Bundan tam 31 yıl önce, 26 Nisan 1986 yılında Ukrayna’nın Kiev kentinde bulunan Nükleer Güç Reaktörü’nde yapılan bir deney sırasında nükleer kaza gerçekleşmiş ve bu olay, adını tarihe 20. yüzyılın ilk büyük nükleer kazası olan Çernobil Felaketi olarak geçirmişti.
Bu kazadan yayılan radyasyon oranı Hiroşima’ya atılan atom bombasının 400 tanesine bedeldir (Socialisme Nu, Angela Ettema). Patlama sonucu reaktörün alevler içinde kalmasıyla birlikte, atmosfere yüksek oranda radyoaktif element yayılmış ve o anda bine yakın acil durum çalışanı ve Çernobil personeli etkilenmiş, çalışanların bazılarının maruz kaldıkları radyasyon ölümüne neden olmuştu. Kazadan dünyanın haberi ancak dört gün sonra oldu. Bundan sonraki yıllarda Ukrayna’da ve çevre ülkelerde radyasyon on binlerce canlının ölümüne neden oldu ve olmaya da devam ediyor.
Felaketin ardından Türkiye’de ciddi bilimsel araştırmalar yapılmadı ve radyasyon seviyesini gösteren sayısal veriler açıklanmadı. Bunun kendisi sermaye iktidarı için önemli olanın insan sağlığı ve doğal çevreden çok sermayenin ihtiyaçları ve kârı olduğunu bir kez daha kanıtlamış oldu. Hatta felaketin ardından o dönemin Anavatan Partisi hükümetinde Sanayi Bakanı olan Cahit Aral daha da ileriye giderek pişkince kameraların önüne geçip demli bir bardak çay içmiş ve şöyle demişti: “Bu Karadeniz’de değil bir, 17 tane Çernobil’i eritseniz, ancak radyasyon burada etkili olabilir denilebilir. İnsan vücudu radyasyonsuz yaşayamaz. Bunun azı faydalı, çoğu zararlıdır. Bir de çaydaki radyasyonun suya geçmemesi Allah’ın bir vergisi. Çok düşük oranda geçiyor.”
Bu aynı zihniyetin devamcıları olan T. Erdoğan da nükleer santrali evdeki tüp gazına indirgemişti. Bu konuda en ölçüsüz olanı ise eski Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız oldu. Yıldız nükleer santrallerle ilgili yaptığı bir konuşmada “bekarlık nükleerden daha risklidir” demişti. Çernobil’in ve sonrasında Fukuşima’nın etkileri tüm dünyada sürüp bunlara yenileri eklenirken, sermaye iktidarı bilim insanlarının ve çevreci örgütlerin tüm karşı koyuşlarına rağmen Türkiye’de yeni Çernobillerin önünü açan nükleer santral projelerini hayata geçirmeyi hedefleyen adımlar atıyor. Bu hedeflerin gerekçesi olarak Türkiye’nin giderek ‘büyüyen’ ekonomisi ve beraberinde enerji-elektrik tüketim talebindeki artış gösteriliyor.
Sermaye temsilcileri nükleer enerjinin önemini şu değerlendirmeler ile yapıyorlar: “ Nükleer santraller baz yük santrallerdir, günün 24 saati çalışır. Rüzgâr, güneş ve hidroelektrik gibi yenilenebilir enerji kaynakları iklim ve meteorolojik koşullara bağlıdır. Nükleer santrallerin kapasite faktörü % 90 civarında iken, güneş ve rüzgar santrallerinde bu oran en fazla % 20 civarındadır. Yeni nesil nükleer santrallerin işletme ömrü 60 yıl iken bu, rüzgâr ve güneşte 15-25 yıl civarındadır.” (http://nukleerakademi.org)
Onlar açısından; sermayelerini büyütmek için her yolun mübah olduğunu, nükleer felaket ve benzeri felaketlerde yaşanan ölümlerin önemli olmadığını, Mersin’de, Sinop’ta olduğu gibi insanlık ve doğal yaşam için yeni felaketlere sebep verecek nükleer projelere imza atmalarından ve Çernobil felaketinin 31. yılında, yarattığı tahribatın insanlar ve doğal çevre üzerinde halen devam ettiğinden görüyoruz. O halde sermayenin kendi çıkarları ve kârı doğrultusunda hem nükleer santral projelerine, hem de doğayı talan ve yağma edecek diğer projelerine karşı mücadeleyi yükseltelim.
P. Sevra