Uzun yıllardan bu yana sistemin yaşadığı krizin faturası burjuvazi tarafından döne döne sınıf ve emekçi kitlelere kesiliyor. Bu ise dünya genelinde sosyal hoşnutsuzluğun büyümesine ve buna bağlı olarak da proleter kitle hareketlerinin ivmelenmesine yol açan koşulları yaratıyor. Tablo önümüze koyduğumuz politik hedefler ve görevler çerçevesinde daha fazla yüklenilmesi/yoğunlaşılması gereken bir pratiğin sorumluluğunu omuzlarımıza yüklüyor. Nitekim içinde bulunduğumuz tarihsel dönemde “devrimci bir sınıf hareketi”nin örgütlenmesi zorunluluğuna ve görevine komünistler olarak sıklıkla vurgu yapıyor, atıfta bulunuyoruz. Tam da bundan kaynaklı olarak siyasal sınıf çalışmamızın gidişatını, ihtiyaçlarını, başarılarını ve zorlanma alanlarını irdeleyip, sonuçlar çıkarmak, kolektif bir tartışmaya konu etmek, hedeflerimiz doğrultusunda sürdürdüğümüz faaliyetin ayrılmaz ve önemli bir parçasıdır. Ki, bu yapılabildiği oranda sınıflar mücadelesinin kendi nesnel zemini ve mantığı üzerinden işleyen gidişatına öznel planda başarılı bir müdahalede bulunabilir, iddiamızın ve misyonumuzun hakkını layıkıyla yerine getirebilmiş oluruz.
Sınıf kitlelerini üretim alanları üzerinden harekete geçirebilmek, kendi öz deneyimleri üzerinden eğitebilmek, çok yönlü siyasal bir faaliyet sonucunda onların, bağımsız sınıf çıkarları doğrultusunda hareket edebilmelerini, toplumsal mücadelenin odağına yerleşebilmelerini sağlayabilmek hiç şüphesiz ki başlıca hedeflerimizdir. Ve bu çerçevede bugün bu hedeflerimizin somutluk kazanacağı, hayat bulacağı başlıca temel alanlar, üretim havzaları ve fabrika çalışmaları olacaktır. Greif Direnişi ve Metal Fırtına gibi örnekler, komünistlerin bu alandaki deneyimlerini arttırdıklarının, pratik-politik hattın düzeyini giderek yükselttiklerinin somut göstergeleri olmuşlardır. Peki ama mevcut düzey bugünün ihtiyaçlarını karşılamaya ve önümüze koyduğumuz hedeflerle aradaki açı farkının kapanmasına yeterli midir? Ya da bu konuda ne yapılmalıdır?
Burjuva gerici ideolojilerin hakimiyeti
Şüphesiz bunun hem bizden kaynaklanan hem de bizi aşan yanları vardır. Bunu bilince çıkarmak müdahalelerimizin kapsamını belirlemeye de yardımcı olacaktır. Öncelikle bugün sınıf hareketinin siyasallaşmasının önündeki engeller bahsinde belli başlı noktalara dikkat çekmek gerekiyor. Bu çerçevede ilkin sınıf kitlelerinin burjuva gerici ideolojilerinin çok yönlü kuşatması ve derin tesiri altında bulunuyor olmalarına vurgu yaparak başlayabiliriz. Sınıf kitlelerinin gerek iktisadi-maddi menfaatlerine gerekse de toplumsal-siyasal sorunlara kendi çıkarları ve bağımsız devrimci sınıf perspektifi üzerinden bakabilmelerinin önüne geçen, bu yanıyla da mücadelelerine ket vuran ya da hedeflerinden sapmasına yol açan gerici burjuva ideolojiler çok çeşitli biçimler altında işçi ve emekçileri sarmaktadır.
Bugün bunlardan en fazla öne çıkanı, işçi ve emekçilerin sosyal mücadeleden geri durmalarına vesile olan dinsel gericiliktir. Özellikle işçi ve emekçiler, AKP iktidarının toplumu dini referanslara dayalı bir yönetim anlayışı içerisinde yeniden şekillendirme çabalarının doğrudan hedefi olmaktadırlar. Zira toplumun ezilen ve sömürülen kesimi olarak işçi ve emekçiler, AKP’nin 15 yıldır demagojik bir tarzda kullandığı “mağduriyet” söylemine -emekçilerin dini duygularının da istismar edilerek- kazanılabilecek, kitle tabanı oluşturabilecek kesimlerin başında görülmektedir. Dahası yaşadıkları sömürü ve sefalet koşullarına dini inançları ve yargıları üzerinden tevekkül eder, rıza gösterir hale getirilmeleri, AKP iktidarına, bir bütün olarak sermaye sınıfının en fazla kâra ve servet artışına tam da kendi dönemlerinde, kendi yönetim anlayışları altında kavuşabildiğinin propagandasını yapma fırsatı sunuyor. AKP bu yolla da sermaye sınıfının kolektif çıkarları adına kendi iktidarına tam destek sunmalarını istiyor, bu beklentisine meşruiyet kazandırıyor.
Bunun güncel planda yansımasına ilişkin somut ve çarpıcı birkaç örneğine değinmekte fayda var. Örneğin kıdem tazminatı gibi işçi ve emekçilerin sermaye sınıfı karşısında “son kalesi” olarak da tabir edilen hakkının fona devredilmek yoluyla ortadan kaldırılmaya çalışıldığı bir sırada bir din istismarcısı çıkıp “kıdem tazminatı almak caiz değildir” yönlü açıklamalar yapıyor. Bu açıklamanın kamuoyuna yaygın olarak servis edilmesi ve bunun dini inancı gelişkin sınıf kitleleri arasında tartışılıyor olması, kabul ediliyor bulunması, sermaye sınıfının en kritik saldırılarında dini ideolojiyi nasıl kullandığını ve bu yolla emekçileri nasıl edilgenleştirdiğini gösteriyor. Ya da birçok fabrikada sendikal örgütlenme faaliyeti sırasında yaşayabildiğimiz gibi, sendikaya üye olmanın dinen caiz olup olmadığını mensubu olduğu tarikat şeyhine/liderine soran, ondan onay bekleyen işçiler gerçeğiyle karşılaşabiliyoruz. En basitinden, Soma’da 301 maden işçisinin katledilmesi olayı karşısında milyonların önünde pervasızca “Bu işin fıtratında var” diyen Erdoğan, son referandum sürecinde de görüldüğü üzere hâlâ hatırı sayılabilir bir oranda oy toplayabilmektedir. Üstelik, “ayaklar baş olsa kıyamet kopar” vb. sözleri ile her fırsatta işçi ve emekçileri aleni aşağılaması ya da “yok öyle ikide bir grev mrev, ben anlamam”, “OHAL ile birlikte grevlere anında müdahale ediyoruz” diyerek safını ve hizmet ettiği sınıfı açıkça ortaya koymasına rağmen yaşanıyor bu. Tüm bunlar sosyal mücadeleyi dizginlemek için burjuvazi tarafından kullanılan dinsel gericiliğin, özellikle de AKP iktidarı dönemi ile birlikte kitleleri etkileme noktasında nasıl başarı ile kullanıldığının somut bir verisi olmaktadır.
Dinsel gericiliği tamamlayan bir diğer burjuva ideolojisi ise ırkçı-milliyetçi anlayıştır. Özellikle “Kürt sorunu” bahsinde Kürt halkının meşru demokratik ulusal talepleri ve bu yöndeki mücadeleleri sermaye iktidarı tarafından işçilerin bilincinin kötürümleştirilmesi doğrultusunda kullanılıyor. Emekçilerin sefalet ve sömürü koşullarından kaynaklı, düzene karşı oluşan/oluşabilecek tepki ve öfkeleri, temelini tam da yine ekonomik sömürgecilikten alan ulusal eşitsizliğe ve politik baskılara karşı sürdürülen haklı bir mücadeleye karşı yöneltilmektedir. İşçi ve emekçileri hakim ulus şovenizmi ile zehirlemek burjuvazi için aynı zamanda onların kölelik prangalarını daha da ağırlaştırmak anlamına geliyor. Zira bu yolla kendileri de koyu bir sömürüye maruz kalan ve buna mahkum olan sınıf kitleleri doğrudan sorumlu olmadıkları bir sömürgeciliğe politik planda eklemlenmiş, kendi bağımsız sınıf konumunu elde edecek politik bilinç ve mücadele zemininden yoksun kalmış oluyorlar.
Yıllar önce Marx’ın, İngiltere işçi sınıfının “İngiliz proleterler” ve “İrlandalı proleterler” olarak bölünmesinin İngiliz işçi sınıfının “güçsüzlüğünün” gerçek temeline dair söylemiş olduğu sözler bugünkü duruma da ışık tutmaktadır esasında: “Örgütlülüğüne rağmen, İngiliz işçi sınıfının güçsüzlüğünün sırrı bu düşmanlıkta yatmaktadır. Kapitalistleri iktidarda tutan sihir de budur.”
Nitekim Türk burjuvazisi ve onun adına sermaye iktidarı da Türkiye işçi sınıfını güçten düşürmek, onu kontrol altında tutmak için sınıf kitleleri arasında yapay bölünmeler yaratan şoven, ırkçı, milliyetçi politikaları sistematik bir tarzda kullanmıştır. Üstelik sadece “Kürt sorunu” üzerinden de yapılmamıştır bu. Burjuvazi bugün, bir yandan Suriyeli mültecileri ucuz işgücü olarak değerlendirirken, öte yandan işçi ve emekçilerin yaşadıkları sefalet koşullarının kaynağı olarak kapitalist sömürüden ziyade rekabete zorlandıkları “Suriyeli işçileri” görmelerini sağlamakta ve bu sayede ortak sınıf çıkarları doğrultusunda mücadele etmelerinin önüne geçmeyi hedeflemektedir. Dün ise aynı şeyi önce “muhacir” denen Bulgaristan göçmeni işçiler üzerinden, sonrasında ise sırasıyla Romanlar, Azeriler, Türkmenler vb. üzerinden hayata geçirmiştir. Fakat Kürt halkının bir türlü bastırılamayan ulusal özlem ve hakları temelinde sürdürdüğü mücadeleleri ve bunun gelinen yerde Türkiye coğrafyasını da aşan bir muhtevaya bürünmesi, sermaye iktidarında derin kaygılar yaratmakta, onu Kürt düşmanlığı üzerinden yürüyen şoven ve ırkçı politikalarla zehirlemeye daha sistematik bir şekilde başvurmaya itmektedir. Tersinden bu da “Kürt sorununun” gerçek çözüm zeminini sunacak olan “İşçilerin birliği, halkların kardeşliği” temelli bir mücadele etrafında tüm toplumsal kesimleri sürüklemeye yetenekli yegane sınıf olarak Türkiye işçi sınıfının siyaset sahnesine çıkabilme koşullarını darbelemektedir.
Elbette sermaye iktidarının, sınıf kitlelerinin bilincini dumura uğratmak ve onları mücadelelerinden alıkoymak adına devreye soktuğu daha bir dizi gerici ideolojik-politik araç var. Bununla birlikte bugün esas olarak ve kapsamlı bir şekilde başvurulan yöntem daha çok dinsel gericilik ve şoven milliyetçilik olmaktadır. Sermaye devleti bu amaçları doğrultusunda, tüm propaganda aygıtlarıyla işçi ve emekçileri adeta bir bombardımana tutmakta, yasal ve yasadışı tüm kurumlarıyla onları denetim altına almakta, yeri geldiğinde de kendi hesapları ve çıkarları doğrultusunda harekete geçirebilmek için seferber olmakta, tüm bunlar için merkezi planlar yapmakta, devasa bütçeler ayırmaktadır.
Böylelikle devrimci bir sınıf hareketi hedefimiz doğrultusunda, sınıf kitlelerini kuşatan bu burjuva gerici ideolojilere ve politikalara karşı siyasal sınıf çalışmamızda sistematik bir mücadele yürütebilmemizin zorunluluğu ve önemi kendiliğinden açığa çıkmaktadır. Sermaye düzeninin elindeki tüm araç ve imkanlara rağmen, sınıf devrimcileri ajitasyon-propaganda araçlarını en etkin şekilde kullanabilmeyi başarabilmeli, anlık siyasal teşhirlerle sınıf kitlelerini burjuva ideolojisinden kurtarabilme yönünde bir yetkinleşmeye gidebilmelidirler. Elbette bu da bu alandaki ihtiyacın önemine ve zorunluluğuna dair bir bilinç açıklığı ve bunun sonucunda gerçekleşecek sistematik bir müdahaleyle gerçekleşebilir ancak.
Gerek fabrika çalışmalarında sınıf kitleleri ile bire bir temaslarımızda gerekse de sanayi havzalarına yönelik süren genel siyasal faaliyetimizde ajitasyon, propaganda ve teşhir faaliyetimizin hangi özgünlük içerisinde hayat bulacağı, şüphesiz ki alanın somut durumu, buradaki sınıf kitlelerinin bilinci, duyarlılıkları vb. özelliklerini gözetecek bir tarzda ele alınmasına bağlı son derece önemli bir husus olacaktır. Bununla birlikte sınıf kitlelerini gerek dinsel gerekse de şoven, ırkçı, gerici burjuva ideolojilerin etkisinden kurtarabilmenin ve onlarda bir bilinç dönüşümü yaratabilmenin esas ve temel koşulunun onları kendi çıkarları üzerinden eylemsel bir hatta çekebilmekten ve bu eylemsel pratik üzerinden öz deneyimleri yoluyla öğrenebilmelerini sağlamaktan geçtiğini bir an için unutmamak gerekir. En muhafazakar-milliyetçi gözüken işçilerin, Tekel direnişi sırasında “Kürt sorununa” dair, “gerçek açılımı biz yaptık” diyebilmeleri ve toplumsal hafızalarda yer edinen deneyimleri, söylemek istediklerimizi tüm açıklığıyla özetlemiş oluyor. Hareket-bilinç ilişkisi arasındaki bu diyalektik bağı bir an için gözden kaçırmadan ama bu ilişkide temel olanı da unutmadan sınıf çalışmamızı bu esaslar üzerinden döne döne sorgulayıp, ona göre yönlendirebilmeliyiz.
Sermayenin “kutsal ittifakı”
Sınıfı siyasallaştırma çabalarımızın önünde dikilen bir diğer gericilik odağı da sermaye, devlet ve sendikal bürokrasiye dayalı “kutsal ittifak”tır. Aslında her birini kendi içinde ayrı bir başlık olarak irdeleyip derinleştirebileceğimiz bu şer ekseninin, harekete geçen sınıf kitlelerini, kendilerine düşen görev ve rol dağılımına bağlı olarak nasıl bastırdıklarına, pasifize ettiklerine ve gerisin geriye onları sömürü ve sefalet koşullarına ikna ettiklerine dair uzun uzadıya çıkarsamalarda bulunmayı gerekli görmüyoruz. Sadece çarpıcı olması bakımından; Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay’ın, Şişecam grevinin hükümet tarafından OHAL kapsamında yasaklanmasına ilişkin vermiş olduğu demeci örnek olarak göstermeyi yeterli buluyoruz. Atalay, hükümetin “grev erteleme” kararı almasına gerek olmadığından, zira “bu tür sözleşmelerin zaten son gecede bağıtlandığından” dem vurup böylesi erken alınmış bir erteleme kararının ise işin yokuşa sürülmesine ve sendikanın da grev kararında ısrarcı olmak durumunda kalmasına yol açtığı anlamına gelen sözleri sarf etmekte hiçbir beis görmüyor. Kendilerinin durumuna ve misyonuna herhangi bir ek söz gerektirmeyecek denli ışık tutan bu açıklamaların sadece “sarı sendika” olarak tabir edilen kesimler için değil, çeşitli ton ve “sol” söylem farkıyla artık en keskin gözüken sendikal anlayışlar için de geçerliliğe sahip olduğu, her günkü deneyimlerle sabittir.
O halde geriye, bugün bu ilişkinin hangi boyutlar ve düzlem içerisinde sürdüğünün somut, canlı ve çarpıcı teşhiri üzerinden sınıf kitlelerinin sistematik bir tarzda aydınlatılması ve eğitime tabi tutulması görevinin yakıcılığına işaret etmek kalır. Bu eğitim ve bilinçlendirme faaliyeti de ancak hem teorik ve politik hem de sınıfın pratik öz deneyimleri üzerinden gerçekleşecek bütünlüklü bir faaliyetle istenen sonucu verecektir. Sınıf kitle çalışmamızın popüler araçları olan fabrika/bölge/sektör bültenlerinin, sınıfların ve devletin oluşumu, sendikaların tarihi, bürokrasinin temeli vb.ne dair konulara aracın işlevine uygun bir şekilde değinmesi, bunları sistematik bir şekilde işlemesi yakıcı bir ihtiyaç olacaktır. Ayrıca bu konularda yine hazırlanacak olan broşür ve materyallerin yanı sıra her türlü görsel-işitsel propaganda araçlarının kullanılması suretiyle yol ve yöntemleri çeşitlendirip zenginleştirebiliriz. Yine her fabrika çalışmasında bu yönde elde edilecek deneyimlerden çıkarılacak dersleri ve sonuçları derleyip kolektife mal eden bir bakış ve sorumlulukla hareket edebilmeliyiz ki sınıf çalışmamız yeni bir başlangıçtan ziyade mevcut olanı pekiştiren ve onu daha ileriye taşıyabilen bir hatta ilerleyebilsin.
Fakat işçi sınıfını adeta cendereye alan söz konusu şer ekseninin etkilerinin bertaraf edilmesi sadece kitleleri bilinçlendirme ve eylemselliğe çekebilme faaliyeti üzerinden başarılamayacağı içindir ki yine kitle hareketinin durumuna bağlı olarak, işçilerin kendilerine karşı gerçekleşen saldırıları savuşturabilmeleri bakımından çeşitli savunma mekanizmalarının örgütlenmesi ve açığa çıkartılabilmesi gerekir. İşçi savunma birliklerini, bu kapsamda üzerine daha fazla düşünülmesi gereken bir husus olarak önümüze almamız gerekiyor. Sınıf kitleleri içerisinde fiili, meşru ve militan bir mücadele hattını propaganda ederken veya örgütlemeye çalışırken bunların çeşitli araçlarını devreye sokabilmek için daha fazla bir çaba içerisinde olabilmeliyiz.
Esnek çalışma saldırılarının sınıfa etkileri
Sermaye iktidarının “ulusal istihdam stratejisi” başlığı altında var olan kazanımları da ortadan kaldırmaya yönelik stratejik saldırısının en önemli etkilerinden biri de “iş gücü piyasasının esnekleştirilmesi” başlığı altında sınıf kitlelerini adeta atomlarına kadar ayırarak onların örgütlenmesinin önüne geçen, sınıf bilincini kazanmalarını engelleyen esnek üretim modellerinin temel çalışma biçimi haline getirilip yaygınlaşması olmaktadır. Halihazırda çeşitli uygulamalar ile sürmekte olan, en son “Pazar günü hafta sonu tatili olması” zorunluluğunun ortadan kaldırılmasıyla yeni bir uygulaması daha hayata geçirilen bu modelle AKP iktidarı, sermaye sınıfının kâr marjını maksimize etmeye çalışmaktadır.
Ama bununla birlikte sömürünün had safhada olduğu çalışma koşullarında hiçbir kural ve kaidenin geçerli olmadığı bir “düzen” içerisinde işçilerin ne çalışma şartlarında ne de çalışma dışında kalan zaman diliminde ortak paylaşım, faaliyet vb. üzerinden yan yana gelme koşulları kalmaktadır. Düzenleme işçilerin ortak bir sınıfın bireyi olma duygusunu ve aidiyetini yakalayabilme imkanlarını ve zeminlerini ortadan kaldırmaktadır. Sınıfın birliğini, örgütlülüğünü, dayanışma bilinci ve pratiğini doğrudan hedefleyen bu saldırı girişimi de bir sınıf hareketi geliştirebilme hedef ve çabalarımızın önünde duran temel engellerden biri olarak çıkmaktadır karşımıza.
Bunun doğrudan sonuçlarını en basitinden fabrika çalışmalarımızda sendikalaşma faaliyeti yürütürken görebilmekteyiz. Uzun, ağır ve süresi belirli olmayan çalışma koşulları nedeniyle yıllarca aynı iş yerinde çalışıp da birbirlerinin isimlerini dahi bilmeyen işçilerin ya bir sendikalaşma faaliyeti sonucunda ya da bir direniş sayesinde tanışabiliyor oluşlarına ender rastlanılmıyor. Aynı şekilde vardiyalarının çakışmaması vb. nedenlerden dolayı birbirlerini göremeyen evli çiftler olabiliyor. Tüm bunlar da sorunları tartışıp ortak çözüm yollarını bulabilmek için işçileri bir araya getirmeye çalıştığımız zeminleri (toplantıları vb. etkinlikleri) örgütleyebilme koşullarını sekteye uğratmaktadır. Böylesi ağır çalışma koşulları altındaki sınıf kitlelerini kendi sorunlarına olduğu kadar toplumsal sorunlara karşı da duyarlı hale getirip mücadeleye sevk edebilmenin, onları bu bilinçle donatabilmenin güçlükleri ortadadır ve anlaşılırdır.
Etkili bir sınıf çalışması için…
Sınıfı örgütlemek ve harekete geçirmek, kendi öz deneyimleri üzerinden eğiterek siyaset sahnesinin merkezine çıkartabilmek gibi bir hedef ve misyonla yola çıkan sınıf devrimcileri olarak bu nesnel koşullara boyun eğen değil, durumun zorluğunu gören, meşakkatine katlanan ama bu zorluğu aşma çabası içerisinde bunun çözüm yollarını da bulan bir siyasal sınıf çalışması içerisinde yetkinleşebilmeliyiz de. Hayatta her çelişki çözümünü de kendi içinde barındırdığı gibi sınıf kitlelerinin edilgenleşmesine, burjuvazi tarafından kontrol altına alınmasına yol açan koşulların belirli anlarda tam tersine dönüşüp, bu sefer de sınıf kitlelerinin tepkisine ve mücadele arayışları içerisine girmelerine yol açabileceğini/açtığını unutmamamız gerekiyor. Nitekim bugün dünya genelinde olduğu kadar Türkiye üzerinden de çeşitli şekillerde emareleri görülebilen bir gerçektir bu.
Bu yüzden de emeğin korunması talepli ve bu eksende sürdürülecek mücadelelerin sınıf kitleleri açısından sadece ücret artışı, çalışma ve yaşam koşullarının rahatlatılması anlamına gelmeyeceği gibi, bu konudaki gerek küçümseyici ve sekter gerekse de bunu kendi içinde amaçlaştıran liberal bakışlara ve anlayışlara hiçbir şekilde prim vermemeli, bunların bir başarı şansının olamayacağını bilmeli, sınıf içinde teşhir ve mahkum etmeliyiz. Sınıf devrimcileri olarak bu taleplerle gelişecek her mücadelenin “devrimci bir sınıf hareketi”nin geliştirilmesi genel hedefi ile bağını kurarak, onun bugün için öne çıkan anlamını, önemini ve işlevini bilince çıkartarak, fiili-meşru-militan bir hatta sürmesini sağlayabilmeliyiz.
Böylelikle artık konunun siyasal sınıf çalışmamızın somutlanacağı fabrika çalışmasıyla olan bağına ve bunun üzerinden ele alınmasına geçebiliriz. Basınımızda çeşitli yönleriyle irdelenen bu konuya dair tekrarlara düşmemek adına belli başlı noktalara işaret etmekle yetineceğiz. Öncelikle sınıfa yönelik genel siyasal faaliyetimizin bölgelerde hedef fabrikalar üzerinden başarılı bir şekilde uygulanabilmesinin; ancak belirlenen alana hakim olan, hedefleri belirlenmiş ve net olan, bu hedefler doğrultusunda izleyeceği yol, yöntem ve araçlara dair somut bir planlaması bulunan, bunlara ilişkin politik bir bilinç açıklığına ve kavrayışa sahip olan, esnek ve dinamik bir yapıya sahip, aynı zamanda inisiyatif sergileyebilen kolektif önderliklerce mümkün olabileceğinin altını çizmiş olalım. Elbette tüm bunları bizlere bir anda sunacak sihirli bir değneğe sahip olamayacağımız gibi bu böyle diye de siyasal faaliyetimizi sistematik bir şekilde irdeleyip, genel durumunu ve ihtiyaçlarını tespit edip, bunlardan yola çıkarak kendimize sonuçlar ve görevler çıkarmaktan, müdahalede bulunmaktan geri duracak değiliz. Bu yönde politik bir açıklığa, bu açıklık üzerinden şekillenen iradi bir çabaya sahip olamadığımız sürece ne ihtiyaç duyulan kolektif önderlik düzeyi ve pratiğine ulaşabilir ne genel siyasal faaliyetimizi ilgili alan ve fabrikalarda başarıyla özgünleştirebilir ne de çalışmalarımızı kendiliğinden süren bir hattın dışına çıkarabilmeyi sağlayabiliriz.
Çalışma yürüttüğümüz bölgelerde hedef fabrikaları belirleyip, bu fabrikalara yönelik nasıl bir müdahalede bulunacağımıza dair az çok somut bir plan ortaya koyup, bu konuda politik bir perspektif sunabildikten sonra geriye, belirlenen bu hedefler doğrultusunda sonuç almaya kilitlenen ısrarcı bir faaliyetin/pratiğin ortaya konulması kalır. Bugüne kadarki deneyimlerden de anlaşılacağı üzere bu konuda en çok yaşanan zorlanma bizlerin iradesi ve çabasına karşı fabrikalardaki işçi kitlelerinin harekete geçmesini sağlayacak uygun koşulların bir türlü doğmaması ve müdahalelerimizin karşılık bulmadığı izlenimine kapılmamızdan ötürü bir süre sonra bu irade ve çabaların zayıflaması, gerekli ısrarın korunamayışı olabilmektedir. Bunun sonucunda doğan olumsuzluk ve karamsarlık ruh hali içerisinde, var olan faaliyetin de canlılığını yitiren, rutine binen, yaratıcı yol ve yöntemleri geliştiremeyen bir hale dönüşmesi zaten kaçınılmaz oluyor. Böylelikle de belirlenen hedefler ve planlamalar kısa sürede değiştirilebiliyor.
Politik bilinç planında yaşanan eksikliğin ve zayıflığın göstergesi olabilecek bu pratiğin gerisinde, durağan gözüken kitlelerin bile aslında alttan alta yaşadıkları kaynaşmaları, niceliksel birikimleri gözlemleyemeyen, sadece yüzeyde gerçekleşen sonal sonuçlar üzerinden bir değerlendirmeye sahip olabilen dar ve yetersiz kalan ideolojik-teorik donanım sorunu vardır. Teorik-politik donanımını pratiğin sunduğu veriler ışığında gözden geçirme, sistematik bir tarzda geliştirme ihtiyacını karşılamayan ya da bu konuda zayıf kalan her kolektifin pratik-politik hattının da dar, sonuç alıcı olmaktan uzak kalacağı açıktır. Yine böyle bir eksikliğin somutta fabrika çalışmasında soluğunu tutamayan, uzun vadede ısrarını koruyamayan ve verimli bir faaliyet ortaya koyamayan bir sonuca yol açacak olması, anlaşılır bir durumdur.
Fabrika çalışmalarımızın başarılarının göstergelerinden biri, genel siyasal faaliyetimizin fabrikalar özgülünde somutlanabilmesi, hedef fabrikalara yönelik politikalarla bağının kurulabilmesidir. İşçileri, fabrikalarda yaşadıkları sorunları üzerinden harekete geçirme çabamızın aynı zamanda sermayenin sınıfa yönelik genel saldırıları üzerinden ortaya konulacak mücadele hattı üzerinden de sürdürülebilmesi gerekliliği açıktır. Kaldı ki sınıfın, bağımsız çıkarları doğrultusunda siyasallaşabilmesi için sermaye iktidarının ideolojik-politik saldırılarına karşı etkin bir siyasal ajitasyon-propaganda faaliyeti yürütmemiz gerekliliğini daha önceden işaret etmiştik. Bununla birlikte gerek siyasal gerekse de iktisadi saldırıların fabrikalar özgülünde nasıl bir somutlukta karşımıza çıktığının irdelenip bağının kurulabilmesi ve bunlar üzerinden özgün politikaların belirlenebilmesi çalışmalarımızın derinleştirilmesi açısından da elzem bir ihtiyacı karşılayacaktır. Bu bütünlüğü ve bağı gözden kaçırmadan burada genel siyasal faaliyetimizin bir tekrarına düşmeden özgün yol ve yöntemlerini bulmada yetkinleşebilmeliyiz. Buna da ancak bu yöndeki sistematik bir çaba sonucunda ulaşılabileceği açıktır.
Bir diğer önemli husus ise amaç-araç ilişkisinin doğru bir tarzda ele alınması olacaktır. Zira bazı durumlarda etkili bir kitle faaliyetinin yürütülmesi adına ya da bunun göstergesi olarak araç bolluğuna boğulan siyasal bir faaliyet yeterli görülebiliyor, bununla tatmin olunabiliyor. Oysa ki araçların zenginliği ve yaygınlığı önemli olmakla birlikte burada bizler için başarıyı belirleyecek asıl kıstas, kullanılan araçların amaca ne oranda hizmet ettiği olmalıdır. Bazen de tam tersine bu araç zenginliği ve çeşitliliği istenen amaca ulaşmayı engelleyen, dağıtıcı bir işleve yol açabilmektedir. Bu yüzden de burada dengeli bir ilişki kurup araçları kendi içinde mutlaklaştırmadan, her an amaçlarımıza ne kadar hizmet ettiklerini sorgulayan bir bakışla hareket etmemiz gerekiyor.
24 Temmuz 2017
Tekirdağ F Tipi Hapishanesi
* TKİP dava tutsağı