Bilim insanları, seragazlarının emisyonu nedeniyle dünyamızın yüzey ısısında yaşanan artışın yüzyılın sonuna değin 2 santigrat derecede tutulması gerektiğini, aksi takdirde gezegenimizin geri dönülemez biçimde tahribata uğrayacağını vurguluyor. Çevre bilimciler, bu hedefe ulaşmak için küresel emisyonların 18 milyar ton düzeyine düşürülmesi gerektiğini hesapladılar. Buna karşın, iklim değişikliği ile uluslararası düzeyde önemli bir adım olan 2015 Paris 21. Taraflar Konferansı’nın katılımcıları daha başında ülkelerin verdikleri taahhütlerin bu hedeften çok uzakta kaldığını belirtmekteydi. Dünya Enerji Ajansı sunduğu projeksiyonlarda 2040 yılına değin dünyada toplam emisyonların 36 milyar tona ulaşacağını, oysa +2 C0 sınırını aşmamak için toplam emisyonların 18 milyar tona değin düşürülmesi gerektiğini paylaşmaktaydı. Aradaki 18 milyar tonluk farkın düşürülmesi Paris sonrası iklim mücadelesinin en önemli sorunsalıdır.
Belki biraz da bu tespit ve uyarılardan hareketle, uluslararası iklim kriziyle mücadele artık Paris Anlaşması’nın taahhütleriyle sınırlı kalmayıp, doğrudan net sıfır emisyon hedefleri çağrılarına yönelmiş durumda. Avrupa Komisyonu’nun 2019 Aralık ayında duyurduğu Avrupa Yeşil Düzeni; ABD’de de Alexandria Cortez’in önerdiği ve Başkan Biden’in sahiplendiği Yeni Yeşil Düzen çağrıları bunun en önemli örneklerini oluşturuyor.
Bu tasarımlar arasında en dikkat çekici olanı AB’nin Avrupa Yeşil Düzeni (AYD- European Green Deal) belgesi oldu. Bu tasarım çerçevesinde AB’nin sanayi, tarım, enerji ve tüketici davranışlarını dönüştürmek amacıyla iklim değişikliği ve çevre kirliliği sorunlarıyla mücadele doğrultusunda topyekün yeni bir strateji izlemeye hazırlanmakta olduğu görülmekte. AYD stratejisi doğrultusunda AB üyesi ülkelerin 2050 yılına kadar “net sıfır CO2 emisyonlu” bir ekonomik yapıya dönüştürülmesi hedeflenmekte. Bunun için yeni ekonomik büyüme stratejisi, kirletici sektörlerin hızla yenilenebilir enerji kaynaklarıyla dönüştürüldüğü, doğal kaynak kullanımına daha etkin yer verildiği, fosil yakıtlara dayalı enerji tüketiminin kademeli olarak azaltıldığı, yeniden işleme (re-manufacturing) ve döngüsel ekonomi (circular economy) temelli; enerji verimliliğini ve yenilenebilir enerji kaynaklarını ön plana çıkaran bir model tasarlanmakta.
AYD üzerine önemli eleştirel yaklaşım ise, AB’nin net sıfır hedefi ve genelde karbonsuzlaşma doğrultusunda kullanmakta olduğu en önemli enstrümanın kapitalist pazar sisteminin gene kendisi olan Karbon Ticaret Sistemi’ne dayandırılması. 2005 yılında kurulmuş olan KTS, şu anda elektrik, petrol rafineleri, kimyasallar, demir&çelik, metal-dışı ürünler (çimento) kağıt ve hava taşımacılığında üretim yapan yaklaşık 11,000 şirketi ve enerji santralini kapsamakta. Bu sektörler AB toplam sera gazı emisyonlarının %45’ini kapsıyor. Sınırla ve Ticaretini Yap anlayışıyla oluşturulan karbon piyasası aracılığıyla toplam emisyonlarının zaman içerisinde azaltılarak net sıfır hedefine ulaşılacağı beklenilmekte.
Larry Lohman La Nuova Ecologica dergisinde eylül ayında vermiş olduğu demecinde karbon ticaret sisteminin aslında sorunun özünü görmezden geldiğini ve fosil yakıtlara dayalı enerji sisteminin ve sanayi şirketlerinin bu sistem sayesinde yaratılan offset’ler, piyasalaştırma oyunları ve spekülatif tasarımlar sayesinde sorunu ileriki nesillere attığını vurguluyor. Lohman’a göre KTS, iklim krizinin sorununun “doğru fiyatlar uygulandığında kendiliğinden çözülecek bir piyasa tökezlemesi” olarak tanıtılmak istendiğini, oysa sorunun özünde kapitalist birim sisteminin dayanılmaz kar hırsı ve kamçılanan tüketim deseni yatmakta olduğunu vurguluyor.
Başta finansal derecelendirme kuruluşları olmak üzere, spekülatörler ve fosil yakıtların teşviklendirilmesinden kazanç sağlayan ulus ötesi tekeller söz konusu karbon fiyatının rekabet koşulları altında gerçekleştirilmesi önündeki en büyük engeli oluşturuyor. Buna ek olarak, bir yandan ABD’nin miktar kolaylaştırması (QE) aracılığıyla dünya para piyasalarına sunduğu olağan dışı likiditenin kendisini nemalandıracak bir spekülasyon alanı arayışı, diğer yanda Birleşmiş Milletler bünyesinde oluşturulması planlanan yıllık 100 milyar dolar tutarındaki temiz kalkınma fonu, finansal spekülatörlerin başını döndürüyor. Internet balonu ve emlak ve konut köpüklerinden sonra, uluslararası finans şebekesi ve ulus ötesi tekeller “iklim değişikliği ile mücadele” görüntüsü altında soluduğumuz havayı ticari bir mal haline dönüştürerek, piyasanın inişli çıkışlı dalgalanmalarından spekülatif çıkarlar bekliyor. Bu doğrultudaki kısa dönemci başı boş kararlar ise özünde uzun dönemli stratejik bir sanayileşme ve enerji planlaması gerektiren çevre kirliliği sorununu içinden çıkılmaz bir dengesizliğe sürüklüyor.
Bu saptamayı doğrulayacak bir başka çalışma ise Uluslararası Enerji Ajansı verilerinden elde edilebilir. Bilindiği üzere gezegenimizin atmosferine bir yılda salınan CO2 emisyonu yaklaşık 30 milyar tona ulaşmaktadır. Bu sonucu ülkeler düzeyinde değil de, küresel üretim zincirinin baş aktörleri olan ulus-ötesi şirketler açısından değerlendirdiğimizde, aslında sadece yirmi adet enerji üreticisi ve dağıtıcı tekelin bu rakamın yüzde 30’undan sorumlu olduğunu görüyoruz. Sadece ilk dört şirket, Chevron, Exxon, BP ve Rus Gaspromun yol açtığı emisyonların toplam içerisindeki payı yüzde 11.5’e ulaşmaktadır.
Dolayısıyla, küresel iklim değişikliği ile mücadelede ana öznenin “ulus ekonomiler” olduğu kadar, belki de çok daha belirleyici biçimde, dünya ticaretini meta zincirleri ve doğrudan yatırımlar ile yönlendirmekte olan ulus-ötesi şirketler ve uluslararası finansal sistem olduğunu görmemiz gerekiyor.
İklim adaletsizliği ve iklim soykırımı
İklim krizi bir yandan da kapitalizmin eşitsiz gelişme yasalarını tüm çıplaklığıyla ortaya çıkarıyor. Örneğin, Oxfam’ın geçtiğimiz hafta yayımlanan “Küresel Emisyonlar ve Gelir Adaletsizliği” Raporu, dünyada en zengin %1’lik kesimin sorumlu olduğu fert başına CO2e emisyonlarının 1990’a görece %25 artış gösterdiğini ve bu kesimin tüketim faaliyetleri sonucu yaratmakta olduğu CO2e sera gazının, 1.50C ısınma hedefiyle belirlenmiş emisyon bütçesinin 30 misline ulaştığını vurguluyor. Buna karşın, “zengin” %10’luk kesimin CO2e salımları aynı hedefin 10 misline ulaşırken; “yoksul” %50’nin yarattığı CO2e salımları ortalamanın %20 altında. Rapordaki verilere göre, bir bütün olarak bakıldığında, fert başına “ortalama” (ne demekse-?) emisyonlar, 1.50C hedefinin 2.2 ton/kişi daha üstünde seyrediyor.
Küresel iklim kriziyle “mücadelede” aynı ekonomik krizlerin aşılması tasarımlarında da olduğu üzere, “kemer sıkma” fedakarlığının gene küresel yoksulların payına düştüğünü görüyoruz.
Sözlerimizi Chico Mandez’in geçtiğimizhafta medyada çok paylaşılmış olan şu fotoğrafı ile tamamlayalım: “Sınıf mücadelesi olmadan yapılan çevrecilik sadece bahçeciliktir.”
Prof. Dr. A. Erinç Yeldan - Kadir Has Üniversitesi- BirGün / 03.01.22