımız durumu anlatmıştım. Dolayısıyla ona tekrar girmeyeceğim. Fakat ortaya koyacağımız değerlendirmenin, bizim bu ilk adımda karşılaştığımız durum açısından da açıklayıcı olduğunu belirtmek isterim.
Hatırlarsanız Acun Karadağ öncelikle sendikasını zorlamış ve sendikası ile direnme eğiliminde olduğunu ortaya koymuştu. Eylemine de işyeri önünde başlamıştı. Sendikasından olumlu bir yaklaşım göremedi ve Yüksel direnişine katıldı. Yüksel direnişçileri, KESK önlükleri ile değil, kendi isimleri ile direniş sürdürdüler. KESK önlükleri ile direnmek, her üyenin meşru hakkıdır. Dahası bu önlükle direnişe başlamak, sendika tabanı ve sendika ile kurulan ilişki bakımından da önemliydi. Bu, size daha geniş bir manevra ve etki olanağı da sağlardı. Fakat sonrasında yaşanan gelişmeler de gösterdi ki, Yüksel direnişini sürdüren irade, KESK’in karşısına kendisini bir odak olarak koymuştu. Burada eleştiri konusu ettiğimiz şey direnişin odağa konması değil. Bu zaten böyle olmak zorunda.
İstanbul’da görece geniş katılımlı bir direniş başlamışken, KEC imzası ile ayrı bir alan açılması tam da bu söylediğimizi anlatmaktadır. Yanı başınızda geniş katılımlı bir direniş başlamış, çok sayıda emekçi bu direnişte buluşmuş, her ne kadar kendisini sizinle tanımlayan birçok emekçi bu direnişte yer alsa da, siz merkezi tutum olarak bu direnişin içinde yer almayı yanlış görmüşsünüz. Dahası siz, Yüksel direnişini ve diğer direnişleri anmadan tek bir basın açıklaması yapmayan bu direnişçileri, sürekli olarak görmezden gelmişsiniz. Derginizde, yayınınızda tek bir satır yer ayırmamışsınız bu direnişe ve direnişçilere. Neden? Çünkü onlar KESK Şubeler Platformu imzası ve KESK önlüğü ile direniyorlar! 70 hafta boyunca bu direnişi yok sayıyor, onunla bağ kurmuyorsunuz, fakat KESK önlüğü olmadan alana çıktıkları anda önlüksüz alana çıkanları “KESK’e tarihsel bir tokat attılar” türünden övgülere konu ediyorsunuz. Yani 70 hafta boyunca direnişlerini görmüyor, adını anmıyor ve yayınlarınızda da tek satır yer ayırmıyorsunuz; ama tepki olarak önlüksüz çıktıkları tek bir eylemi büyük övgülere konu ediyorsunuz. İşte bu, sizin KESK içinde değil, onun dışında bir odak olma-onun karşısında ayrı bir odak yaratma yönelimi içinde olduğunuzu gösterir.
İstanbul direnişinde yönelimler ve sorunlar
- Yüksel direnişine, açlık grevi ve KESK’te yaşanan son gelişmelere dönük ayrıca bir değerlendirme yapabiliriz. Dilerseniz öncelikle, İstanbul direnişinin hem 70 haftalık sürecine ilişkin ve hem de bitiş sürecinde yaşananlara ilişkin değerlendirmelerinizi alabilir miyiz?
KÇB Sözcüsü: KESK İŞP imzası altında sürdürülen İstanbul direnişinin başlangıcına ilişkin konuşmuştuk. İstanbul direnişinin özgün bir takım yanları vardı. Birincisi, farklı grupsal aidiyetleri veya farklı düşünsel yaklaşımları olan bir emekçi kitlesinin yan yana gelebildiği bir direniş olmasıdır. Bunun hem olumlu, hem de bir dizi iç tartışmanın-gerilimin kaynağı olması bakımından da olumsuz yönleri var. İkinci olarak İstanbul direnişi ihraç edilmiş emekçilerin katılımı bakımından dönemin en kitlesel direnişi olma özelliğini taşıyordu. Önemli yönlerinden bir diğeri ise KESK’in ve hakim anlayışların mücadele kaçkınlığı paydasında buluşmalarına rağmen, emekçilerin iradesi ile direnişin KESK İŞP imzası altında sürdürülmüş olmasıydı.
Direniş içerisinde ‘direnişi bir güne indirme’ tartışmalarının yeniden alevlendiği dönemde, bizim “İstanbul direnişi yol ayrımında! Gelişmeler ve tartışmalar üzerine bir değerlendirme” başlığı ile 9 Mart 2018 tarihinde kamuoyu ile paylaştığımız bir değerlendirmemiz var. Bu değerlendirmede hem KESK’in ve hakim reformist anlayışların direniş karşısındaki tutumunu ele almış, hem direnişçilerin dile getirdiği “ekonomik zorluklar, yorgunluk” vb. gerçekliklere ilişkin yaklaşımlarımızı dile getirmiştik. Öte yandan sizin bizimle 2017 yılının Ağustos ayında yaptığınız ve bizim Ekim 2017 tarihli KÇB Bülteni’nde tekrar yayınladığımız uzunca bir röportajımız var. Bu röportajımızda da ihraç saldırısı ve tutumlara ilişkin çok yönlü bir değerlendirmemiz var. Dolayısıyla bunları tekrar etmek yersiz olur. Okur, bu röportajla ilişkisi bakımından bu değerlendirmeleri okuyabilir.
Biz burada daha çok İstanbul direnişinin bir takım sorunlarını ve direnişe dönük yaklaşımları ele alalım. İstanbul direnişini zaman içinde tıkanıklığa ve iç sorunlara boğan en önemli sorunlardan biri, bizce, direnişin alan tutmaya hapsolmasıydı. Direnişi ve direniş alanını kendi içinde amaçlaştıran her direnişin kaderi, üretkenliğin zayıflaması, coşkunun yitirilmesi, yorgunluk ve tıkanmadır. Bizler bu gerçeğe çok önceden dikkat çektik ve eksiklerimiz de olsa çeşitli müdahalelerde bulunmaya çalıştık. Bizim açımızdan direniş, kitlesel kıyımlarla yüz yüze kalan kamu emekçilerine seslenmenin, emekçilerdeki korku ikliminin kırılmasının ve onlarla mücadeleyi büyütecek bağların kurulmasının en temel aracıydı.
Ne var ki, bu sorumluluk öncelikle KESK’e ve sendika şubelerine aitti. Yer yer gelip kürsü kullanan sendika yöneticileri olsa da, KESK bu direnişi geliştirecek hiçbir tutum göstermedi, sahiplenmedi. Koca bir saldırı dalgası var, KESK çatısı altında sürdürülen bir direniş var, fakat siz bu direnişle ilgili tek bir çalışma, tek bir merkezi tutum göstermemişsiniz. En fazlasından zora düştüğünüzde çeşitli toplantılarda “bizim de direnişimiz” türünden açıklamalar yapmakla yetinmişsiniz. Burası çok önemli. Çünkü “KESK ihraç saldırısına karşı çok şey yaptı” diyenlere de en anlamlı cevaptır bu. Evet, KESK bir şeyler yaptı, ama esas olanları değil, tali olanları yaptı. Bu da onun en başta çizdiği yoldu. Eğer KESK ve bağlı sendikalar, gerçekten fiili-meşru mücadele yolunu ana eksen almış olsalardı, İstanbul direnişi ile yatıp kalkıyor, o direnişi başka yerlere yayma çabası gösteriyor olurlardı. Ama yok, KESK’in bu 70 hafta süren direnişe ilişkin kamu emekçilerine dönük hiçbir çalışması olmadığı gibi, bu direnişin adını andığı tek bir bildirisini dahi göremezsiniz.
Daha önceki açıklamalarımızda bahsetmiştik. Bizim önerilerimizle işyerlerine dağıtılmak üzere bir bülten taslağı hazırlandı. Genel kurul öncesi dönemdi ve KESK bu bülteni sahiplenmek, bastırmak ve tüm işyerlerine ulaştırmak şöyle dursun, yerelde dahi çıkmasını istemedi ve KESK bülteninin özel sayısı olarak çıkması için antedinin kullanılmasına dahi müsaade etmedi. Dönemin İŞP yürütmesi de, bu bültenin basılmasından uzak durdu. KESK’in tutumunun en açık örneklerinden biri de direnişçilerin OHAL komisyonu önündeki eylemidir. Direnişçiler İstanbul’dan kalkmış Ankara’ya geliyor, ama birkaç kişi dışında KESK ve bağlı sendikaların yöneticileri yanlarına bile uğramıyor! Bu tablo bile KESK’in ve bağlı sendika merkezlerinin, direnişler karşısındaki tutumunu özetlemesi bakımından yeterli.
İstanbul yerelinde ise birkaç şube dışında direnişe özel bir ilgi gösteren şube olmadı. Eğitim Sen 5 No’lu Şube her cuma günü Kartal direniş alanına yürüyüş düzenleyerek anlamlı bir destek sağladı. Fakat bu aynı şeyi diğer şubeler açısından söylemek imkansız. İŞP’nin direnişle ilişkisi ise daha çok alan üzerinden şekillendi. Sınırlı sayıda yönetici alana geldi. Hatta denebilir ki, şube yöneticilerinin onlarcası direniş alanlarına adım bile atmadı. Şubelerin üyelere zaman zaman çektiği mesajları bir yana bırakırsak, İŞP’nin de direnişi merkezine koyan ve onu işyerlerine taşıyacak hiçbir çalışması olmadı. Bu, aslında, KESK’in ve hakim anlayışların özenle kaçındığı bir şeydi. Öyle ya, işyerlerine direnişi taşırsak, insanlar ürker ve istifa ederler! Bu türden söylemleri çok duyduk o zamanlar. Hakim anlayışlar meseleye şu veya bu biçimde üye sayılarını korumak üzerinden bakıyorlar, emekçilerde oluşan korku ikliminin bizzat parçası oluyorlardı. Bu, onların önderlik iddiasının kalmadığını gösterir. Nihayetinde kitlesel saldırılar püskürtülemediği, bu saldırıları göğüsleyecek bir mücadele ortaya konmadığı için hem korku iklimi kırılamadı, hem de ciddi bir güven kaybı yaşandı. “Başımızı kumdan çıkarmayalım, üyelerimizi ürkütmeyelim” anlayışı sendikalarımızda 100 bine yaklaşan bir üye kaybına neden oldu.
Kısacası KESK ve sendikalar, direnişin kamu emekçilerine taşınması sorumluluğunu yerine getirmediler. Bu durum direnişteki emekçilerin önüne sendikaları zorlama görevi koyuyordu. Ne var ki, direnişçiler, yer yer tepkiler ortaya koysalar da sendikaların bu geri tutumuna bütünlüklü bir yanıt üretemediler. Hatta düzenli bir yayın faaliyeti ile direnişin işyerlerine taşınması yönündeki çabalar direnişçilerde de neredeyse karşılıksız kaldı. Hatta bunu önemsiz gören tutumlarla karşılaştık. Oysa bütünlüklü bir irade ortaya konabilseydi, İŞP yayın çıkarmaya ve işyerlerine ulaştırmaya zorlanabilir, direnişçilerle birlikte çeşitli işyeri faaliyetleri de gerçekleştirilebilirdi. Fakat bu olmadı. Yalnızca birkaç büyük kamu birimine önlüklerimizle bir bildiri ile seslenebildik. Dolayısıyla direniş ile işyeri bağı, hem sendikalar üzerinden ve hem de direnişçiler üzerinden kurulamamış oldu. İŞP tarafından Bostancı Gösteri Merkezi’nde düzenlenen etkinliğe ilişkin çalışmayı ve iki öğretmenin okulları önündeki eylemselliklerini bir yana bırakırsak, işyerlerini hedefleyen farklı çalışmalara da konu edilmedi direniş. Dolayısıyla geriye, çeşitli eylemsellikler, alanda üretilenler ve sosyal medya kullanımı kaldı ki, bu da süreç içerisinde alana hapsolmayı getirdi.
Direniş sürecinin temel sorunlarından bir diğeri ise düzenli bir işleyişin oturmamasıydı. Biz, her iki yakada da haftalık düzenli toplantılar yapılması, bu toplantılarda yapılan değerlendirmelerle kararların alınması gerektiğini düşünüyorduk. Bu yönde müdahalelerimiz de oldu. Çeşitli zamanlarda toplantılar yapılmış olsa da, bu toplantılarda alana ilişkin görev paylaşımlarının ötesine pek geçilemedi ve düzenli bir işleyiş bakımından bu türden müdahaleler pek karşılık bulmadı. Bunda da sendikal gruplarda gelenekselleşmiş ilişkilerin ve alışkanlıkların önemli bir payı var. Genel kurullarda, sendika tabanı ile yapılan toplantılar değil, gruplar arasındaki ilişkiler ve pazarlıklar belirleyici olur. Bunun getirdiği alışkanlıklar var ve bu alışkanlıklar her yerde öne çıkıyor. Öyle ki, bu alışkanlıklar ve bir işleyişin oturtulamaması, kimilerinde yer yer direnişin sözcüsü gibi davranma tutumlarına, kimilerinde de bireysel inisiyatifler geliştirmeye dönüştü. O an için boşluğu dolduran ve işlevli de olan bu bireysel inisiyatif kullanımları, kimi tepkilere de yol açtı. Fakat bunu kolektif bir işleyiş oturtarak çözmek yerine, “şu şöyle yaptı, bu böyle yaptı” türünden ve kendisini hep başkasının yaptığı ile gerekçelendiren tutumlar gelişti. Kolektif bir işleyişin oturtulamamasının getirdiği sorunlar, başka niyetlerle de birleşince, direnişi iç tartışmalara boğdu ve direnişçiler arasındaki ilişkilerde de yıkıcı etkiler yarattı. En nihayetinde öyle bir noktaya vardı ki, insanlar kimin toplantı çağrısı yaptığına bakarak toplantılara katılmaya başladılar. Birinin çağrısını öteki, ötekinin çağrısını diğeri yanıtsız bıraktı. Bu davranışlar bizce yalnızca tepkilerden ileri gelen davranışlar değildi ve gerisinde direnişe dönük yaklaşımlar-niyetler vardı. Biz elimizden geldiğince bu türden ayrışmalardan uzak kalmaya çalıştık, fakat zaman zaman bizim de içine düştüğümüz yanlış tutumlar oldu. Kendi yanlışımızı da samimiyetle ortaya koymaktan çekinmedik hiçbir zaman.
Direnişin bir başka sorunu ise ekonomik sıkıntılardı. Nihayetinde insanlar haftanın dört günü direnişteler ve çalışma imkanları yok. Uzun süren bir direnişte, ekonomik sıkıntılar sizin direncinizi düşürecektir. Biz KÇB olarak henüz direniş başlamadan, direnişe katılacak arkadaşlarımızla ihtiyaçları doğrultusunda bir dayanışma ilişkisi geliştirdik ve bir fon oluşturduk. Asgari ihtiyaçlarını karşılayamayacak durumda olan arkadaşlarımızla direnişin başından sonuna kadar, hatta sonrasında da bir süre daha sürdürdüğümüz bir dayanışma ilişkisi geliştirdik. Bu sayede ekonomik zorluklar nedeniyle direnişten ayrılan arkadaşımız olmadı ve arkadaşlarımız direnişin sonuna kadar devam ettiler.
Biz zaten en başından, sendikaların “ekonomik yardım” eksenine oturttukları anlayışa karşıydık ve “ihraçlara karşı direniş, direnişle dayanışma” ekseninde bir tutum geliştirmiştik. Direniş alanında da dayanışma meselesini en başından itibaren gündeme getirdik. Bir dayanışma fonu oluşturulmasını ve direnişçilerle düzenli bir dayanışma ilişkisinin geliştirilmesini defalarca dile getirdik.
İŞP bu konuda da herhangi bir adım atmadı. Yalnızca bir sürü tartışmalar sonunda Bostancı Gösteri Merkezi’nde düzenlenen etkinlik gelirlerinin bir bölümü direnişçilere ayrıldı. Dayanışma konusunda da direnişçilerde ortak bir tutum gelişmedi. Direnişçilerin bir bölümünde bunun gerekliliği anlaşılmışken, “soframızdakini paylaşırız” türünden sloganik söylemlerle de, “para ile direnişçi mi olacağız” türünden söylemlerle de karşılaştık. Direnişçilerin bir bölümü şu veya bu biçimde, grubundan veya çevresinden destek alarak ekonomik meselelerini bir ölçüde çözümlemiş olabilirler. Fakat, ekonomik ihtiyaçlarını karşılayamayan kimi arkadaşlarımız iş bulmak zorunda kaldılar. Sendikaların ekonomik yardımının düşmesi sonrasında ise birçok arkadaşımız iş aramaya yöneldi. İşte erken bir tarihte yaşanan “direnişi bir güne düşürelim” tartışmasının etkenlerinden biri de buydu. Dayanışma çalışması, hem direnişle işyerleri arasında bağ kurma ve hem de direnişin ekonomik sorunlarının çözümü açısından önemliydi. Bunu örgütlemek de, herkesten önce KESK’in ve İŞP’nin göreviydi. Elbette kimi zamanlarda çeşitli dayanışmalar oldu, ama bunlar direnişin ihtiyaçlarını karşılamaya yeterli olmadı. İstanbul direnişi, dayanışma yönüyle de yeterli desteği görmedi.
İşyerleri ile bağ kuran bir yönelime girilmemesi ve direnişin alana ve çeşitli eylemselliklere hapsolması, kolektif bir işleyişin oturtulamaması ve düzenli bir dayanışma çalışmasının örgütlenememesi; tüm bunlar direnişi kemiren, iç sorunlara boğan ve soluksuz bırakan temel sorunlar oldu.
- Yanıtınızda “başka niyetler” gibi bir ifade kullandınız. Bunu biraz açabilir misiniz?
KÇB Sözcüsü: Sizlerin de birçok kez “niyet okuyorsun” türünden tepkilerle karşılaştığınız olmuştur. “Niyet” kavramı çok hassas bir kavram ve çoğunlukla da insanlar başkalarınca tepki alacağını düşündüğü niyetlerini gizleme yoluna giderler. Bu durumda, meseleyi tutumlarla açıklamak ve hangi niyetler taşındığını bu tutumlarla ortaya koymak durumundasınız.
Hatırlarsanız, direnişin başladığı yılın sonuna doğru “bir güne indirme” tartışmaları başlamıştı. Sonraki aylarda bu tartışma yeniden alevlendi. Bizim “İstanbul direnişi yol ayrımında! Gelişmeler ve tartışmalar üzerine bir değerlendirme” başlıklı değerlendirmemizde bu sorunuza bir yönüyle yanıt verilmiş olduğunu düşünüyorum. İŞP, “bir güne düşürülsün” tartışmalarında direnişi bitirme niyetli olduğunu ortaya koymuştu. Elbette kimi direnişçilerin “yorulma, tıkanma, ekonomik sıkıntılar” gibi samimi gerekçeleri vardı. “Bir gün olsun kitlesel olsun” söylemi ise gerçeklikten kopuk ve ikna amaçlı kullanılan bir jargondu.
İstanbul direnişi, emekçilerin ortaya koydukları irade ile şekillenen ve sendikaların ciddi bir sahiplenmeye konu etmedikleri, ama katlanmak durumunda kaldıkları bir direnişti. Aksi olsaydı, merkezi düzeyde bir sahiplenme gösterilir, bu direnişle yatıp kalkılır, direniş işyerlerine taşınıyor olunurdu. Oysa bunlar yapılmadığı gibi, devrimci-demokratik kurumlarla dahi bir ilişki geliştirilmedi. Örneğin bir dayanışma platformu oluşturulması yönünde dahi adım atılmadı. Bu, direnişi bitirme çabasıydı ve direnişçilerin bir bölümünde de karşılığı olan bir çabaydı.
Bir başka eğilim ise Şubeler Platformu pankartının kaldırılması tartışmaları sonrasında kendisini göstermeye başladı. Direnişçiler, 14 Ocak 2018 tarihinde yapılan mitingde kendilerine söz hakkı verilmemesi üzerine İŞP imzalı pankartları kaldırma, bir deklarasyon yayınlama ve kurultay örgütleme kararı almışlardı. Aynı değerlendirmemizde bu konuyu da ele almıştık. Nihayetinde yapılan toplantılar sonrasında pankart kaldırma tutumundan vazgeçildi. Biz o dönem direnişin iç bütünlüğü sorununa dikkat çekmiştik ve bir hafta gibi kısa bir sürede bu sorunun ne boyutlarda olduğu ortaya çıktı. Kurultay örgütlenmesi kararı alınmıştı ve daha ilk adımda yaşanan tartışmalar, direnişte iç bütünlük şöyle dursun, ciddi bir yarılma olduğunu gösteriyordu. Sonrasında her geçen gün iç tartışmalar daha da yoğunlaştı. Direnişe dönük polis saldırıları henüz başlamamışken direnişi İŞP’siz sürdürme, yani mevcut biçimiyle bitirme yönünde bir eğilim geliştiğini gözlemledik ve bu gözlemimizi paylaştığımız insanlar da oldu. Sonrasında yaşananlar bu gözlemimizde haklı olduğumuzu ortaya koydu.
- Peki direniş nasıl bitti?
KÇB Sözcüsü: İstanbul direnişi, içinde boğulduğu iç tartışmalar nedeniyle esasen bitmişti. Bu tartışmalardan ve onun yıpratıcı etkilerinden çıkmak mümkün olmadı. Direnişi bir biçimde bitirme eğilimi varken bu pek olanaklı da değildi. Direnişin yaşadığı tıkanma, alana hapsolması ve diğer sebepler zaten direnişçilerde ciddi bir yorulmaya neden oluyordu. Hatta direnişin sürdürülüp sürdürülmeyeceği, sürdürülecekse nasıl sürdürüleceği konusunda Haziran aylarında bir değerlendirme yapılması yönünde fikirler vardı. Fakat seçim öncesinde ciddi bir polis saldırısı başladı. İnsanlar defalarca işkence ile gözaltına alındılar ve günlerce nezarethanelerde tutuldular. Direnişin yaşadığı iç sorunlara bunlar da eklenince ciddi bir irade kırılması yaşandı.
Polis saldırısı olduğu dönemde kamuoyuna 5 Haziran 2018 tarihinde bir çağrı yapmıştık. Bu çağrımızda devletin saldırısının hedefinin kamu emekçileri ile sınırlı olmadığını dile getirmiş, “İstanbul direnişine sahip çıkmak, kazanılmış mücadele mevzilerini korumak bir yana yarınların sınıfsal-toplumsal mücadeleleri açısından da elzemdir”, “Bugün yapılması gereken ne pahasına olursa olsun direnişi ve direniş alanlarını sahiplenmektir. Eğer bu yapılamaz ve AKP iktidarının emekçilerin direnişine dönük saldırıları püskürtülemezse, ardı sıra gelecek keyfi dayatmalar ve yasaklamalara daha fazla boyun eğilecektir” demiştik. Hatırlarsanız kamu emekçilerinin direnişinin fiilen bitmesinin ardından Cumartesi Anneleri’nin eylemleri ile F Oturması eylemlerine de polis saldırısı gerçekleşti ve Galatasaray Lisesi önü eylemlere yasaklandı.
İstanbul direnişine dönük saldırı ancak kitlesel bir destek ile püskürtülebilirdi. Ne var ki, bazı devrimci çevreler dışında, bu saldırı pek siyasal yapıların gündemine girmedi. İŞP ise demokratik örgüt ve kurumlara dönük çağrı dahi yapmadı. Dahası BDSP’nin ve çeşitli gençlik örgütlerinin Kadıköy’deki eyleme destek çağrısı yapmaları ve katılmalarını tartışma konusu edenler oldu. Çözüm valilik ve kaymakamlıkla sürdürülen pazarlıkta arandı ve polisin bir dizi dayatması giderek kabul edilir oldu. Direnişçiler içinde de gerilimli tartışmalar yaşandı. Bu atmosfer altında, gözaltı süreçlerinin direnişçilerde yarattığı kaygılar da giderek büyüdü. En nihayetinde direnişçilerle de yeterince tartışılmadan ve direnişçilerin bir bölümünün de desteği ile İŞP tarafından eylemler askıya alındı ve seçim sonrasına ertelendi.
Seçim sonrasında ise İŞP alan çağrısı yapmadı. Seçimin hemen ardından 25 Haziran’da Bakırköy’de direnişçilerin bir bölümü İŞP pankartı olmadan ve KESK önlüğü giymeden basın açıklaması yaptılar. Alana çıkma yönüyle anlamlı olan bu adım, önlüksüz çıkılması nedeniyle, henüz direnişçilerce bir toplantı dahi gerçekleştirilmeden bir tutumun sergilenmesi anlamına geliyordu. İŞP zaten uzun süredir direnişi bir biçimde bitirmek istiyordu. Sonraki günlerde yaşanan tartışmalar, önlüksüz çıkılarak verilen mesajın da “biz sizinle yokuz” anlamına geldiğini gösterdi. Aynı hafta içinde hem İŞP’nin toplantısı oldu hem de direnişçilerle İŞP arasında ikinci bir toplantı oldu. Direnişçilerin iradesinde belirgin bir kırılma vardı.
Biz henüz bu aşamada tutumumuzu açık bir biçimde direnişçilerle paylaştık. Direnişin somut tablosunu da değerlendirerek, direnişi mevcut biçimiyle sürdürme iradesine tabi olduğumuzu, fakat bunu tek başımıza omuzlamayacağımızı dile getiren bir açıklama yaptık. Fakat İŞP ile ihraçlar arasında yapılan toplantıda, ‘İŞP ile yokuz’ diyenlerin toplantıya gelmediklerini ve bazı direnişçilerle birlikte yalnız kaldığımızı gördük. Elbette bir direniş eğer tüm bir süreci omuzlayacak bir irade açığa çıkmıyorsa bitirilebilir. Ama bu konuda yeterince samimi davranıldığını düşünmüyoruz.
- Kimi direnişçiler direnişin bitirilmesini, “Şubeler Platformu imzasını çekti” biçiminde açıklıyorlar. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
KÇB Sözcüsü: Biz bu konudaki düşüncelerimizi birçok toplantıda ifade ettik. Direnişin bitirilmesini böyle açıklamak, hem İŞP’nin direnişteki rolüne büyük anlam yüklemek ve hem de direnişçilerin kendi iradeleri ile direnişe başladıkları gerçeğini perdelemek olur. Direnişi İŞP mi başlattı ki o bitirsin? Aslında mesele şuydu: İŞP zaten direnişin bitmesini istiyordu ve direnişçilerde yaşanan kırılma bunun için bir fırsattı. “İŞP imzasını çekti” diyenler ise daha henüz herhangi bir karar alınmamışken “biz İŞP ile yokuz” demişlerdi ve İŞP ile ihraçlar arasında yapılan toplantıya da katılmamışlardı. Yani mevcut direnişi sürdürme eğiliminde olmadıklarını ortaya koymuşlardı. “Biz İŞP ile yokuz” demek zaten “mevcut direnişten çekildik biz” demekle eşdeğerdir. Böylece söylemler ne yönde olursa olsun, direnişin bitirilmesine hizmet edilmiş oldu. İŞP, mevcut biçimiyle direnişi sürdürme iradesi çıkmayınca, yani kendisini zorlayan bir irade olmayınca, her cumartesi bir ilçede basın açıklamaları yapılması yönünde karar aldı.
İstanbul direnişi sonrası gelişmeler, süreçler
- İstanbul direnişinin bitmesinin ardından iki direnişçi Bakırköy’de pazartesi günleri eylem başlattılar? Bu eylemlere ilişkin tutumunuz nedir?
KÇB Sözcüsü: İŞP direnişçilerle yeterince tartışmadan, bu zeminleri zorlamadan her cumartesi farklı ilçede basın açıklaması yapılması kararı aldı. Biz İstanbul direnişine ilişkin sorumluluklar yerine getirilmeden bu eylemlere katılmayacağımızı çeşitli toplantılarda dile getirdik ve bu sorumlulukların yerine getirilmesi için çaba harcadık. Bu konudaki görüşlerimizi de ihraçlarla paylaştık ve bir dizi toplantı çağrısı yaptık. İlk toplantıya çok az kişi katıldı. Birçok insan daha direnişin kaderi netleşmemişken yaz tatiline çıkmıştı. Eylül ayı sonrasında yeniden çağrılar yaptık. Direnişçiler arasındaki iç hukukun yeniden kurulması, hiç değilse kamuoyuna dönük bir takım sorumlulukların yerine getirilmesini amaçlıyorduk.
Bu toplantıların ilkinde yaşanan iç tartışmalar bir kez daha ilk adımda kırıcı bir rol oynadı ve bu toplantıda ortak kararlar alınamadı. Bu toplantıya İŞP yürütmesi de bilgilendirme amacıyla gelmişti ve “önerilerinize açığız” diyerek gitmişlerdi. Sonraki toplantılarda bir dizi öneri çıktı. Fakat İŞP’nin “önerilerinize açığız” söyleminde samimi olmadığı kısa sürede görüldü. İhraçların yaptığı toplantılar sonucunda, “Ankara yürüyüşü planlanması, direnişin bitişine ilişkin kamuoyuna dönük İŞP imzalı bir açıklama yapılması, bir salon etkinliği yapılması” gibi öneriler çıkmıştı. Bu öneriler İŞP’ye taşındı fakat geri dönüş olmadı. İŞP’nin bu tutumu, bu toplantıların devamının getirilememesi sonucunu doğurdu.
Bu süreçlerin yaşandığı dönemde ise iki ihraç arkadaşımız Bakırköy’de her Pazartesi eylem yapmaya başlamıştı. Gözaltı ve tutuklamalarla sürdürülen, bu anlamıyla da saygı duyduğumuz bir mücadele bu. Gözaltı ve tutuklamalar nedeniyle yapılan basın toplantılarına ve Bakırköy meydanında yapılan eylemlere de katıldık.
Biz çeşitli nedenlerle bu eyleme doğrudan bir katılım göstermiyoruz. Her ne kadar gösterilen mücadele iradesine saygı duysak da, bu iradenin yanlış bir zeminde ortaya konduğunu, dahası ortaya konulan yöneliminin İŞP imzası altında yürütülen İstanbul direnişinin bitirilmesinde önemli bir rol oynadığını düşünüyoruz.
Çeşitli direnişlerin ortaya çıktığı ve ihraçların sürdüğü, dolayısıyla ihraçlara dönük tepkilerin de şu veya bu ölçüde insanların gündeminde ciddi bir yer tuttuğu dönemde, bu türden direnişler anlamlı ve etkili bir yol olarak karşımıza çıkmıştı. Fakat bugün artık bunu söylemek olanaklı değil. İhraçlar üzerinden uzun bir zaman geçti ve sendikaların geri tutumuyla emekçilerin mücadele dinamikleri önemli oranda törpülendi. Bugün artık bu türden çıkışların, kitleleri harekete geçirme bakımından anlamlı bir karşılığı yok. Bugünün nesnelliği ne yazık ki bu. Nasıl ki, 2015 Mayıs’ında Metal Fırtına sürecinde işten atılan işçilerin bugün geriye dönüp bir mücadele sürdürmesinin nesnel olanakları yoksa, bu aynı şey ihraç kamu emekçileri açısından da geçerli ne yazık ki.
Yüksel direnişi başta olmak üzere bu türden direnişlerin, hiç değilse emekçilerin ileri kesimlerinde ve ihraç emekçilerde dünkü karşılığını bulamadığı açık. Elbette bu koşullar altında da mevcut sınırlı güçlerinizle bir direniş sürecini omuzlamayı tercih edebilirsiniz. Fakat bu, alır sizi dar siyasal propaganda eksenine kaydırır ki, bu bizim tercih edeceğimiz bir yol değil. Bu tümüyle sınıf mücadelesine ve sınıfa önderlik meselesine nereden baktığınızla ilgili. Biz şu veya bu direnişe katılırken de, onu kendi içinde alana çıkmaya indirgeyen bir tutumu eksen almıyoruz. İstanbul direnişine ilişkin söylediklerimizin bu konuda yeterince bir yanıt taşıdığını düşünüyorum. Dolayısıyla iki ihraç arkadaşımızın Bakırköy’de sürdürdükleri direnişe doğrudan bir katılım göstermek gibi bir yönelime girmememizin genel gerekçesi bu.
Daha özel öteki nedenleri ise genel çerçevesi ile şöyle dile getirebilirim. Sorularınıza verdiğim bir cevapta, bizim erken bir tarihte “ayrı yoldan yürüme” diye tanımlayabileceğim bir eğilimi gözlemlediğimizi, İstanbul direnişinin bitişinde de bu eğilimin önemli bir rol oynadığını söylemiştim. “Biz İŞP ile yokuz” demek, zaten henüz tartışmaların başında “biz mevcut direnişten çekildik” demekle eşdeğerdir. Bakırköy direnişi tam da bu eğilim üzerinden şekillendi ve dolayısıyla onlarca emekçinin bir arada sürdürdüğü bir direnişin bitirilmesi pahasına gelişti. Bu, Yüksel direnişini örgütleyen iradenin yönelimlerine denk düşüyordu. 70 hafta onlarca emekçinin bir arada sürdürdüğü bir direnişi görmeyen bu iradenin, iki emekçinin KESK önlüğü giymeden yürüttüğü mücadeleyi öne çıkarması nasıl bir dar yönelim içinde olunduğunu gösteriyordu. Bizim hem bu dar yönelimle, hem de İstanbul direnişinin bitirilmesi pahasına gelişen bir yönelimle her zeminde ortaklaşmamızın olanağı yok.
Öte yandan Bakırköy direnişini sürdüren arkadaşların, daha düne kadar birlikte yürüdükleri insanlara sosyal medya üzerinden söylediklerinin ciddi bir tepkiye yol açtığını da dile getirmek isterim. “Teslim olmak” gibi tanımlamalar yapılıyor. Bizim bu direnişe şu veya bu ölçüde katılım göstermeme gerekçelerimiz açık ve net. Birçok insan da aynı tutumda. Fakat bugün baktığınızda, bu direnişi sürdüren siyasal iradenin de, Bakırköy direnişini ciddi bir sahiplenmeye konu ettiğini, hiç değilse kendi ihraç arkadaşlarını eyleme katabildiklerini de söylemek olanaklı değil. Dolayısıyla burada da ya bir tercih ya da bir kırılma var. Eğer bu bir tercihse, bu durumda başkalarına “niye alana gelmiyorsun” deme hakkınız olmaz; yok eğer bu bir somutluksa, bu durumda da öncelikle bu somutluğunuzu görmeniz ve ortaya koymanız gerekir. Biz, tüm yaşanan sorunlara rağmen aidiyetine bakmaksızın tüm ihraç emekçilerle yan yana gelme ve çeşitli ortak zeminler yaratma çabasında olduk, bir dizi sıkıntıya rağmen bu çabamızı da sürdürmeye devam ediyoruz.
- Peki geçtiğimiz günlerde bir panel ve sendika önünde basın açıklaması yapıldı? Bu nasıl gerçekleşti?
KÇB Sözcüsü: Sendikada direniş destekçilerinden bir ablamızın çağrısı ile bir kahvaltı yapılmıştı. O kahvaltıda, ihraç bir grup arkadaşımızın emeği ile hazırlanan ‘Tebeşir’ belgeselinin gösterilmesi ve toplantıların devam etmesi kararlaştırılmıştı. ‘Tebeşir’ belgeseli gösterimi gerçekleşti ve 13 Ocak’ta tekrar yan yana gelme kararı alındı. 13 Ocak’ta yapılan toplantı ile bir panel örgütlenmesi kararı alındı. Toplantıda gönüllülük temelinde çeşitli görevlendirmeler yapıldı. Şubeler Platformu ile görüşülerek destek istenecek, Kadıköy’de üç sendika şubesinin kullandığı salonda panel yapılacaktı.
İŞP dönem yürütmesi, görüşme talebini dahi reddetti. Yer istenen BES 3 No’lu Şube ise önce bu talebi olumlu karşıladı, fakat bir süre sonra yer vermeme kararı aldı. Dilekçe ile BES’e başvuru yapıldı ve Eğitim Sen, BES ve Yapı Yol Sen Kadıköy şubelerinin ortak kararı ile yer verilmeyeceği cevabı alındı. Yer verilmemesine farklı gerekçeler ileri sürenler olsa da, esası itibariyle KESK merkez binasında yaşananlar gerekçe olarak önümüze konuldu. Paneli örgütleyenler 70 hafta boyunca direnişte yer almış emekçilerin bir bölümü ve direnişe destek veren KESK üyesi emekçilerden oluşuyordu. Dolayısıyla panel örgütleyicileri Ankara’da KESK binasında yaşananların muhatabı olmadığı gibi, gündemlerinde de bu yoktu.
Polis işçi direnişlerinde gelir insanlara der ki “Bizim sizinle sorunumuz yok ama aranızda şunlar şunlar var.” Birlikteliğinizi bozmak, mücadelenizi içten parçalamak ister. Bu süreçte biz de kimi sendika yöneticilerinin benzer bir söylemiyle karşılaştık. Bize denildi ki, “Sizinle sorunumuz yok ama aranızda KEC’liler var.” İyi de bu insanlar 70 hafta boyunca KESK önlükleri ile birlikte direndiğimiz insanlar değil mi? İkincisi, size KEC adına yöneltilen bir talep mi var ki, siz meseleyi buradan değerlendiriyorsunuz? Yani açık çağrısı yapılmış bir ihraçlar toplantısında, ihraçların aidiyetlerine göre “sen gel, sen gelme” mi diyeceğiz? Bunu söylemeye kimsenin hakkı yok. Eğer bir eleştiriniz varsa, size de açık olan bu toplantıya gelir, eleştirilerinizi ortaya koyarsınız. Bir gruba karşı tutumunuz varsa, genel kurullarda onlarla ittifak yapmaz, o grupla kurumsal ilişki kurmazsınız vb. Fakat bir gruba karşı tutumunuz var diye, üyeleriniz adına yürütülen bir çalışmaya ket vuramazsınız. Öte yandan, KESK’te yaşananların bir muhatabı KEC ise diğer muhatapları da KESK’te yönetim koltuklarını ellerinde tutan sendikal gruplar, yani sizlersiniz. Dönersiniz yaşananlardaki kendi payınızı da samimiyetle ortaya koyarak, muhatapları ile bu meseleyi çözümlersiniz.
Nihayetinde panel yapıldı ve İŞP yürütmesi ile yer vermeyen sendika şubelerinin tutumu Kadıköy’de bu şubelerin bulunduğu bina önünde yapılan basın açıklaması ile kınandı. Çeşitli eksiklikleri olsa da iyi bir katılım ve içerikle panel gerçekleştirildi.
Fakat panelin örgütlenmesi sürecinde, sendikaların yer vermemesi ile ilgisi olmayan bir takım tartışmalar yaşandı. Toplantı bileşenlerinin tepki gösterdiği ve bizim dayatmacılık olarak gördüğümüz bir takım yaklaşımlar, gereksiz zorlamalar ve tutumlar vardı. Panelden uzunca bir zaman sonra yapılabilen değerlendirme toplantısında katılımcıların önemli bir bölümü bu tutumları eleştirmelerine rağmen, özeleştirel bir yaklaşım görmediler. Yani bu toplantıların aynı bileşenle sürdürülüp sürdürülemeyeceğini, eleştirilerin muhataplarının sergileyeceği tutum belirleyecek.
KESK'te oturma eylemi ve yaşananlar
- Anlaşıldığı kadarıyla KESK merkezinde yaşananlar halen gündemde ve sorun çözülmüş değil? Konu açılmışken, bu konu hakkındaki düşüncelerinizi de alabilir miyiz?
KÇB Sözcüsü: Bilindiği gibi Yüksel direnişçileri Ankara’da KESK binasında “KESK’in mücadele programı oluşturması” gibi taleplerle bir oturma eylemi başlatmışlardı. Yaklaşık 11 aylık bir süre sonunda, sendika yöneticileri eylemcilerin eşyalarını haberleri olmadan kapı önüne koydular ve onları içeri almadılar. Sonrasında eylemcilere şiddet uygulandı, eylemciler yerlerde sürüklendi. Biz 27 Ekim 2018 tarihinde “KESK yöneticileri şiddete son vermelidir!” başlığı ile yaptığımız açıklamada bu yaşananlara ilişkin tutumumuzu ortaya koyduk.
KESK ve hakim anlayışlar, direnişçilerin oturma eylemini “işgal” olarak nitelediler ve tabanına da bu yönde propaganda yaptılar. Siz 11 ay boyunca, o insanların binadaki varlığından rahatsızlık duysanız da, olağan sendikal faaliyetlerinizi yürütebilirken, nasıl olur da bu eylemi “işgal” diye tanımlarsınız? Eğer bir işgal varsa, siz nasıl içeri girip çıkabildiniz?! Yapılan eylemi doğru bulmayabilirsiniz. Her direnişçi üyenin sendikasının desteğini isteme ve bunu da çeşitli biçimlerde dile getirme hakkı olduğunu düşünmekle birlikte biz de yapılan eylemi isabetli bulmuyoruz. Bahsettiğimiz açıklamada bunun gerekçelerini bir ölçüde açıkladık. Fakat eylemi doğru bulmamanız, onu “işgal” olarak tanımlayıp eylemci üyelerinize şiddet uygulama hakkı verir mi size? Bu, KESK’e yaşatılan bir utançtır ve yaşananların esas sorumluluğu da KESK yönetimine aittir.
Peki KESK ne yapabilirdi? Durumu üye tabanıyla paylaşır, tartışmaya açar ve KESK’e dönük haklı eleştirileri de dikkate alan bir süreç işletebilirdi. Şeffaf, açık bir tartışma süreci yaşatılarak sorun görülen olgulara çözüm üretme çabasına girilebilirdi. Peki KESK ne yaptı? Çeşitli organlarda tartışmalar yürütmekle yetindi ve 11 ay boyunca durumu üye tabanından gizledi. Açık bir tartışma süreci yürütmedi. Peki neden KESK böyle davrandı? Çünkü KESK’e hakim anlayışların, ihraç saldırısı karşısında dün olduğu gibi bugün de fiili-meşru mücadeleyi esas alan bir tutumu yoktu ve bunu üye tabanı ile tartışmak bu gündemi ısıtmak anlamına gelirdi!
Bizim açıklamamızdan sonraki süreçte yanlış yanlışı izledi. Sendika bürokratlarının uyguladıkları şiddete karşılık, KEC, sendika yöneticilerini siyasal kimlikleri ve resimleri ile teşhir etmeye yöneldi. Bu, tartışmaların yönünü değiştirme konusunda hakim anlayışlara da olanak sağlamış oldu. Sorunun tüm muhatapları, meseleyi doğru biz zeminde tartışmak yerine bu türden yönelimlere girdiler. KESK’e bağlı sendikalar, tutup sosyal medya takibi yaparak bazı üyelerine soruşturmalar açtılar. Yani bir tasfiye süreci başlattılar. Bunun ne kamu emekçileri mücadelesine ne KESK’e ve ne de KESK içinde örgütlü bulunan sendikal gruplara bir faydası var. Bir an önce, sorunun tüm muhatapları, gerilimi tırmandırmaktan vazgeçmeli ve çözüm için çaba harcamalıdırlar.
Yüksel direnişi ve açlık grevi sürecine ilişkin değerlendirmeler
- Yüksel direnişi ve açlık grevi sürecine tekrar dönebiliriz demiştik. Bu konuda da değerlendirmelerinizi alabilir miyiz?
KÇB Sözcüsü: Aslında Yüksel direnişine ve direnişi sürdüren iradenin yönelimlerine ilişkin birçok şeyi bir ölçüde söylemiş olduk. Dolayısıyla bunlara tekrar dönmeyi gerekli görmüyorum. Belirtmek isterim ki, Yüksel direnişi de, İstanbul direnişi de ve diğer tüm direnişler de kamu emekçileri tarihine yazılan direnişler oldular.
Yüksel direnişi, ihraç saldırısının başladığı ve sürdüğü dönemlerde, toplum nezdinde ciddi bir etki yaratan bir direnişti. İhraç saldırısının emekçilerin sıcak gündeminde olması, ayrıca bu etkiyi güçlendiren bir olguydu. Bu durum, direnişin gerisindeki iradenin kimi yanlış tutumlarını da önemli ölçüde tolere ediyordu. Destek için alana gelen devrimci çevrelere “önlüksüz” gelmeleri yönündeki müdahaleler, eyleme katılmak isteyen kimi ihraçların karar süreçlerinin dışında tutulmak istenmesi vb. dayatmacı yaklaşımlara rağmen, önemli bir etki oluşmuştu. Açlık grevi sonrasında ise ihraç saldırısının ihraçların dahi gündeminin gerilerine düşmesi nedeniyle bu etki zayıfladı. Direnişe katılımda önemli bir daralma yaşandı ve sonrasında sergilenen yanlış tutumlar da Yüksel direnişinin emekçilerin ileri kesimlerinde kazandığı saygınlığı zedeledi.
Bunlardan biri, direnişin etkisinin zayıfladığı düşüncesiyle direniş programında değişikliğe gidilmesini öneren, ardından da direnişten çekilen, bir dönem direnişin sembollerinden biri olmuş olan Veli Saçılık’ın HDP’den milletvekili adayı olması sonrasında yaşananlar oldu. Elbette ki, Yüksel direnişçileri, Saçılık’ın adaylığının direnişi temsilen gelişmediğini ve bireysel tercihi olduğunu açıklama hakkına sahiptiler. Zaten Saçılık da adaylığının Yüksel direnişi ile ilgili olmadığını açıkladı. Direnişten birçok insan bir biçimde çekildi ama kimseye “kamuoyuna açıklama yap” baskısı olmadı veya kamuoyu önünde bu kişiler tartışma konusu edilmedi. Fakat Saçılık ile ilgili aynı özen gösterilmedi ve dahası dergilerde ağır ithamlar yöneltildi. KESK’te yaşananlardan sonra kimi yöneticilerin siyasal kimlikleri ve resimleri ile teşhir edilmesi de direnişin yarattığı saygınlığı zedeledi. Denebilir ki, ihraç saldırısının emekçilerin gündeminin gerilerine düşmesi ve direnişin etkisinin zayıflaması, Yüksel direnişini sürdüren iradenin yanlış tutumlarının da görülür hale gelmesini sağladı.
Açlık grevi süreci ise üzerinde konuşulması zor bir süreç. Her şeyden önce iki insanın hayatlarını ortaya koymaları gibi bir gerçeklik var ortada. Büyük bir direngenlik, büyük bir özveri bu. Fakat yine de her mücadelenin deneyimlerini ortaya koymak bir zorunluluk. Eğer ihraçlara karşı sürdürülen direnişleri değerlendiriyorsak, açlık grevini bunun dışında tutmamızın olanağı da yok.
Biz hiçbir eylem biçimini reddeden bir tutumun sahibi değiliz. Her eylemi içinde bulunduğu koşullar, yaratacağı sonuçlar vb. gibi somut ölçütlerle değerlendirmek durumundayız. Biz, yarattığı etki ne olursa olsun, alan mücadelelerinin gelişip yaygınlaştığı bir dönemde, açlık grevi biçiminde bir eylem süreci geliştirilmesini doğru bulmuyoruz. Bu, iki insanın eylemini mücadelenin merkezine oturtmak, zamansız bir biçimde çıtayı yükseltmek anlamına geliyor. Bir de, mücadelenizi böyle bir evreye taşıdığınızda, eğer taleplerinizi kazanamazsanız, eyleminiz tersinden kırılmalara yol açacaktır. Kuşkusuz, taleplerin kazanılması ile sonuçlanırsa da on binlerce ihraç emekçiyi harekete geçirebilme olanağınız var. Bunların iyi hesap edilmesi gerekirdi.
İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin işten çıkardığı 258 işçiden biri olan Mahir Kılıç’ın açlık grevi olumlu bir örnek olarak verilebilir. Açlık grevinin 183’üncü gününde Kılıç’ın talebi kabul edilerek bir protokol imzalanmış, fakat belediye protokole uymadığından Kılıç, CHP genel merkezi önünde yeniden eylemlerine başlamıştı. En nihayetinde ikinci açlık grevinin 67’inci gününde mücadelesini kazanımla sonuçlandırdı. Kılıç’ın taleplerinin muhatabı iktidar partisi değil, CHP idi. Buna rağmen büyük zorluklara göğüs germek durumunda kaldı. Kamu emekçilerine dönük ihraç saldırısı ise “darbeye karşı mücadele” görüntüsü çizmek ve ayrıca kamu kurumları üzerindeki denetimini güçlendirmek açısından AKP iktidarının en temel politikalarından biriydi. Dolayısıyla buna iktidarın atacağı bir geri adımın tüm bir ihraç politikasının çökmesi anlamına geleceğini, iktidarın ise ciddi bir çıkmaza düşmedikçe böyle bir adım atmayacağını öngörmek gerekirdi. AKP iktidarının, açlık grevcilerini “terörist” olarak damgalayan broşürler çıkarması ve tutuklama terörüne yönelmesi boşuna değil. Biz o dönemde arkadaşlarımızla yaptığımız değerlendirmelerde tüm bunları ortaya koyuyor ve iktidarın mevcut koşullarda taleplerin kabulüne yönelmeyeceğini öngörüyorduk.
Kuşkusuz burada mesele taleplerin kazanılıp kazanılamaması değil. Talepler kazanılsaydı on binlerce insanı kaynaştıran ve mücadeleyi büyüten bir rol oynardı. Fakat bu, “yazı mı gelecek, tura mı gelecek” gibi istatistiksel bir denklemde ele alınabilecek bir mesele değil. Toplumsal mücadelelerin seyrini belirleyen somut olgular vardır ve ihtimaller ancak bu olgular üzerinden değerlendirilebilir.
Açlık grevi, içinde bulunulan dönemde toplumun devrimci-ilerici kesimlerinin bir ölçüde harekete geçirilmesinde, ihraç saldırısının gerek ülke ölçeğinde, gerekse de Avrupa’da teşhirinde önemli bir etki yarattı kuşkusuz. Fakat ihraç emekçilerin mücadeleye yöneltilmesinde belirgin bir rol oynamadı. Aksine, çıta yükseltilmiş oldu ve açlık grevi mücadelenin merkezine oturduğundan, bir dizi direniş gölgede kaldı ve kimi direnişler de bu süreçte bitirildi. Açlık grevleri sonrasında, direniş alanlarına dönük belirgin bir ilgi zayıflığının yaşanması, açlık grevine destek amacıyla oluşan platformların direnişlerle dayanışma platformlarına dönüştürülememesi, hem açlık grevinin sonuçlarını ve hem de gelişen duyarlılığın niteliğini ortaya koyması bakımından bir veri oluşturuyor.
Nihayetinde açlık grevi başlamıştı ve bu aşamada açlık grevini açık biçimde sahiplendik, İstanbul’da oluşan platform içerisinde de yer aldık. Açlık grevinin 60’lı günlerinde “Açlık grevleri kritik evrede! Seyirci kalmayalım, dayanışmayı ve direnişleri büyütelim” başlığı ile 8 Mayıs 2017 tarihinde bir çağrı yayınlamıştık. Bu açıklamamızda, “Açlık grevleri karşısında, KESK ve bağlı sendikaların, devrimci ve ilerici kamu emekçilerinin insani-vicdani sorumluluklarının yanı sıra sendikal-siyasal sorumlulukları da vardır. İnanıyoruz ki, açlık grevlerinin en temel amaçlarından biri kıyımlara karşı mücadelenin yeni alanlara yayılması ve büyütülmesi için uyarıcı olmaktır. KESK ve bağlı sendikalarca yaygın direnişlerin örgütlenmesi ve açlık grevlerine sahip çıkılmasıyla, açlık grevlerinin de amacına ulaşmış olacağına inanıyoruz. Bu bakışla KESK ve bağlı sendikaları, ilerici-devrimci kamu emekçilerini, açlık grevinde geri dönülmez bir aşamaya gelinmeden harekete geçmeye ve göreve çağırıyoruz.” demiştik.
Aynı ayın sonunda 31 Mayıs’ta “İhraç saldırısına karşı mücadeleyi kazanıma dönüştürmek için, KESK ve sendikalar ne yapmalı?” başlıklı bir değerlendirme de yayınladık. Bu değerlendirmede açlık grevinin doğruluğu-yanlışlığı üzerinden sürdürülen tartışmalara tutum aldık ve şunlar dile getirdik: “Vurgulamak isteriz ki, isabetli olsun veya olmasın, Nuriye ve Semih’i açlık grevine başvurmaya yönelten de, ‘bireysel’ direnişler diye ifade edilen emekçi direnişlerine alan açan da, bizzat KESK ve bağlı sendikaların kitlesel kıyımlara karşı tutarlı ve kesintisiz bir fiili mücadele örmemesi olmuştur.”
Aynı açıklamada, “Şurası açık ki, açlık grevi, kendisinden beklenebilecek toplumsal etkiyi fazlasıyla yaratmıştır. Öyle ki, AKP iktidarının en üst perdeden cephe alması, zıvanadan çıkmış saldırgan açıklamalar yapması ve tutuklama terörü ile açlık grevindeki emekçileri yalıtma çabasına girişmesi, tam da bu toplumsal etkinin iktidar cephesinde yarattığı sarsıntıyı yankılamaktadır. Bu durum kamuda yaşanan kitlesel ihraçların AKP iktidarının yumuşak karnı olduğunu da gözler önüne sermiştir. Şu anlamda ki, açlık grevi, toplumun önemli bir bölümünün kamuda yaşanan ihraçların hukuksuzluğuna inandığını gözler önüne sermiş, taleplerin geniş bir kesim tarafından meşru ve haklı görülmesi nedeniyle toplum nezdinde AKP’nin ‘terör’ edebiyatının inandırıcılığı da darbe almıştır. İhraçlara karşı mücadele, kamu emekçileri başta olmak üzere tüm işçi ve emekçiler nezdinde büyük bir meşruiyet kazanmıştır” denilmektedir.
Bu alıntılardan da görüleceği gibi, açlık grevi bizce taleplerin kazanılması bakımından değil fakat yarattığı toplumsal etki bakımından esas kazanımını bizim ilk açıklamamızı yaptığımız dönemlerde elde etmişti. Yani açlık grevleri, yaratabileceği etkiyi yaratmıştı, bu da kazanımların en önemlisiydi ve mevcut koşullar içinde elde edilebilecek kazanımın doruk noktasına ulaşılmıştı. Dolayısıyla açlık grevi bu dönemde sona erdirilmeli, mevcut koşullar altında daha fazlasında ısrar etmenin bir tıkanma sürecini getireceği, olumsuz bir psikolojik etki yaratacağı ve mevcut kazanımın etkisini de zayıflatacağı görülmeliydi. Peki ne oldu? Açlık grevinin sürdürülmesinde ısrar edildi ve taleplerde “OHAL komisyonu Nuriye ve Semih’in talebini öncelikle değerlendirsin” noktasına gelinmek durumunda kalındı.
Yanlış anlaşılmasın, gelinen noktada bu talebin öne çıkartılmak durumunda kalınmasını değil, çeşitli uyarılarımıza rağmen sürecin doğru değerlendirilememiş olmasını eleştiriyoruz. OHAL komisyonunun Nuriye ve Semih’in dosyalarını öncelikle incelemesini, devlete geri adım attırmış olmak gibi değerlendirenler olsa da, biz bunu bir kazanım olarak görmüyoruz. Bu olsa olsa açlık grevini bir biçimde bitirebilmek için gelinen noktayı tanımlıyor yalnızca. Bunu bir kazanım olarak sunmak, meşru görmediğiniz ve oyalama komisyonu dediğiniz bir kuruma meşruiyet yüklemek olur.
Yüksel direnişini sürdüren iradenin, İstanbul direnişine dönük tutumundan bahsetmiştik. İstanbul direnişçileri açlık grevi sürecinde ciddi bir sahiplenme gösterdiler. Fakat aynı şeyi göremediler. Nuriye Gülmen çeşitli vesilelerle defalarca İstanbul’a gelmiş olmasına rağmen direniş alanlarını bir kez olsun ziyaret etmedi. Kuşkusuz bu bir “minnet borcu” olarak algılanmamalı. Ortaya koyduğunuz mücadelenin yarattığı etki üzerinden başka direnişlerle bütünleşmek, ortak zeminler yaratabilmek ve ihraçlara karşı mücadelenin birleşik bir hatta evriltilmesi için gerekliydi bu.
Kuşkusuz yaptığımız değerlendirmeler ve eleştiriler, bir dizi bedellerle sürdürülen mücadelelerin değerini azaltmıyor. 15 Temmuz sonrasında yaşanan süreç ve bir dizi direniş, büyük bir deneyim bıraktı bize. Bu deneyimler doğru değerlendirilebilirse, bugün yapılan hatalar ne olursa olsun, yarınları kazanmamız olanaklı olacaktır. Sınıf mücadelesinin yarınlarını, yine sınıf mücadelesinin dersleri ile kendilerini donatabilenler temsil edecektir.
- Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?
KÇB Sözcüsü: Kızıl Bayrak emekçileri ve okurlarına, sınıf devrimcilerine, göstermiş oldukları duyarlılık nedeniyle teşekkür etmek istiyorum. İstanbul direnişi boyunca sınıf devrimcilerinden önemli bir destek gördük, bugün de görmeye devam ediyoruz.
Son olarak da, bu röportajı okuyacak emekçilere seslenmek istiyorum. Kimi değerlendirmelerimiz birçok emekçi dostumuzu incitebilir, yanlış veya eksik görülebilir. Biz eksiğimizi tartışmaya her zaman açığız ve dostlarımız bize her platformda eleştirilerini yöneltebilirler. Biz kamu emekçileri hareketinin içinde bulunduğu olumsuz tabloya, direnişler sürecinin olumsuzluklarının yarattığı yıpranmışlıklara rağmen, ortak zeminler yaratma çabamızı elimizden geldiğince sürdüreceğiz. İhraç edilen emekçi dostlarımız başta olmak üzere, tüm kamu emekçilerini bu çabaya katkı sunmaya çağırıyoruz.