Kavganın ozanları yolumuza ışık tutuyor

Orhan Kemal, Ahmed Arif, Nazım Hikmet… Şiirlerinde, romanlarında ve öykülerinde yaşattıkları umut, yolumuza ışık tutmaya devam ediyor…

  • Haber
  • |
  • Kültür-sanat
  • |
  • 03 Haziran 2020
  • 09:45

Ahmed Arif, Orhan Kemal, Nazım Hikmet… Bu üç ismin her senenin haziran ayında aynı metinlerde anılıyor olmasının tek sebebi ölüm yıldönümlerinin aynı zamana denk geliyor olması değildir. Onları aynı satırlarda buluşturan gerçek sebep, üç ismin de yaşamını, sanatını, kalemlerini işçi ve emekçilerin kurtuluş mücadelesine adamalarından gelmektedir.

İşçilerin önünde saygıyla eğildiği yazar: Orhan Kemal

Mehmet Raşit Öğütçü veya kullandığı isim ile Orhan Kemal, 15 Eylül 1914 yılında Adana-Ceyhan’da doğmuştur. Babası siyasetin içinde, bir dönem milletvekilliği de yapmış bir memurdu. Sonraki yıllarda babasının muhalif kimliğinden ötürü Beyrut’a gitmek zorunda kalırlar. Orhan Kemal burada ailesine destek olabilmek için çalışmaya başlar. Orhan Kemal 1932 yılında Adana’ya geri döner. Bu yıllarda çırçır fabrikasında işçilik, dokumacılık, katiplik, ambar memurluğu gibi işlerde işçilik yapıp hem de düzenli kitap okumaya başlayacaktır. Ama 1932 ve 1937 yılları arasında geçen zamanını kendisi “avarelik” yılları olarak tanımlar.

1938 yılında askerlik için gittiği Niğde’de “Ecnebi bir rejimin propagandasını” yapmaktan ve Nazım Hikmet, Maksim Gorki gibi isimlerin kitaplarını okuduğu gerekçesi ile 5 yıl hüküm giyerek hapse atılır. Bu tutukluluk sürecinin üç buçuk yılını Bursa hapishanesine gelmesinin ardından Nazım Hikmet ile geçirir. Bu yıllarını “Nazım Hikmet ile üç buçuk yıl” adlı anı kitabında anlatır. O yıllarda edebiyata şiir ile başlar Orhan Kemal. Nazım Hikmet Orhan Kemal’i öykü yazmaya teşvik eder. Ayrıca birlikte büyük bir emek süreci de geçirirler, onlar için hapishane adeta okul olmuştur. Nazım Hikmet, Orhan Kemal’e Fransızca öğretir, birlikte felsefe okuyup tartışmaya başlarlar. Rusça da öğretecektir ama zamanları yetmez. Orhan Kemal “Allahıma kitabıma birkaç yıl daha kalaydım Rusçayı da bellerdim, ne var ki kör talih işte günüm doldu da saldılar, buna çok yanarım!” diyerek anlatır o yıllarını. Nazım’a bir de şiir yazar:

“Unutabilir miyim seni?
Tahtakurusu ayıkladığımız hapishane gecelerini
Ve radyoda şark cephesinden haber beklediğimiz
Müthiş anların küfrünü!
-Radyonun yanındaki duvara
Kurşunkalemiyle abus insan yüzleri çizmiştin-

Unutabilir miyim seni?
Hâlâ beton malta boylarında duyuyorum
Takunyalarının sesini!

Unutabilir miyim seni hiç?
Dünyayı ve insanlarımızı sevmeyi senden öğrendim,
Hikâye, şiir yazmayı
Ve erkekçe kavga etmeyi senden!”

Cezaevinden çıktıktan sonra artık Orhan Kemal “ne uğruna?” öyküler yazacağını iyi bilmektedir. Ve öyle de yapar, hem çocuklarının karnını doyurabilmek hem de topluma karşı borç bildiği görevini yerine getirmek için sayısız roman ve öykü yazar. Yazdıklarından kaynaklı birçok defa hâkim karşısına çıkar. Bu karşılaşmalardan en bilineni hâkimin “Neden hep işçileri, fakir-fukarayı anlatıyorsun? Bu memlekette iyi yaşayanlar, zenginler yok mu?” sorusunu sormasının ardından Orhan Kemal’in verdiği cevaptır: “Ben gerçekçi bir yazarım. En iyi bildiğim konuları alırım. Varlıklı yurttaşların yaşayışlarını bilmiyorum, nasıl yaşadıklarından haberim yok.” Bu davadan beraat eder.

Orhan Kemal, 2 Haziran 1970 tarihinde kaldığı Sofya Hükümeti Hastanesi’nde Eşe dosta selam… İnandığım doğruların adamı oldum, böyle yaşadım, karınca kararınca bu doğruların savaşını daha çok sanatımda yapmaya çalıştım, kursağıma hakkım olmayan bir tek kuruş dahi girmemiştir…” yazılı bıraktığı bu son notu ile aramızdan ayrıldığında; emekçileri, ırgatları, toplumsal sorunları büyük bir gerçeklik ile anlattığı 27 Roman, 19 öykü kitabı bırakmıştır. Cenazesi Türkiye’ye getirildiğinde onu karşılayan yüzerce insan tarafından minibüsün üzerine bir pankart asılmıştır: "Biz İşçiler Hatıran Önünde Saygıyla Eğiliyoruz."

Ahmed Arif: Ve ben şairim, namus işçisi

23 Nisan 1927’de, Ahmed Arif Önal adıyla Diyarbakır’da doğdu. Memur çocuğuydu, Kürt coğrafyasında oradan oraya atanan babasının peşinde geçti çocukluğu. O yılları Kürt bir ailenin çocuğu olmaktan kaynaklı dışlanma ve acılar ile doludur. O yıllardaki öfkesi, üniversite için geldiği Ankara’da artık politik bir isyan olarak dışa vuracaktır. Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü’nde okumaya başlar, Türkiye Gençler Derneği’ne üye olur. Ne var ki çocukluğundan itibaren yazmaya başladığı ve artık o üniversitedeyken dillerden dillere dolaşmaya başlayan şiirleri ve mücadele saflarında bir an olsun geri durmama kararlılığı onu hep devlet ile karşı karşıya getirecektir. Birçok defa tutuklanır. Tutukluluk süreçlerinden kaynaklı üniversite eğitimini tamamlayamaz. İlk işkenceyi İtalyan Komünist Parti genel sekreteri Palmiro Togliatti’nin öldürülmesi üzerine yazdığı bir şiirin polisin eline geçmesi sonucu yaşar. İlk defa tutuklanması ise, 1943 yılında Van’ın Özalp ilçesinde 33 insanın sorgusuz sualsiz kurşuna dizilmesinin ortaya çıkmasıyla duyduğu acı ve öfkeyi dizelere dökmesinin ardından “Otuzuç kurşun” şiirinden kaynaklı 1951 yılında gerçekleşir. 128 gün tutulduğu ve türlü işkenceye maruz kaldığı Sansaryan Han’da zulüm, onun mücadele kararlılığından bir parça olsun eksiltmeyecektir. 38 ay kaldığı hapishane sürecinin ardından 1954 yılında serbest bırakılır. Artık öğrencilik kapısı kesin olarak kendisine kapanmıştır. Sekiz aylık denetim cezasını Diyarbakır’a aldırır ve burada bir kiremit fabrikasında çalışmaya başlar. Birçok işe girip çıktıktan sonra Ankara’ya döner ve “Öncü”, “Halkçı” gibi gazetelerde çalışmaya başlar. Geçim derdi ile nerede çalışırsa çalışsın, hayatının hiçbir evresinde şiir yazmayı bırakmamıştır.

O da Nazım ile tanıştıktan sonra şiirine yön verenlerdendir. Tanışmak desek de bu tanışma fiziki değildir elbette. Kendisi “Rüstemo” şiirinden “Otuzüç Kurşun” şiirine giden yolda Nazım’ın etkisini şöyle ifade eder: “Şiire yeni başlamış devrimci bir delikanlının karşısına Nazım’ı dikerseniz çocuk ya paniğe kapılır ya da ezilir. Hidrojen bombasına karşı Kürt hançeri ne yapabilir?”  Ayrıca hayatı boyunca Nazım’a saygısızlık eden onu yadsıyan sözde sanatçılar karşısında da Nazım’ın en büyük savunucusu olarak duracaktır.

Ahmed Arif 1991 yılında hayata gözlerini yumduğunda belki de ciltlerce kitaba bedel olan “Hasretinden prangalar eskittim” adlı tek kitabını bırakır ardında. Ama o tek kitap halen daha yoksul, ezilen halka umut ve mücadelenin en güzel ezgisi olmaya devam etmektedir.

“Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hala!”

Nazım Hikmet Ran, 15 Ocak 1902’de Selanik’te bir paşa torunu olarak dünyaya gelmiştir. 19 yaşındayken, 1921 yılında Milli Mücadele’ye katılmak üzere ailesinden habersiz Anadolu’ya gider. Cepheye gönderilmeyince Bolu'da bir süre öğretmenlik yapar. 

Eylül 1921'de Batum üzerinden Moskova'ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde siyasal bilimler ve iktisat okur Nazım. Moskova’da devrimin ilk yıllarına tanık olur ve komünizm ile tanışır. 1923 yılında Türkiye Komünist Partisi’ne üye olarak mücadelesini örgütlü bir şekilde devam ettirir. 1924'te Türkiye'ye dönerek Aydınlık Dergisi’nde çalışmaya başlar, ancak dergide yayınlanan şiir ve yazılarından dolayı on beş yıl hapsi istenince bir yıl sonra tekrar Sovyetler Birliği'ne gider. 1928’de af kanunundan yararlanarak Türkiye'ye döner. Ancak tekrar tutuklanır.

Dünyanın birçok ülkesine yolu düşer Nazım’ın. O yıllar için kendi ülkesinde değil belki ama özellikle Sovyetler başta olmak üzere her yerde büyük bir saygı ve sevgi ile karşılanır. Ödüller alır, meydanlarda konuşmalar yapar. Ömrünün yarısından çoğunu hapishaneler ve sürgünlerde memleket hasreti çekerek geçirir. 11 ayrı davadan yargılanarak 12 yılı aşkın bir süre hapishanelerde yatar. 1951 yılında Türk vatandaşlığından çıkarılır. Onu hapishaneler ve sürgünler ile yıldırabileceklerini sananlar yanılırlar. Nazım Hikmet nerede olursa olsun üretmeye, yazmaya, toplumun gerçekliğini, yaşama olan aşkını haykırmaya devam eder. Bursa’da yattığı yıllarda yazdığı bu dizeler onu teslim alamadıklarının en açık göstergesidir: Sevdalınız komünisttir, yatar Bursa kalesinde. Mahpus ama zincirini kırmış da yatar...”

Bugün Nazım Hikmet’in şiirlerinden korkanlar her zaman yaptıkları gibi onu basitleştirmeye, salt “aşk şairi” olarak lanse etmeye çalışıyorlar. Ancak Nazım Hikmet, ömrünün sonuna kadar işçi sınıfının davasına bağlı, inançlı ve onun uğrunda bedeller ödeyerek mücadelesini sürdürmüştür.

Onun şiirleri yazılı tarihe inat, tarihsel gelişimin gerçekliğini anlatır. Hiroşima’da katledilen çocukların son sözlerini, Nazi faşizmine karşı direnenleri, Şeyh Bedrettin’i; kısacası tarihin birçok evresini bir de onun kaleminden görmek gerekiyor.

Nazım Hikmet dizelerinde yaşamı anlatmıştır. Doğrusuyla, yanlışıyla, öfkenin ve sevginin en coşkulusunu, ölümü, yaşamı, kısacası insana dair ne varsa onu işlemiştir şiirlerinde. Bizlere sayısız şiir, öykü, roman, oyun, mektup ve senaryo bırakıp hayata gözlerini yumduğunda tarih 3 Haziran 1963 yılıydı. O gün bugündür onun dizeleri mücadelenin başköşesinde yer almaya devam etmektedir.

***

Orhan Kemal, Ahmed Arif ve Nazım Hikmet…

Onlar taraftılar; gerçeklikten, emekten, aşktan yana taraf. Onlar hayatlarıyla, yaşadıkları dönemi eşsiz anlatma becerileriyle, üstenci ve elit olmak bir kenara dursun; halktan kopmadan onun tüm iyi ve kötü yanlarıyla barışık ve onu değiştirmeye çalışan dünya görüşüne sahiplerdi. Tüm bu bütünsellik onların devrimci sanatta ve edebiyatta çok ayrı yerlere gelmelerine vesile olmuştur.

Üçü de yaşamları boyunca türlü baskı, sürgün, işkence ve tutukluluk gibi zorluklara boyun eğmemiş; en ağır bedelleri dik duruşlarından ödün vermeyerek göğüslemişlerdir. Şiirlerinde, romanlarında ve öykülerinde yaşattıkları umut, yolumuza ışık tutmaya devam ediyor… 

M. Nevra