Mehmet Raşit Öğütçü, dünyada köklü dönüşümlerin yaşandığı bir süreçte, emperyalist savaşın resmi olarak başladığı 1914'te dünyaya gelir. Savaş düdükleri imparatorlukların ölümü ve ulus-devletlerin doğumunu duyurmaktadır. Rusya’da savaşın yıkıntıları içinden çıkan işçi iktidarı ise yeni bir çağın başladığını ilan eder.
Adana topraklarında, Kuvayi Milliyeci bir babanın oğlu olarak dünya gelen Mehmet Raşit'in çocukluğu, Cumhuriyetin ilan edildiği ve devlet huzurunun sağlanması amacıyla Takrir-i Sükun Kanunu’nun uygulandığı günlerde geçer. Babası tutuklanır, ardından Lübnan'a kaçar. Adana'da kalan aile de bir süre sonra Lübnan'a yerleşir. Burada yeni bir hayat kurma adına bir lokanta açar ve ailecek çalışırlar. Mehmet'in ilk işçilik hayatı 17 yaşında Beyrutta bulaşıkçılıkla başlar: “Niyazi'yle ben de lokantanın garsonluğuyla bulaşıkçılığını yapardık. On yedi yaşındaydım ve hayatımdan çok memnundum. Ortalık yeni yeni ağarmaya başlarken, Niyazi'yle birlikte evden çıkardık. O saatte Beyrut’un yeşil tramvayları bile seyrek işlerdi. Yalnız işçiler… O, dünyanın her tarafında, herkesten az uyuyan, kadınlı erkekli çoluklu çocuklu kalabalık… Onlar kümeler halinde yollarda olurlardı, aralarına katılırdık…”
Bir süre sonra lokantayı işletemez, kapatmak zorunda kalırlar. Mehmet Raşit, bir tanıdık vasıtasıyla basımevine işçi olarak girer. Çalışmaktan yana gocunmaz ama rica üzerine alınması ona ağır gelir. Birlikte çalıştığı işçilerin onun kayrıldığını düşünme ihtimali canını sıkar: “Hiçbir zaman iltimasa alıştırılmamıştım. Onun için, buraya kabul edilişimde bir iltimas seziyordum, buysa beni yerin dibine geçiriyordu”. Matbaa işçisiyken yakındaki çikolata fabrikasında çalışan Eleni adındaki bir Rum kızına gönlünü kaptırır, fakat üstü başının fakirliğinden pek yanaşamaz: “Bir gün Eleni'ye ayağımdaki eski pantolondan utandığımı söyledim. ‘Sen ne utanıyorsun, zenginler utansın. Aldırma böyle şeylere, boşver’ dedi.” Kendindeki sosyal uyanışın ilk belirişinin bu sözler olduğunu ifade eder.
Mehmet Raşit Öğütçü, gurbette geçirdiği kısa işçilik sonrası 1932'de babaannesinin yaşadığı Adana'ya geri döner. 19 yaşında Adana mensucat fabrikasına işçi olarak girer, daha sonra imalat ambarı memuru olur. Varlıklı geçmişleri çoktan bitmiş, babası iş kazasında sakatlanınca iyice yoksullaşmış ve çocuk yaşta işçiliğe başlamış olan Nuriye ile burada tanışır. “12-13 filandım...İplik fabrikasında boyum yetişsin diye ayağımın altına sandık koyuyorlardı...Çalışmak gerekti” diyerek yaşamını ona açan Nuriye ile 1937'de evlenir. 1934 Çukurova'sında dokuma fabrikasında çalışan işçi Cemile'yi konu alan romanı eşi Nuriye'nin de hikayesidir. Mehmet Raşit'in 'in bu yıllarda yaptığı ambar memurluğu kumaş fiyatlarındaki değişikliklerle, fazla paranın kırıldığı bir meslek olarak görülmektedir ve bu yöntemleri kullanan memurlar da yaygındır. Nitekim bir tüccar Mehmet Raşit'e kumaş kaçırmak için teklifte bulunur. Fakat Mehmet o kumaştan değildir: “Niçin böyle pis bir teklifte bulunulmuştu bana? Yoksa böyle bir teklife yanaşacağım mı sanılmıştı? Başkalarına böyle mi görünüyorum? Demek, insanlar beni hırsızlığa yakın görüyorlardı? Öyle miydim gerçekte? Değil birkaç yüze, birkaç bine, milyona bile tenezzül etmem.” İşçi Mehmet yoksuldur ama namusludur. Bu teklifi reddeder fakat tüccarın iftirasına uğrayarak işinden olur. 1938'de ise askerlik yolu gözükür. Askerlik görevinin bitmesine 40 gün kala Nazım Hikmet, Maksim Gorki kitaplarını okuma, komünizm propagandası yapma gerekçesiyle yargılanır, beş yıl hüküm giyer.
İşsizlik, ardından askerlik ve 5 yıllık tutsaklık...Hapishanede eşine şöyle bir mektup yazar; "Çok gençsin. Zaten hiçbir şey veremedim sana. Şimdi de beş yıllık mahkûmiyet girdi araya. İstersen ayrıl benden, kendine yeni bir yol çiz, beklemekle geçirme en güzel yıllarını. Çünkü karıcığım, biliyorum ki, buradan çıktıktan sonra daha da zor ve yoksulluk içinde geçecek hayatımız.” Eşinin cevabı “Razıyım ne gelmişse başımıza ve ne gelecekse.” olur.
Tutsaklık Mehmet Raşit'e çok büyük bir şans getirir, kitaplarını okuduğu, feyz aldığı Nazım Hikmet'le tanışır. Kayseri'den Bursa hapishanesine nakledilirken, Nazım Hikmet'te 1940'da Çankırı'dan Bursa'ya gönderilmiştir. “Bir sabah Katip, yeni gelen evrakları karıştırırken: -Ooooo.... dedi, gözün aydın! Ona hayretle baktım. -Üstadın geliyormuş!... Büsbütün şaşırdım. Benim üstadım falan yoktu... -Canım Nazım Hikmet işte... Senin üstadın sayılmaz mı?”
Nazım Hikmet hapishaneye gelir, üstelik aynı koğuşa geçerek Mehmet Raşit'le oda arkadaşı olur. Nazım'la tanışıklık Mehmet Raşit'in Orhan Kemal'e dönüşmesinde önemli bir rol oynar. Yazdığı şiir ve hikayelere yönelik kovuşturmalar nedeniyle farklı isimler kullanan Mehmet Raşit, Orhan Kemal ismini benimseyip eserlerini bu isim altında verir.
Nazım Hikmet, şiir denemeleri yazan Orhan Kemal'in düz yazıda ciddi yeteneği olduğunu fark eder ve onu düz yazıya yönlendirir. Onun bu alanda gelişimi için de ciddi çaba sarf eder, Orhan Kemal'le çok yönlü ilgilenir. Edebiyattan tarihe, felsefeye, Fransızcaya kadar pek çok alanda Orhan Kemal'i yetiştirir, ustası olur. Orhan Kemal, şiir denemelerini bırakıp düz yazıda kendini geliştirmeye başlamasını şöyle tanımlar; “Niçin roman yazıyorum? Bu ihtiyaç nereden geliyor? Yeteneğimden. İyi şair olamadığım için hikayeci oldum. İyi şair olamazdım, önümde dağ gibi Nazım vardı.”
Nazım Hikmet, ideolojik-kültürel gelişimine verdiği önem kadar maddi anlamda da olanaklarını Orhan'la paylaşmaktan geri durmamış ve böylesine güçlü yazarların yetişmesini her yolla desteklemiştir. Orhan, kendisinin üzerine titreyen Nazım'a derin bir saygı ve sevgi duymaktadır. 1943'te tahliye edildiğinde ondan ayrılmaktan derin üzüntü duyar: “Emin ol, senin yokluğunu müthiş bir yara acısıyla içimde taşıyorum ve uzun seneler de taşıyacağım. Sen yalnız imanlı bir sanatkâr değil, hepsinden daha fazla insandın, dosttun.” Nazım Orhan'la bağını koparmamış ve mektuplar yoluyla ilgi, alakasını devam ettirmiştir.
Hapishane sonrası Orhan Kemal'i geçim sıkıntısı beklemektedir. Hamallık, amelelik yapar, meyve-sebze hallerinde çalışır. Bir yandan hikâye ve romanlar yazmaktadır. Kaleme aldığı Ekmek Kavgası (1949), Avare Yıllar (1950), Cemile, Murtaza (1952), 72. Koğuş (1954) isimli hikâye ve romanlar, kendisi ve kendisi gibi binlerce işçinin hayatını yansıtmaktadır. Yoksullaşan ve dağılan aileler, çocuk yaşlarda fabrikalara sürülen kadın işçiler, işçi mahalleleri, cezaevleri... Ne yaşadıysa, ne gördüyse, ne gerçekse anlatmış ve yazmıştır. 1954'te yazdığı Bereketli Topraklar Üzerinde romanı ise en önemli eserlerindendir.
Romanda, yoksulluğu bitirmeye muktedir olmayan bereketli Adana toprakları resmedilir. Bir yanda tarlalarda pamuk toplayanlar, öte tarafta çırçır fabrikalarında pamuktan iplik üretenler... Irgatlar üründen, işçiler ipe dönüştürdüğü pamuktan ucuza çalışır. Patoslar'da kolu kopanlar, fabrikalarda hastalıktan, açlıktan elden ayaktan düşenler.
Sömürü bitmez...Şehirler değişse de yoksulluk, açlık, işsizlik bitmez. Her yerde o sıradan insanlar vardır, düşkünlüklerin olduğu kadar erdemlerin de öznesi, bir hiçken aynı zamanda her şey de olabilen insanlar... Orhan Kemal de o insanların içindedir. Hakkında açılan bir davada hâkimin “neden hep yoksul insanları anlatıyorsun” sorusuna şu şekilde yanıt verir: “Ben gerçekçi bir yazarım. En iyi bildiğim konuları yazarım. Varlıklı yurttaşların yaşayışlarını bilmiyorum, nasıl yaşadıklarından haberim yok”.
Orhan Kemal üretken bir yazar olmasına rağmen sürekli yoksulluk çekmiştir ama yaşama olanca gücüyle de tutunmuştur. En ağır koşullar altında bile gerçekleri anlattığı kalemini asla bırakmamıştır: “Ne olursa olsun, roman konusunda hala ilk zamanların heyecanı içindeyim... Öldürmeyip süründürüyorsa da ‘Romancılık’ mesleğimi seviyorum. Hem de deli gibi... Zaten işin içinde delilik olmasa elalem, it köpek yani, para kırarken yüzlerce sayfa yazılır mı?”
Onca yoksulluğa, baskıya rağmen umut doludur. Her gün zorluklar kadar, yeni umutların da günüdür onun için. Bereketli Topraklar Üzerinde isimli romanında, dokuma fabrikasında “El ayak öpmekle ağız kirlenmez” diyerek fabrika bekçisine iş için yalvaran İflahsızın Yusuf, romanın sonunda “Olma kula kul; öpme el ayak, kirlenmesin ağzın. Ya ver canını insan için ya da etme kalabalık dünyamıza.” diyerek seslenmektedir. Tarlada çalışan Zeynel, “Günde yirmi dört saat çalış, bir de dişinden ol. Onların balı neresinde? Ekmeğin hasını, yemeğin etlisini, sütün yağlısını yer, içerler. Biz? Pilavın yağsızı, ekmeğin kurtlusunu, ayranın imansızını!” diyerek isyan eder ve birlikte davranmaya çağırır.
Orhan Kemal, gerçekliğin olduğu gibi umudun da yazarıdır. Yaşadıklarıyla, yazdıklarıyla, bizden, içimizden biridir. Bizi bize anlatır. Umudu karartmadan, güne mahkûm olmadan, değişime duyduğu inançla yazar, söyler, seslenir.
Bulgar Yazarlar Birliği’nin çağrısı üzerine bulunduğu Sofya'da beyin kanaması geçiren Orhan Kemal, 2 Haziran 1970'te yaşamını yitirir. İşçi sınıfının yazarı olarak, layık olduğu gibi işçilerin omuzunda taşınarak son yolculuğuna uğurlanır. İşçi sınıfını anlatan ve umut aşılayan Orhan Kemal'in hatırası önünde bir kez saygıyla eğiliyoruz.
S. Gül