Kapitalizm kendinden önceki toplumlarda da var olan kadın sorununu devralarak, kapitalist üretimin koşullarına uyarlayarak değişik biçimler altında sürdürdü. Kapitalist üretim sürecinde üretici güçlerin gelişmesinde sağlanan gelişme emeğin, bu emeği kendi kişiliğinde somutlayan emekçi insanın ve yine sermayenin büyümesine kaynaklık eden doğanın sömürülmesi alanlarında varsayılanın aksine, bir iyileştirmeyle sonuçlanmadı.
Kendinden önceki toplumlarda var olan cinsler arasındaki ayrımcılığı, kendi koşullarında özüne dokunmadan, kapitalist koşullara uyarlayarak sürdüren burjuvazi, bu ayrımcılıktan sınıfsal olarak büyük yararlar elde etmiştir. Eğer bir ayrımcılık varsa her zaman ve her koşul altında bu ayrımcılıktan en çok güçsüz olanlar zararlı çıkmışlardır/çıkarlar. Üretici güçlerin yeterince gelişkin olmadığı yerleşik yaşam koşullarında toplumlar varlıklarını sürdürmek için gerekli besinleri doğadan elde etme çabasında, mevcut üretici güçlerini kullanmak için bedensel güce çok daha fazla ihtiyaç duyardı. Kadın cinsi, üretici güçlerin sınırlı gelişmişliğinin geçim araçlarının da sınırlılığını koşullaması ve güçlülerin geçim araçlarına daha fazla el koyma macerası sürecinde erkekler karşısında yenilgiye uğradılar. Yendikleri kadınla birlikte, erkeklerin güçsüz olanları da yenilgiye uğradılar. Sınıfsal ayrımların gelişmesine paralel olarak erkek cinsi de kendisini pazarlarda satılan köle olarak buldu. Yenenlerle yenilenler daha güçlüler karşısında, efendilerin köle pazarlarında göreceli olarak eşitlendiler.
Burjuvazi, köle pazarındaki nispi eşitlenmeyi de kendi koşullarına uyarlayarak sürdürdü. Azami kâr aşkıyla yanıp tutuşan burjuvazi, zenginliğin kaynağı olan emek gücünü rekabet silahıyla ucuzlatmak için kadın ve çocukların emeğini modern köle pazarı olan iş pazarına çağırdı. Farklı ücret sistemiyle var olan bölünmeyi daha da derinleştirdi. Kapitalist, işçileri işçilere, kadını kocasına karşı işgücü pazarında rakip olarak çıkardı. Kendi kârını düşünen burjuvazi aynı işi daha ucuza yapacak olanları tercih ederek, işçiler arasındaki rekabet ve bölünmeyi kışkırtıp çeşitlendirerek derinleştirdi.
Kapitalist ekonomi-politiğin derinleştirdiği, emekçilerin kendi aralarındaki rekabet ve bölünmeler, sınıf bilinci, programı ve örgütlenmesine sahip olmayan işçi sınıfının birlikte hareket etmesini kötürümleştirdi. Egemen sınıfın egemen ideolojisinin tutsağı olan, kuşaktan kuşağa egemen ideolojiyi aktararak gelen emekçiler, kendileri için sınıf olamamanın bedelini çok pahalıya ödediler. Ailelerinin bir parçası olan, yaşamı birlikte tarlada ve fabrikada kurduğu sevdiği kadınını kendisine rakip olarak gördü. Üretime katılarak, burjuvaziye karşı değilse bile kendisi gibi modern köle olan erkeğe karşı ekonomik bağımsızlığını elde eden sınıf bilincinden yoksun kadın ise, yüzyılların verdiği kin ve nefretle, sınıfsal kimliğinden arındırılmış erkeği, salt “erkek” olduğu için kendisine rakip olarak gördü. Burjuvazi, kökleri sınıflı toplumlar tarihinin derinliklerinde saklı olan bu kini, nefreti ve önyargıları sınırsızca kışkırtarak cinsleri karşı karşıya getirdi. Onları, üretim araçlarına sahip olma tekelini elinde tutan burjuvaziyi toplumsal bir devrimle tasfiye ederek, üretim araçlarının özel mülkiyetine son vererek kolektif yaşamı, sosyalizmi örgütleyerek gerçek özgürlüğe giden yolda birleşmelerini engelledi. Kadınların özgürlüğünü gerçek ekonomik özgürlükten, burjuvazinin ücretli modern kölesi olmaktan azade gerçek özgürlükten yalıtık olarak pazarladı. Burjuva feminizmi, burjuvazinin bu kirli ve aşağılık çıkarları uğruna, burjuva bataklıkta yaratılmış gerici bir ideoloji olarak propaganda edildi. Kültür, iletişim, eğitim vb. araçlar bu hareketin büyütülmesi için devreye sokuldu. Sosyalizmi inşa etmek isteyen ülkelerin tasfiyesiyle zincirlerinden boşanan burjuva gericilik zehrini kusmakta bütün bariyerleri parçaladı. ‘Elveda proletarya‘ çığırtkanlığını, ‘tarihin sonu’nun ilanı, sınıfsal kavgaların yerini ‘toplumsal uyum’ ve ‘barış’ safsataları aldı. Cinsler ve alt kimlikler arası mücadeleler kışkırtılarak sınıflar arsında asırlardır sürüp gelen, bir sonuca bağlanmayan sınıf savaşları tasfiye edilmeye çalışıldı. Ne var ki yaşamın diyalektiği burjuva liberal bönlüklerden daha güçlü çıktı. Yazdıklarının üzerinden çok zaman geçmeden burjuva medeniyetin çözdüğü, kapitalizm geliştikçe toplumsal sorunları daha çok çözeceği yalanları yerle bir oldu. Kapitalizmin en gelişkin olduğu kapitalist-emperyalist merkezlerde de kadın sorunu olanca ağırlığıyla varlığını sürdürdü. Üretici güçlerdeki kapitalist gelişme bu sorunların yanına çevre sorununu da ekleyerek, burjuva gelişmenin sorunların kaynağı olduğu gerçeğini üzeri kapatılmayacak yalınlıkta açığa çıkardı.
Burjuvazinin ekonomik üstünlüğüne dokunmayan, üretim araçlarını toplumun kolektif mülkiyeti yaparak ihtiyaçların karşılanmasını ve doğayla uyumlu üretimi örgütlemeyi amaçlamayan her hareketin önü açıldı, desteklendi. Burjuvazi çevreci oldu, kadın hakları savunucusu oldu, sömürgeci baskı altında inletilen sömürge ulusların hamisi kesildi, ateizmin ve laisizmin bilimsel kurucusu olan burjuvazi yeniden dinin kucağına sığınarak yüzsüzce inanç özgürlüğünün bayraktarlığını yaptı ve din savaşlarını kışkırttı. Kapitalist-emperyalist merkezlerden uzak bağımlı-çevre ülkelerde süren ve on milyonlarca insanın savaş meydanlarında katledilmesiyle sonuçlanan savaşları savaşlardan bile saymayan burjuvazi ve onun kapı kulları, burjuva mülkiyet altında kazanılan “barış”, “özgürlük” ve “kardeşliğin” nihai sınırlarını gösterdi. Bunlar yüksek perdeden propaganda edilirken gerçek özgürlük ve kardeşliğin temellerini sağlayacak olan ekonomik eşitlik kavramlarından ise vebadan kaçar gibi kaçarak, devrimci işçi hareketlerine ve komünist partilerine karşı azgın bir savaş sürdürdüler.
Kapitalizmin en rafine geliştiği Avrupa‘da kapitalist gelişme insanı meta tüketiminin nesnesine dönüştürdü. İnsan soyunun geleceğini yaşamın temeli olan doğayla birlikte yok oluş sürecine soktu. Her yıl yaşanan ‘canlı türlerindeki azalma’ kapitalist gelişmenin ne pahasına sağlandığını gösteriyor. Kapitalist-emperyalist ülkelerdeki nüfus artışının tersine dönmesi de kapitalizmin insanlık toplumlarına karşı savaşının vardığı yeri gösteriyor.
Diğer yandan Uluslararası Çalışma Örgütü’nün 2012’de hazırladığı Kadınların Küresel Çalışma Trendleri raporuna göre, kadınların iş gücüne katılımı gelişmiş ülkeler ve Avrupa'da yüzde 52 oranlarında kaldığını gösteriyor. Avrupa'da kadınların, aynı işi yaptıkları erkeklere göre ortalama yüzde 16.4 daha az ücret alırken, Avrupa’daki kadınların yüzde 33’ünün de şiddet mağduru olduğu gerçeğini istatistikler doğruluyor. Ev işleri, aile ve çocuk bakımı hala kadının asli görevi olarak görülüyor. Çocuk doğurduktan sonra birçok kadın işi bırakmak zorunda kalıyor ya da daha az çalışmak zorunda kalarak, burjuva anlamda da olsa kazandığı ekonomik bağımsızlığını yitiriyor. Oysa, üretici güçlerin ve toplumsal zenginliklerin üretilmesinde sağlanan gelişme, kadının hala yapmak zorunda kaldığı angarya işlerin toplum tarafından üstlenilerek çözülmesini sağlamanın olanaklarını fazlasıyla veriyor.
Birleşmiş Milletler'in 2008’de kabul ettiği Ulusal Hesaplar Sistemine göre, fuhuş, uyuşturucu üretimi ve kaçakçılık gibi faaliyetler de GSYH hesaplamasına dahil edilmeye başlandı. Kapitalist sistemin kadına, kadının bedenine ve kadının kurtuluşuna bakışının en iyi özeti bu kararda vardır.
Kapitalist sistem içerisinde kalarak, ezilen cins olan kadın sorununu çözebileceklerini savlayan liberal, kapitalist sistemin tasfiye edilerek sosyalizmin kurulmasını amaç edinmeyen “solcu” avanaklarımıza BM’nin GSYH hesaplama sistemine ‘fuhuş ve uyuşturucu ticaretini‘ ekleyen AB’de daha çok kurs yaparak uzmanlaşmalarını salık vermekten başka bir şey gelmiyor elimizden. Kapitalizmin bataklığı dipsiz bir çukurdur; oraya düşen ağzına kadar bu pisliğe gömülür.
Kapitalist üretim ilişkilerine dokunmadan ülkemizde ve bölgemizde bol bol “kadın devrimleri” yapanların da buradan kendi paylarına -çıkarmak isterlerse- çıkarabilecekleri devrimci sonuçlar vardır. Kapitalist üretim ilişkilerine dokunmadan, kapitalist mülkiyet ilişkilerini koruyarak en demokratik burjuva ülkelerde bile kadınların kurtuluşu, Vasıf Öngören‘nin “Asiye Nasıl Kurtulur”da betimlediği sınırlarını aşamıyor. BM’nin aldığı karalar, kadının, sermaye toplumunda sermaye olarak resmedilmesinin en veciz anlatımıdır.
8 Martlar’ı “Erkek devlet şiddetine karşı dayanışmadayız. Dayanışmamız isyanımız büyüyor” temel şiarı altında düzenleyen kadın komiteleri, erkeği sınıfsal kimliğinden soyutlayarak; kadın cinsinin, özel olarak da emekçi kadının ezilmesinin sorumlusunun sermaye devleti olduğu gerçeğini gizleyerek kadınları ebedi köleliğe mahkum ediyor. Kadına yönelik erkek şiddetine karşı çıkmak elbette temel önemdedir. Ancak bu şiddeti, her an ve her gün fabrikalarda, bürolarda ve sokakta üretenin sermaye devleti olduğu yalın gerçeği görmezden gelinip saklandığı oranda bu hareket sonuç olarak kadınları erkek egemen sermaye devletinin şiddetine karşı savunmasız bırakarak, onu ebedi olarak köle olarak bırakır.
8 Martlar’ı ‘emekçi kadın günü’ karakteriyle mücadele alanlarında, grev çadırları ve eylemlerde kutlamasını bilen emekçi kadınlar, bu kavgayı emekçi erkek sınıf kardeşleriyle birlikte kapitalizme ve onun sermaye devletine karşı mücadeleyi büyütmenin, devrimi örgütlemenin olanağına dönüştürecektir. İşçilerin sendikal haklarını bile tanımayan Bakırköy Belediyesi başkanı gibi riyakarların billboardlara astırdıkları “Kadın olmadan devrim olmaz, devrim olmadan kadın kurtulamaz!” şiarlı afişlerle yaptıkları istismarlarını ve kadın dostu görünme aymazlıklarını da ancak böylece açığa çıkartarak, onların emek ve kadın düşmanı suratlarını, kadın-erkek ayrımı yapmadan işçileri düşük ücretlere mahkum ederek estirdikleri ekonomik ve sosyal terör ve şiddetlerini teşhir edebiliriz.