Ezilenlerin sesi Vedat Türkali ölümsüzler kervanına katıldı. O, son nefesini verdiği ana kadar sermaye düzeni ile uzlaşmamış, ezilenlerin omuz başında onurlu yerini almıştı. Yüreğini ezilenler için ortaya koymuş, kalemini ezilenlerin mücadelesi için kullanmıştı.
Asıl adı Abdülkadir Pirhasan olan ve 13 Mayıs 1919’da Samsun’da doğan Vedat Türkali yaşamı boyunca tüm kötülüklerin kaynağı olan sermaye düzeni ve devletinin karşısına dikilmiş, yoksulların mücadelesinin içinde olmuştu.
Vedat Türkali lise eğitimini Samsun’da bitirdi. Ardından üniversite yıllarında İstanbul’u mesken tuttu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden 1942 yılında mezun oldu. Mezun olduğu yıl hayat arkadaşı Merih Pirhasan’la evlendi.
Her daim yüreği ezilenler, yoksullar için attı, kalemi onları yazdı
Vedat Türkali yoksul bir ailenin çocuğuydu. O, yoksulluk içinde geçen çocukluğunu ve gençliğini anlatırken, o yılların mücadeleci kimliğinin oluşmasındaki belirleyici rolünün üstünü çizerdi. Yoksullukla geçen gençlik ve çocukluk yıllarını özgür düşünme yeteneği kazanmasına yol açtığını sıklıkla ifade ederdi. Kısacası Vedat Türkali yoksulluğun damgasını vurduğu zorlu yılları özgürlük meşalesi olarak taşımıştı.
Vedat Türkali yokluk ve yoksulluk günlerini unutmadığı gerçeğini davranışlarına ve konuşmalarına özellikle yansıtırdı. Kendisine çiçek getiren bir grup öğrenciye “Bizim insanlarımız hep fakir fukara. Çiçeğe gerek yok. İlle de bir şey getirecekseniz bir tek karanfil yeter” demesi tam da yoksullarla bütünleşmiş, yoksulların kurtuluşuna adanmış Vedat Türkali’nin anlayışının ifadesiydi.
Yokluğun ve yoksulluğun kaynağı olan kapitalizmin karşısına, örgütlü bir kimlik olarak dikildi. Dönemin TKP’si içinde örgütlü bir kimlik olarak yer almaktan kaçınmadı. Düzenin kendisine yaşatabileceklerini bildiği halde sosyalizm bayrağını yükseltti. Yoksulluğu ile gurur duydu. İçinde yer aldığı yoksulların kurtuluş mücadelesini yaşamının temel kaygısı olarak belirledi.
Hayatı boyunca yoksulların sesi oldu. Onların dertleriyle dertlendi. Yetinmedi, yoksulluğu, yoksulları yazdı. Yoksulluğun kaynağı olan sermaye düzenini sorguladı romanlarında. Dahası yokluğun ve yoksulluğun kaynağı olan kapitalizmin karşısına, örgütlü bir kimlik olarak sosyalizm bayrağını yükseltti.
Romanlarında devrimci inancını özgürce ortaya koydu. “Bitmeyen” romanında 12 Eylül karşı-devrimini katliamları edebi bir dil ve duygu fırtınasıyla anlattı. Yetinmedi mücadeleye duyduğu güveni, kazanma bilincini ilmek ilmek işledi hafızalarımıza.
27 Mayıs darbesini ve yansımalarına, “Bir gün tek başına” adlı romanında ışık tuttu. Bu romanda direnişin güzelliğini, onursuzluğun çirkinliğini, yılgınlığın rüzgarına kapılanı bitmişi yeniden ayağa kaldırma gücünü, aşkı, devrimin coşkusunu resmetti. Çürümemek için direnen tüm hayatlara umut suyu verdi.
İstanbul şiirinde…
“Bekle zafer şarkılarıyla caddelerinden geçişimizi
Bekle dinamiti tarihin
Bekle yumruklarımız
Haramilerin saltanatını yıksın
Bekle o günler gelsin İstanbul bekle
Sen bize layıksın”
Zafere odaklı dünyasını nakış nakış işledi. Yüreğimizi, bedenimizi aldı gitti zafere odaklı gemilere…
12 Eylül’ün darmadağın ettiği, savurduğu hayalleri “Mavi Karanlık” adlı romanında işledi. “Güven” adlı romanında 1930 ve 1940'ların TKP'sini anlattı. Romanda Boz Memet, Mihri Belli, Hikmet Kıvılcımlı, Reşat Fuat'ı anlattı. Tüm açıklığı ile TKP’nin iç yüzüne ışık tuttu. TKP gerçeğini karartmaya dönük yaklaşımları tuzla buz etti. Bu yanıyla “Güven”i sadece bir roman olarak değil, bir değil tarihsel gerçeklik belgesi olarak bizlere armağan etti.
Son romanında düzenin yok saydığı, üstünü kapatmaya çalıştığı Ermeni Soykırımı gerçeğine ışık tutmak kaygısıyla kaleme aldı. Romanda sadece 1915 jenosidini değil, Kürtlere yönelik katliamları da anlatır. Resmi tarihe darbe vurur. Ezilen halkları sesi, kurtuluş mücadelesinin neferi olma tutumuna yeni bir halka ekler.
Vedat Türkali, emeğin korunması mücadelesinde de bir sıra neferi olarak yerini almıştı. İşçileri, işçilerin sefaletin kör kuyusundaki yaşamını anlatmayı görev bilmişti. Senaryosunu yazdığı “Karanlıkta uyananlar” filmiyle işçilerin sorunlarına ışık tutmuş, sınıf bakış açısıyla çözümün yolunu göstermişti. Filmin gösterimi bu nedenle devletliler tarafından yasaklanmıştı.
Hayatı boyunca “makbul vatandaş” olmayı reddetti. Onu “makbul vatandaş” olarak göstermeye yönelik her türden ayak oyununu boşa çıkardı. Örneğin “Fatma Gül’ün suçu ne?” adlı senaryosunun yazarı olarak ismi öne çıkınca düzen medyasının ilgisine mazhar oldu. Konuk olduğu bir televizyon programında sunucunun Fatma Gül sınırlarındaki sohbet tasarımını yıktı geçti. Halkların özgürlüğüne çubuk büken konuşmasının rahatsızlığını yaşayan sunucuya “Söylediklerim sizi rahatsız mı etti” dedi ve programı terk etti.
Ezilen halkların sesi, kurtuluş mücadelesinin yılmaz bir neferiydi
O isyanlarla, acılarla yoğrulmuş tarihin taşıyıcısı olan Anadolu’nun diliydi, gözüydü, yüreğiydi. Romanlarına resmi tarihin reddi anlayışıyla yoğurdu. Her daim ezilen halkların yanındaki onurlu yerini aldı.
Ezilen halkların yanında olmak onun için en büyük onurdu. Egemenlere inat Kürt, Ermeni, Anadolu’nun kadim halklarının davasını davası, mücadelesini mücadelesi olarak bildi. Halkların düşmanlaştırılmasına dayalı düzen politikasının karşısına dikildi. Halkların kardeşliği mücadelesinin yılmaz neferi oldu.
Kardeşliğin sırrı eşitlik ve gönüllü birlikti. Son nefesine kadar halkların eşitliği ve gönüllü birliğine dayalı çözümü savundu. Bu uğurda ödenecek bedelleri büyük bir soğukkanlılıkla karşıladı.
Onun için önemli olan halkların özgürlük umudunun büyütülmesiydi. Bedelse, bedel ödemeye hazır oldu her daim. İlerlemiş yaşına rağmen İstanbul Cihangir’de düzenlenen HDP’nin basın açıklamasına katıldı. 96 yaşına rağmen Cizre’de uygulanan sokağa çıkma yasağına isyan etti. “Bu ülkede var olan Kürt, Rum, Ermeni ve tüm halklar özgür olmadıkça barış gelmez” sözlerini haykırdı.
Seni unutmayacağız yoksulların, yoksulluktan kurtuluşun sesi! Seni unutmayacak Kürtler, Ermeniler ve ezilen halklar! Seni unutmayacak inançları yok sayılan Aleviler! Seni unutmayacak işçi ve emekçiler!
H. Yağmur