ABD, Trump ile Erdoğan arasında varıldığı iddia edilen gizli “mutabakat”a rağmen Türk sermaye devletinin rahip Brunson’u serbest bırakmamasını beklenmedik sertlikte yaptırımlarla yanıtladı. Üstelik söz konusu yaptırımlar sadece iktisadi alanı etkileyen yaptırımlar değil. ABD açıklamasında Türk sermaye devletinin “tek şef”i Erdoğan’a en yakın iki bakanın da (İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve Adalet Bakanı Abdülhamit Gül) yaptırım kapsamına alındığı belirtildi. Böylece iki devlet arasındaki kriz daha ilk elden siyasi bir boyut kazanmış oldu.
Biri 1964 yılında ABD Başkanı Johnson’un İsmet İnönü’ye gönderdiği mektup, diğeri 1974 yılında dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’in haşhaş ekme yasağını tanımaması kararı şahsında, geçmişte de ABD’nin iki ağır ambargosu yaşandı. Ne var ki ABD’nin günümüzde rahip “Brunson davası” vesilesiyle gündeme getirdiği yaptırımlar çok daha kapsamlı ve ağırdır. Öyle ki, gelinen yerde, zaten bozuk olan ABD ile Türk sermaye devleti arasındaki ilişkiler en dip düzeylerde seyretmektedir.
ABD yaptırımlar konusunda kararlı olduğunu birden çok kez vurguladı. Dahası, en üst düzeyde yapılan açıklamalarla, yaptırımların rahip Brunson serbest bırakılıncaya dek aynı ciddiyet ve kararlılıkla sürdürüleceği belirtiliyor.
“Milli ve yerli şef” Erdoğan yine sahte kabadayılık havalarında, ABD’nin yaptırımlarına aynı sertlikte yaptırımlarla karşılık vereceklerini dile getirdi. Kimse bize boyun eğdiremez diye meydan okudu. ABD’nin yaptırımlarının hedefi olan bakanlarından Süleyman Soylu, Fethullah Gülen’i kastederek “Amerika’da tek malım var, onu alacağız” şeklinde yüksek perdeden açıklamalar yaptı. Hiç kuşkusuz tüm açıklamalar iç kamuoyunu aldatmaya dönük içi boş söz kalıplarından ibarettir ve hiçbir karşılığı yoktur.
Durum çok ciddidir. Dolar sürekli bir tırmanış içindedir. İki bakana dönük yaptırım kararı açıklanır açıklanmaz borsa allak bullak olmuştur. Doların tırmanması demek, dövize endeksli ekonominin sıkışması, nefes almakta iyiden iyiye zorlanması demektir, ki olan da budur. Borsanın sarhoşluk hali ve dolardaki tırmanış devam ediyor.
Beri tarafta ABD’nin baskısı ile Türkiye’nin kredi notunun düşürülmesi gündemde. Uluslararası derecelendirme kurumunun kılıcı sallanıp duruyor. Yanı sıra Türkiye’nin cari açığı büyümekte, Türkiye borçlarını ödemek konusunda daha da zorlanmaktadır. Enflasyon kontrolden çıkmaya başlamıştır. Bu arada banka sistemi çatırdamaya başlamıştır. Oklar IMF’nin kapısını işaretliyor. Yani Türkiye “IMF’ye borç veren ülke” olmaktan, yavaş yavaş IMF’ye muhtaç hale geliyor. Erdoğan’ın kredi sözü verdiği özel firmalar feryat figan içinde. F35’lerin satışı da durdurulmuş bulunuyor. Demek oluyor ki, Türk sermaye devletinin ve Erdoğan’ın ABD ile aşık atma lüksü yoktur.
Bu arada, ABD ile bir “ön mutabakat”ın sağladığı ve bu çerçevede bir iki gün içinde bir heyetin Vaşington’a gideceği belirtiliyor. Gidebilirler. Ancak, muhtemelen “papazı” yani Brunson’u verecekler ve fakat öteki “papazı”, yani F. Gülen’i almadan geri döneceklerdir.
Sorun “Brunson davası”ından ötedir
Rahip Brunson’un ABD için önemli bir şahsiyet olduğu anlaşılıyor. Hem resmi olarak devletin ve hem de başkan Trump’ın özel çabaları bunun ifadesidir. Bu yönlü çabalar bugüne dek Türk sermaye devletinin kötü ünlü “rehine politikası”na takıldığı için sonuç vermemiştir. Nedir ki, bu politika “Deniz Yücel davası”nda olduğu gibi, bir kez daha iflas etmeye mahkumdur. Zira gelinen yerde sermaye devletinin “milli ve yerli şefi” Erdoğan’ın “ver papazı-al papazı” şantajının hiçbir hükmü kalmamıştır. Şu ya da bu süre içinde, rahip Brunson’un da -hem de tıpkı Deniz Yücel olayında olduğu gibi- yine skandal bir kararla ve acemice bir mizansen eşliğinde serbest bırakılması şaşırtıcı olmayacaktır. Ve elbette ki arkasında cevabı alınmamış birçok soru bırakarak...
Peki, ABD ile sermaye devleti arasındaki ilişkileri geren ve siyasi bir krize dönüşen sorun, rahip Brunson’la mı sınırlıdır? Elbette ki hayır. Sorunun daha genel ve daha özel boyutları ya da arka planları da bulunmaktadır.
ABD ile Türk sermaye devleti arasındaki ilişkilerin gerilmesine ve yıpranmasına neden olan en önemli sorunlardan biri, Kürt sorunu eksenli Suriye politikasıdır. ABD’nin YPG ile ilişkileri başından itibaren sermaye devletini fazlasıyla rahatsız etmiştir. Sermaye devleti her vesileyle ABD’nin bu ilişkiye son vermesini istemiştir. Buna karşın ABD ısrarla IŞİD’e karşı savaştaki “en kullanışlı kara gücü” olarak tanımladığı YPG ile ilişkilerini sürdürmüştür. Bu, sermaye devleti ile ABD arasındaki ilişkilerin bozulmasında çok başat bir rol oynamıştır.
ABD’nin hegemonya kavgasındaki en büyük rakibi ve 7. yılındaki Suriye savaşında öncelikli muhatabı Rusya’dır. Türk sermaye devleti Amerikancıdır, demek oluyor ki İsrailcidir. Her şeye rağmen AB ve onun motor gücü Almanya ile çok yönlü iktisadi-ticari ilişkileri vardır. NATO’nun ikinci büyük askeri kuvvetidir. Ne var ki taciz boyutlarındaki ısrarlı çağrılarına rağmen ABD’nin YPG ile ilişkilerini kesmemesine duyduğu tepki ile, ABD ile çelişkilerinden yararlanmak adına Rusya’ya yanaşmıştır.
Bu çerçevede, ABD öncülüğünde kurulan ve elbette ki İsrail destekli olduğu tartışmasız, Suudiler, BAE ve Ürdün eksenli yeni gerici saldırganlık bloku yerine, Rusya-İran ve Suriye blokunu tercih etmiştir. Sözde Suriye ve Kürt sorununa çözüm üretme merkezi olarak sunulan Cenevre zirvelerini değil, Rusya’nın ev sahipliğini yaptığı Astana ve Soçi zirvelerini önemsemiştir. Ve dahası, ABD’nin ısrarlı uyarılarına karşın S-400 savunma silahları almak konusunda Rusya ile angajmanlara girmiştir. Ki bu, hem ABD’yi hem de doğal olarak NATO’yu fazlasıyla rahatsız etmiştir.
ABD’nin sermaye devleti ile ilişkilerinde kırılmaya neden olan bir diğer örnek ise, ABD’nin İran’la yapılan nükleer anlaşmadan çekilmesini onaylamaması ve ambargo uygulama kararlarına katılmayacağını açıklaması olmuştur.
ABD rahip Brunson olayına gelinceye dek, bazen efendi-uşak ilişkilerinde “limitleri” sık sık ihlal eden sermaye devletine ayar verme girişimlerinde bulunmuş, ancak sonuç alamamıştır. Sermaye devletinin Cerablus ve Efrîn seferleri ile Kandil’e dönük saldırılarına izin vermek, en son olarak Menbic konusunda işbirliği yapmak gibi, bozulan ilişkileri onarmak amaçlı çabaları da yeterli olmamıştır.
Türk sermaye devleti kendince büyük güçler, yani ABD ile Rusya arasındaki çelişkilerden yararlanmak istemekte, bugün için koşulların buna uygun olduğunu düşünmektedir. Bu çerçevede bir süreden beridir bir “şantaj politikası” izlemekte ve çeşitli vesilelerle bu güçlerle pazarlık yapmaya kalkmaktadır. Deniz Yücel davasında bu yapılmış, rahip Brunson davasında bu yapılmak istenmiştir. İşte bu, ABD için bardağı taşıran nokta olmuştur. ABD uşağına haddini bildirmeye, rolünü hatırlatmaya karar vermiştir. Tam da bu nedenledir ki ABD’nin kararlı biçimde attığı adımlar, sadece rahip Brunson’u çekip almak olmayıp, aynı zamanda ve esas olarak bir burun sürtme operasyonudur.
Uşağın unuttuğu-efendinin hatırlattığı
Türk sermaye devleti, bulunduğu coğrafyada, bugüne dek ABD’nin, siyonist İsrail’den sonraki en önemli müttefiki, daha doğru bir ifade ile en önemli işbirlikçisi idi. İlişkilerdeki yıpranma ve kırılmalara rağmen bu bugün de böyledir. En kısa ve en yalın bir anlatımla, sermaye devleti her alanda ABD’ye göbekten bağımlıdır. Diplomasinin aldatıcı dili bir yana bırakılırsa, aralarındaki ilişki her daim efendi-uşak ilişkisidir.
Sermaye devleti kimi sorunlarda ve kimi zaman efendisi ABD’den farklı tutumlar alabilir, almıştır da. Geçmişte Kıbrıs, Ermeni ve Kürt sorununda aldığı nispeten özerk tutumlar ve pratikler bunun örneğidir. Günümüzdeki Cerablus ve Efrîn işgalleri buna yeni örnektir. Fakat bu kadarı bir devleti bağımsız yapmaz. Kaldı ki burada da bir kez daha efendi-uşak ilişkisi söz konusudur. Sermaye devleti ancak ve ancak efendilerin, Rusya ve ABD’nin iznini ve onayını alarak bu seferleri gerçekleştirebilmiştir. Ve bu izin ve onayların kesin olarak sınırları ve süreleri önceden belirlenmiştir. Zamanı geldiğinde, ona bu izni veren güçler, ondan gerisin geri buraları terk etmesini isteyecektir. Nitekim bu şimdiden dillendirilmeye de başlanmıştır.
ABD kendi bölgesel çıkarlarına ve politikalarına ciddi zararlar vermediği, kendi deyimince “limitleri aşmadığı“ sürece, Türk sermaye devletine, sınırları ve süresi belirlenmiş kimi farklı girişimlerine göz yummuştur. ABD’nin koşullarına uyduğu sürece onun bundan sonraki bu tür ayrık pratiklerine de sessiz kalabilir. Ancak gelinen aşamada, bölgede yeni güçler ve yeni müttefikler beliriyor, yeni ittifaklar ve bloklar oluşuyor. Dolayısıyla sermaye devleti ve Erdoğan ABD için giderek vazgeçilmez olmaktan çıkıyor.
Bu arada, Türk sermaye devleti için manevra alanları da gitgide daralıyor. Sermaye devleti ABD ve NATO’ya mecbur ve mahkumdur. Onun bölgedeki yegane rolü yine emperyalizme taşeronluk yapmaktır. Yıllardır kusursuzca oynadığı uşaklık rolünü oynamaktır.
Sermaye devleti ve “milli şef”i Erdoğan tüm bu gerçekleri unutmak istiyor, ama bu mümkün değil. ABD, Brunson davası vesilesiyle bu gerçekleri ona yeniden hatırlatmıştır.