Üzerlerinde ipek gömlek, boyunlarında ütülü kravat ve altlarında terzinin özenle diktiği kumaş pantolonla jilet gibi giyinmiş atölye sahibi üç arkadaş bir kafede oturmuş kahvelerini yudumluyordu. Lakin buna rağmen sadece yağlı suratları ve birbiriyle yarışır cinste büyüklükteki göbekleriyle uzaktan geçenlerin dikkatini çekebilirlerdi. Diyebilirler ki Fatih’in toplarının sergisi açılmış, toplar halka sergileniyor.
Bu şekilde tanıdığımız üç arkadaş, yoğun iş temposundan arta kalan zamanlarda buluşup sohbet ederlerdi. Çok çalıştıklarını düşündükleri bu üçlüden birisinin tekstil atölyesi, birisinin ayakkabı atölyesi ve diğerinin mobilya atölyesi vardı. Yine böyle bir buluşmada aralarında şu sohbet geçiyordu:
Mobilyacı – Demek siz de aynı sebepten işe aldınız?
Ayakkabıcı – Yaa! Öyle dostum. Almazsak bize yakışmazdı.
Tekstilci – Aynen aynen. Belki bilirsiniz Ertuğrul Bey’i. Kendisi pek hayırsever ve dini bütün insandır. Tabii sizin kadar olmasa da… Kendisi atölyesine birkaç tane Suriyeli çocuk almış. Ellerine ekmek vermiş. Hem de çocuklara iş öğretiyor. Hal böyleyken biz de aynı yardımı yapalım dedik. Bundan büyük sevap mı olur?
Ayakkabıcı – Sen ne diyorsun yav! Namaz kılma, oruç tutma ama onlara iş ver. Ahret vaktinde ağırlığının beş katı sevabı var.
Tekstilci – Tabii tabii. Böyle müşkül duruma düşmüş insanlara el uzatmak din iman borcudur. Ayrıca çok da iyi çalışıyorlar. Hem onlara fayda hem de bize fayda. Tabi yine de en önemlisi sevap.
Mobilyacı – Vallahi ben de çok duymuştum. Sizin anlattıklarınızı da dinleyince garanti etmiş oldum. Bir yerde yardım etmek, düşmüşü kaldırmak varsa ben hemen orada olurum arkadaş. Yatırım yapmak gerek. Yani ahrete yatırım yapmak tabi.
Ayakkabıcı – Vallahi Müslüman’ın Müslüman’dan başka dostu yoktur. Atölyede gözüme kestirdiğim iki işçinin yerine iki Suriyeli çocuk alıp biraz daha yardımım dokunsun istiyorum.
Tekstilci – Yahu gözüne kestirmeyi mestirmeyi boş geç. Aslında hepsini çıkarıp Suriyeli çocukları alacaksın. Bizim işçilere 1400 lira veriyorsun, yetmiyor diyor. Suriyeli evlatlarımıza, kardeşlerimize yarısını verdiğinde yüzünde güller açıyor. Ben az para verme peşinde değilim. Vallahi sevabına. Ama bu dünyada ne kadar çok insanın yüzünü güldürürsen o kadar çok yüzün güler.
Mobilyacı – Vallahi doğru söylüyorsun. Benim de niyetim o yönde. On üç on dört saat çalıştırsan da hiç ses etmez dediler. Neden? Çünkü değer biliyorlar birader. Ben de işi komple değer bilene vermek istiyorum.
Ayakkabıcı – Bak ben bu yönlü hiç düşünmemiştim. Hepsini çıkarıp yerlerine Suriyeli çocukları almak daha iyi fikirmiş. Yani sevabı bol olur manasında.
Tekstilci – Eee… Sen ne zaman alacaksın?
Mobilyacı – Ayarladığım bir genç var. O, bugün akşamüstü üç tane getirecekti. Onun bildiği bir mahalle varmış, hep Suriyeliymiş. Bu genç de pek hayırsever, mümin bir gençtir. İsterseniz sizin diğerleri için de ona danışalım.
Ayakkabıcı – Bence farklı farklı yerlerden alalım. Tanış oldukları zaman atölyede birlik olurlar. Bu bizim işimize gelmez. Yani sevabımız düşer anlamında diyorum.
Tekstilci – Kesinlikle sana katılıyorum. Ben farklı mahalleler biliyorum. İsterseniz üçümüz gidip bakalım, içlerinden seçelim. Yeni yeni Suriyeliler de gelecekmiş. Belki daha çok çalışanını buluruz. Yani daha çok yardım edebileceğimiz insanlar buluruz anlamında dedim.
Mobilyacı – O zaman elimizi çabuk tutalım da bir an önce gidelim. Ben daha yolun başındayım. Bir an önce sevaba girmek istiyorum.
Kemal Kaçamak