Ekonomide neler oluyor? Dolar ve avro nereye gidiyor? İşsizlik kendi rekorunu kıracak mı? Çarşı-pazardaki ateş daha ne kadar cep yakacak? Enflasyon cüzdanları kemirmeye devam edecek mi?
Yurttaşlar aylardır bu soruların cevaplarını arıyor. Elbette hiçbiri kolay yanıtlanabilecek sorular değil. Yine de iktisat biliminin göstergeleri ışığında söylenebilecek bazı şeyler var. İktisatçı yazar Mustafa Sönmez ile tam da bu nedenle bir araya geldik ve kendisinden merak edilen soruların yanıtlarını istedik. Ancak filmi biraz geri sardık. Çünkü AKP iktidarının geçmişte yaptığı hatalarla bugünkü ekonomik kriz arasında güçlü bir nedensellik var.
Bugün ekonomik kriz konuşulurken, geçmişte neler yaşandığı geri planda kalıyor. AKP, Türkiye ekonomisini bu noktaya nasıl getirdi?
Bu soruyu 2001 Krizi’nden almak iyi olur. Çünkü o krizin sonunda bir AKP fenomeni ortaya çıktı. 2001 Krizi’ne Türkiye çok bilinen darboğazlarla girdi. Yüksek enflasyon, kamu açıkları ve Demirel’in ‘beş kara delik’ diye adlandırdığı bütçe, SGK, belediye, tarım, satış kooperatifleri ve KİT açıkları, bunlar ekonomiyi oldukça boğmuştu. Bu durum borçlanma ihtiyacını açığa çıkardı. O yıllarda, yüzde 60’ı bulan enflasyon ortamında beklenen yabancı kaynak girişi de olmadı. Türkiye ekonomisi yabancı kaynak girişi olmayınca büyümüyor. Çünkü bu Türkiye ekonomisinin özelliği; büyüme için iç tasarruflar yeterli değil, mutlaka dışarıdan para gelmesi lazım. 2000 öncesi yıllarda Türkiye’nin çeşitli problemleri dış sermayeyi uzak tuttu. Özelleştirme kanunları çıkmıyordu. Dolayısıyla ekonomi küçük küçük şeylerle ivmeleniyordu. 2001 Krizi, bu tıkanıklıkların önünü açan bir IMF müdahalesini getirdi. IMF; koalisyon hükümeti ve Kemal Derviş ortaklığında, yapılamayan özelleştirmelerin önünü açtı, kamudaki bu beş kara deliği daraltacak tedbirler getirdi. Buradan hareketle enflasyonu daha makul oranlara indirecek bir etki yarattı. Ama bu dehşetli ve acı bir reçeteydi. Toplumda çok ciddi şekilde can yakıcı özelliği oldu. 2002 erken seçimine giderken, seçmen bu koalisyonu oluşturan partilerden (DSP, MHP, ANAP) intikamını aldı ve onları baraj altına attı. Yeni kurulan AKP de yüzde 34 oy almasına rağmen baraj sisteminin azizliğiyle tek başına iktidar oldu. Böylece yeni bir dönem başladı.
Bugüne gelen hikâyenin bir yükseliş dönemi var, bir de iniş dönemi. Yükseliş dönemi 2002’de başladı. 2001 Krizi arkada bırakılmış, defolar onarılmış, yabancılar artık özelleştirme, yatırım ve borç para vermek için gelmeye başlamış… Üstelik de koalisyonlar devri bitmiş ve tek parti iktidarı başlamış. Bu yıllardan itibaren Türkiye’ye Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir para girişi oldu. Bu para bolluğu, birdenbire AKP’ye depar imkânı sağladı. Para girişi, aynı zamanda dövizi de bollaştırdı ve döviz fiyatlarını aşağıya çekti. Dolayısıyla bol para, borçlanabilme olanağı, dövizin ucuzluğu gibi faktörler AKP’yi bir büyüme patikasına soktu. AKP burada kendisine alan olarak inşaatı, yani konut sektörünü seçti. Bu sektörden hızlı bir büyüme temposu yakaladı. Politik olarak bakıldığında, iş ve aş yaratan bir süreç olduğu için, seçmeni de yavaş yavaş arkasına aldı. 2002’de yüzde 34 olan oyları 2007’de yüzde 40’lara ondan sonra yüzde 50’lere yaklaştı. Sağlık hizmetlerinden yol yapımına ve birtakım sosyal yardımları artırmaya varan bir AKP portresi yaratıldı. Dolayısıyla AKP buradan prim topladı.
Bu sonuçta iç talebi kullanan bir büyüme süreci. Herkesin cebinde kredi kartları, kolay borçlanmalar, krediye erişim imkânları… Bütün bu tatlı hayat dönemi, Korkut (Boratav) Hoca’nın deyimiyle ‘Dolce Vita’ dönemi, 2002’den 2013’e kadar geldi. 2008-2009’da kısa bir küresel kriz dönemi var ama orada da kurgu bozulmadı. AKP onu iktidarda tutan bu kurgunun, tek adam rejiminin kurulmasına imkân verebileceğini de gördü. Yavaş yavaş yasamayı ve yargıyı kontrolü altına aldı. Bir dönem Gülen Cemaati’yle bu işi götürürlerken sonra aralarında paylaşım kavgası çıktı ve onları da bir şekilde alt ederek sürdürdüğü siyaseti devam ettirdi.
Tabii hikâyenin bir de dış çerçevesi var. Dış iklim AKP’ye bu süreçte yardımcı oldu. Çünkü dışarıda bir dönem para bolluğu vardı ve para gidecek adres arıyordu. Türkiye’yi borç verilecek ülkelerden biri olarak gördüler. Fakat 2013’ten sonra, küresel sistemin krizinin aşılmasının ardından şartlar değişti. ABD Merkez Bankası, “Krizi kontrol altına almak için bastığımız paraları yavaş yavaş toplayacağız” dedi. Faizleri yükseltmeye başladılar. Bu andan itibaren Türkiye gibi ülkelere gelen yabancı para yüzünü ABD’ye döndü. Bu denli para girişine alışmış bir Türkiye ekonomisi bocalamaya başladı. Çünkü yıllardır alınan dış parayla döviz üretilemedi ve bu para hep iç pazara harcandı. Sonuçta da borçlar ödenemez duruma geldi ve Türkiye riskli ülke oldu. 2013 sonrasında kısmi iniş çıkışlarla bocalama dönemi başladı. O döneme kadar, konut, inşaat ve kent yatırımlarıyla büyüyen bir AKP sermayesi de çıkmıştı ortaya. Politik olarak da iktidar sendelemeye başladı. 2013’te Gezi Ayaklanması bunun bir örneğiydi. Sonra Gülencilerle çatışması nedeniyle bir kan kaybı yaşadı. Kürt siyasetiyle olan ilişkisinde de sarsıntılar oldu. Bütün bunlardan sonra AKP’nin kimyası da değişti. Daha otoriter bir iktidar haline geldi.
EKONOMİK İKLİM, SİYASİ İŞLERİ KOLAYLAŞTIRDI
Burada baş faktör hangisi oldu? AKP daha otoriter olduktan sonra mı ekonomi daraldı yoksa ekonomi daraldıktan sonra mı AKP otoriterleşti?
Aslında eş zamanlı. Ekonomideki rahatlık AKP’nin kurgusuna yardımcı oluyordu. Elbette uzun vadeli ideolojik hedefler vardı. Bunu zaman zaman kamufle etseler de politik İslam rejimi kurmayı hedeflediklerini ve ekonomik iklimin de buna imkân sağladığını görüyorduk. Bu, kitlelerden rıza alarak mümkün oluyordu. Her tür muhalefete ve itiraza, “Bakın sandık ne diyor. Seçmen arkamızda. Halk bunu istiyor” diye yanıt veriyorlardı. Seçmen ekonomik imkânlar nedeniyle iktidarın arkasında duruyordu. Tabii belli bir kısmından bahsediyorum. Kemik bir seçmen kitlesi de var. Ekonomideki gidişat AKP’nin hedeflerine yürümesini kolaylaştırıyordu. Ekonomide sıkıntılar ve daha ciddi bir muhalefet ortaya çıkmaya başlayınca otoriterleşme ihtiyacı hissetti iktidar.
Şimdi AKP’nin iniş aşamasındayız. Buna kamu varlıklarını satarak direnç gösterdi. Ama eninde sonunda, 2018’in ortalarına geldiğimizde, Trump’un tehdit içerikli tweetlerinden de etkilenerek şiddetli bir kur artışı oldu. O artışla beraber 15 yıldır görülmeyen bir enflasyon ortaya çıktı. Bu kaçınılmaz olarak bir kriz tüneli meydana getirdi. Şimdi bu kriz tünelinde çember epey bir daralmış halde. Birikmiş borçlar çevrilemiyor ve yeni kaynak girişi sağlanamıyor.
Krizin esas kaynağı bu mu?
Şu anda tezahürü bu. Alınmış borçları geri ödeme, büyüme için yeni rüzgâr bulma konusunda çok ciddi sorunları var. Böyle olunca da bunun sonucu olarak döviz fiyatlarında artış yaşanıyor. Döviz fiyatları arttığında ürün maliyetleri artıyor ve enflasyon yükseliyor. İnsanlar enflasyon oranında gelirlerini artıramadıkları için fiili olarak bir yoksullaşma hissetmeye başladılar. İş yerleri kapanıp yeni yatırımlar yapılamayınca işsizlik devasa boyutlara ulaştı. Dolayısıyla şimdi kitleler kriz halini hissediyorlar. AKP’nin buradan çıkışı epey zor. Türkiye riski müthiş artmış bir ülke olarak artık dışarıdan da para bulamıyor. Bu anlamda diğer benzer ülkelerden de epey ayrışmış durumda. Burada dönüp dolaşıp gideceği yer sonunda IMF. Ama onun da ABD ile ilişkilere bağlı olan birçok şartı var.
AKP, PARAYI DOĞRU ŞEKİLDE KULLANAMADI
Anlattığınız tablonun da gösterdiği gibi AKP’nin yönetim mantığına göre, ekonomiyi sorunsuz idare etmesi için Batı ile iyi geçinmesi gerektiğini görüyoruz. Ülkeyi Batı ekonomisine bağımlı hale getiren AKP’nin, Batı ile kötü geçinirken ekonomiyi yönetmeye çalıştığı bir süreci ilk kez deneyimliyoruz. İktidarın böyle bir tecrübesi yok. ABD ve Batı’yla S-400 başta olmak üzere gerilimli ilişki sürerken, AKP’nin yönetim mantığı ekonomiyi nasıl kurtarmayı planlıyor?
AKP henüz bir karar vermedi. AKP, önce 12 Eylül daha sonra da Özal dönemiyle birlikte gelişen Türkiye ekonomisini dünya kapitalizmiyle uyumlu şekilde yönetme prensibine hiçbir itirazda bulunmadı. Bununla ayakta kalmayı kabul etti. Buna ufak tefek itirazı olan Erbakan’dı. O, Batı karşıtıydı ve İslam ortak pazarı gibi fikirler savunuyordu. Ama onun çömezleri olan Abdullah Gül ve Erdoğan, bu çizgiden ayrıştılar. “Biz Refah gömleğini üstümüzden atıyoruz” diyerek yüzlerini Batı’ya döndüler. Küreselleşme ve AB’ye tam üyelik gibi normlara sahip çıktılar. IMF ile de gayet iyi ilişkiler kurdular. Fakat dediğim gibi, bu süreçte gelen parayı alıp kullanabilme noktasında siyasi hedefler öne çıktı. AKP’nin siyasi hedefleri, paranın çevrilmesi ve akıllı kullanılmasını engelledi. “Çünkü ne şartla olursa olsun ekonomi büyüsün, bu inşaatla olacaksa da inşaatla olsun; insanların gelirleri düşmesin ve bundan dolayı bir muhalefet oluşmasın” diye düşündüler. Bunun eninde sonunda bir tıkanma getirip getirmeyeceğini çok umursamadılar. Ama bunun tıkanacağı çok açıktı. Sen aldığın parayı tamamen iç pazara ve inşaata gömersen, döviz kazanmazsan, bu parayı geri ödeyemezsin ve çamura saplanırsın. Siyasi hedeflerin öncelik kazanması ekonomide böyle yanlışlar yaptırdı. Şimdi bunu toparlayabilmeleri çok güç. Çünkü geride gerçekten çok ciddi bir güven sorunu yaratmış durumdalar. Bu cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi, dışarıda da kabul görmedi. Hele bu YSK meselesi hepten tüy dikti. Dolayısıyla dış yatırımcılar açısından Türkiye’ye gelmek bir macera. Göstergeleri çok bozuldu ve şeffaf olmaktan uzaklaştı. Hazine’de görünen açıklar gerçek açık mı yoksa bunun çok daha ötesinde bir gerçeklik mi var, bilinmiyor. Tabii hukuk da önemli bir mesele. Batı’nın derdi insan hakları falan değil, “Bizim paramız ne olacak?” diye düşünüyorlar. “Türkiye’de mahkemeler doğru çalışıyor mu, biz mahkemelik olduğumuzda mülkiyet hakkımıza halel gelecek mi” diye bakıyorlar. Şu anda ‘risk primi’ dediğimiz önemli bir gösterge 480’lerde seyrediyor. Bu göstergede Türkiye’ye en yakın olan Güney Afrika’nın primi 200 bile değil. Yani Türkiye ciddi ölçüde ayrışmış durumda. Piyasadan bulamadığı parayı IMF’den bulup, IMF’nin şartlarına boyun eğmekten başka şansları yok.
TÜSİAD çevresi ‘hukuka dönün’ mesajı veriyor. Sermayenin süreç içindeki pozisyonunu ve hamlelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Başta TÜSİAD olmak üzere burjuvazinin derdi küresel sistemle kopmamak. Sistemden tekrar para akışının başlamasını istiyorlar. Hükümet bugün IMF kapısına gitse, bayram edecekler. “Reçetesi ne olacaksa olsun, kendimizi emin ellere teslim ettik” diye bakarlar. Çünkü burada ehil olmayan, hiç güvenmedikleri bir siyaset ve ekonomi heyeti var. Erdoğan’ın gazabından korktukları için bunu açıkça ifade edemiyorlar. Hatta yavaş yavaş AKP’nin yandaşı olan sermaye gruplarının bile bu tarz rahatsızlıkları ortaya çıkmaya başladı. Sistem yönetilemiyor artık. Yeniden piyasaların güvenini sağlayarak para akışını sağlama gibi bir gelişme de ufukta görünmediği için, başka arayışlar başlıyor. Siyaseten AKP içerisinden alternatif bulmak, Erdoğan’ı zayıflatmak gibi. Yerel seçimle beraber CHP’nin biraz daha güç kazanmış olmasına için için seviniyorlar belki. Çünkü bu dengesizlik hali ve yönetme krizi, giderek zıvanadan çıkardı her şeyi. Bundan endişe duyuyorlar. Çünkü sermaye eninde sonunda ayakta kalmak ister. Bu vadede hem politik hem de ekonomik olarak bir krizden geçiyor AKP. Ne ekonomik olarak taviz veriyor ne de siyasi olarak. Seçim sonuçlarını kabul etmemesi, siyaseten muhabere kaybetmeyi göze alamaması anlamına geliyor. Demek ki o kadar sıkışık. Ekonomik olarak IMF kapısına gitmemesinin nedeni de, siyaseten kaybedeceği şeylerin olduğunu düşünmesi. Dolayısıyla sürekli bir basınç altında kalıyor ve giderek daha çok hata yapıyor.
SEÇİMİN YENİLENMESİ KAN KAYIBINI ARTIRIYOR
Seçimlerin tekrar edilmesi hâlihazırda kötü durumda olan ekonomiyi nereye sürükleyecek?
Tekrar seçim kararı yeni bir türbülans yarattı. Çünkü geçen yıl, özellikle ekonomik krize denk gelmesin diye 24 Haziran seçimlerini öne almışlardı. Aslında ağustostaki döviz şokunu beklemiyorlardı. Sandılar ki, biz 24 Haziran seçimlerini kazandıktan sonra tek adam rejimi Batı’ya da cazip gelir. Hesaba göre Batı, tek adamla muhatap olup birçok meseleyi kolayca halledecekti. Öyle olmadı ve olmadığı gibi arkasından da ABD ile Rahip Brunson gerilimi baş gösterdi. Küçük bir gerilim bile ortalığı altüst etmeye yetti. Yerel seçimleri bu nedenle önemsemeye başladılar ve mevzi kaybetmemeyi hedeflediler. Yerel seçimleri, özellikle de İstanbul’u kaybettiklerinde parti içinde büyük bir sarsıntı olacağını gördüler. Haliyle oraya odaklandıkları için, ekonomide almaları gereken birtakım disiplin tedbirlerini sulandırdılar. Ayrıca takvimde seçim varsa, herkes ‘bekle gör’ pozisyonuna geçer. Dolayısıyla yatırım ve tüketim niyetleri ertelendi. Herkes kendisini güvende hissetmek için daha çok dövize yönelir. Seçim, yani bekleme konjonktürleri hep böyle sonuçlar doğurur. 31 Mart sonuçlandıktan sonra, bu kez İstanbul konusunda bir belirsizlik yarattılar. 35 gün öyle geçti. Arkasından 6 Mayıs’la beraber süreci 23 Haziran’a uzattılar. Bütün bu uzatmalar belirsizlik demek ve ‘bekle gör’ pozisyonunu besliyor. Dolayısıyla seçimler Türkiye’ye sürekli kan kaybettiriyor. Enflasyonun kemikleşmesi, işsizliğin devam etmesi, dayanma gücü kalmayan firmaların kepenk kapatması bunun sonuçları.
İhtiyat akçesine başvurulması ne anlama geliyor? Yakın tarihte pek aşina olunan bir yöntem değil. Türkiye ekonomisi için ne gibi sonuçlar doğurabilir?
Esas mesele, Hazine’nin büyük açıklar vermesi. Açıklanan nisan verilerine göre bütçede 54-55 milyarlık bir açık var. Sadece dört ayda üstelik. Halbuki bütün yıl için 80 milyarlık bir hedef koymuşlardı. Yani bunun üçte ikisini dört ayda eritmiş durumdalar. Çünkü Hazine kriz yangınını yatıştırmak için bir sürü şeye müdahale ediyor. Fakat ekonomi zaten büyümediği için yeterince vergi geliri gelmiyor. Gelir gelmiyor ama harcamalar devam ediyor ve dolayısıyla açık büyüyor. Bu durumda Hazine’ye yeni kaynak gerekiyor. Kamu bankalarını birçok işe memur ediyorlar; Demirören’in gazete almasından tut, yeni havalimanının finansmanına kadar. Ziraat ve Halk Bankası’nı böyle kullanıyorlar. Onların içi boşalınca Hazine’den kaynak aktarmak durumunda kaldılar. Hazine sürekli başka yerden kaynak tırtıklama derdinde. Problem aslında Hazine ile ilgili. Önce Merkez Bankası’nın (MB) nisan ayında yapılan genel kurulundaki temettüleri ocak ayına çekip oradaki geliri kullandılar. Devamında kamu bankalarını sermayelendirdiler. MB’nin kenarda köşede kalmış kaynaklarını kullanıyorlar. Aslında ‘bağımsız’ olan MB’yi böyle kullanmamaları lazım. Ama sistem o hale gelmiş durumda ki, hem temettüleri alıyorlar hem de şimdi ihtiyat akçesi dediğimiz, yani bütün şirketlerde görülen ve ‘zor zaman parası’ olarak nitelenen bir kaynağa sulanmış vaziyetteler. Hukuken bu tartışmalı bir konu. Çünkü MB sonuçta bir anonim şirket ve birtakım ortakları var. Onların rızasını almadan para nasıl transfer edilecek? Belli ki bir yasa değişikliğine niyetleri var. Bu bize ne kadar sıkıştıklarını gösteriyor. Hazine ve sistem o kadar sıkışmış vaziyette ki, iktidar böyle cinliklerle kimsenin dokunmadığı, dokunmaya da cesaret edemediği şeylere el atmaya kalkıyor. Bunu tabii dışarıdan da görüyorlar. Bu denli muhtaçlık haline şahit olan para piyasaları, “Demek ki problemleri görünenden de büyük, iyice uzak durmak lazım” diyorlar.
YAŞANAN KAOSU HAZİNE’YE YIKACAKLAR
Kamu bankalarının hükümetin projeleri için verdiği kredilerden bahsettiniz. Kredilerin geri dönmediği biliniyor. Bankacılık için bu durum ne anlama geliyor ve daha ne kadar sürdürülebilir?
Kamu bankalarını Hazine’den sermayelendirerek yüzdürmeye niyet ettiler. Kendilerince böyle bir çözüm buldular fakat özel bankaların alacakları hâlâ ciddi bir muamma. Bunun çok sert icra iflas meselelerine yol açmaması için, özellikle seçim öncesinde bankalara baskı yapıldı. “Kredileri yapılandırın ve yüzdürmeye çalışın” denildi. Sonradan Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın yerel seçimlerin ardından yaptığı konuşmada, en fazla batık kredinin olduğu inşaat ve enerji sektörleri için kimi tedbirler düşünüldüğü ortaya çıktı. Fonlar kurup, borçla hisse senedi takas ettirip yükünü de Hazine’ye yıkan arayışlara girdiler. Konutla ilgili bir adım attılar. Ziraat Portföy fonu kurdurdular ve bu fon satılamayan konutları kendi bünyesine alacak, bankaların alacaklarıyla bunları takas edecek, fondaki varlıklar gösterilerek birtakım kâğıtlar türetilecek ve bu kâğıtlar satılmaya çalışılacak vs. Aslında şunu biliyoruz. Konut fiyatları düşmüş vaziyette. Bu kâğıtlaştırılacak. Gayrimenkul varlığın para etmeyeceği çok açık. Dolayısıyla bu fon, dönüp dolaşıp zarar yazacak. Zarar kamu bankasının zararı olacak, bu zarar da Hazine’nin zararı olacak. Bunun benzerini belki enerji şirketleri için de düşünecekler ama dönüp dolaşıp, ödenemeyen kredilerden dolayı yaşanan kaosu Hazine’ye yıkıp, Hazine’nin açıklarını büyütmeyi göze alacaklar. Belki düşündükleri şey şudur: Hazine olabildiği kadar sisteme sünger olsun, sistemin bütün kirli sularını çeksin, ondan sonra biz Hazine’yi götürür IMF’nin önüne koyarız, şu kadar açığımız var, dışarıdan borçlanamıyoruz, sizin bizi finanse etmenizi istiyoruz, karşılığında da nasıl bir reçete gelecekse bunu uygulayalım.
Hazine’ye yıkılması doğrudan halka yıkılması demek değil mi?
Tabii. Sonuçta IMF bir anlaşma yaptığı takdirde, hem diyecek ki eğitimden, sağlıktan, sosyal harcamalardan kısın hem de enflasyonu kontrol etmek için büyümeyi düşürün. Tekrar işsizlik dalgası başlayacak. Yani IMF reçeteleri para ve maliye politikalarını daraltmak, ekonomiyi küçültmek üzerinedir. Bunun ceremesini dönüp dolaşıp alt sınıflar çeker.
AKP’nin büyüme hikâyesinin ana aktörü olan inşaat sektöründe artık iç talep istenen düzeyde değil. Pek çok konut boş duruyor, satılmıyor. AKP ekonomide inşaatı kurtarılacak bir alan olarak mı görüyor yoksa bu sektörü gözden çıkarabilir mi?
Çok ciddi miktarda satılamayan stok konut var. Özellikle bu markalı konut dedikleri yapılar satılmıyor. TOKİ ve Emlak Konut’la yapılmış olanlardan söz ediyorum. Bunların önemli bir kısmı İstanbul’da. Aralarında Sur Yapı, Ağaoğlu, Varyap gibi bilinen firmalar yer alıyor. İnşaattaki kriz çok ciddi ve en erken krize giren sektör burası oldu. Zaten krizlere ilk giren ve krizlerden ilk çıkarılacak sektör inşaat olur. Belki yine inşaatla bir halat bulup kuyudan çıkmayı düşünüyor olabilir ama bu yine çok esaslı bir IMF anlaşması olmadan altından kalkılabilecek bir mesele gibi durmuyor.
VASIFLI EMEK ARTIK İŞSİZLEŞMEYE BAŞLIYOR
Geniş tanımlı işsizlik bugün 8 milyona yakın. Özellikle genç işsizlik yüzde 26 gibi oldukça abartılı noktalara ulaştı. Türkiye tarihinde daha önce görülmeyen bir durum. Toplumsal olarak ne gibi sonuçlar ortaya çıkarabilir?
12 ay içinde resmi rakam 1.3 milyon arttı. Resmi olarak iş arayanlar 4.7 milyona geldi. İş aramayan işsizler eklediğinde işsiz sayısı 7.7 milyon ediyor. Bu da yüzde 22 işsizlik demek. Bunların içinde vasıflı emek de var. 1.1 milyon civarında üniversite ya da yüksekokul diploması olan bir işsiz kitlesi söz konusu. Genç işsizlik yüzde 26 gibi devasa bir oranda. Kadın işsizliği de yine çok yüksek. Bunlar toplumda çok derinden hissediliyor. Tek haneli giden enflasyon yüzde 20’ye gelince nasıl herkeste bir infial yarattıysa, durduk yerde işini kaybetmiş insanlar var. Sanayi istihdamı ağustostan bu yana 342 bin düşmüş. Mühendis diploması olan 91 bin işsiz var. Mimar diploması olanlardan ise 40 bini işsiz. Vasıflı emek işsizleşmeye başlıyor. Kriz henüz bankaları sarmadı. Bankaları sardığı takdirde çok ciddi bir beyaz yakalı işsizliği başlar. Bu kapıda bir tehlike, çok uzak değil. 2001’de gördük, banka sisteminin çökmesiyle dehşet bir beyaz yakalı işsizliği ortaya çıktı. Ekonomi küçülünce medya ve reklam sektöründe de işsizlik artıyor. Şimdi kriz ağırlıkla sanayide ve inşaatta yaşanıyor. Ama onu finanse eden banka sistemi henüz kriz ateşinin içine girmedi. Şimdilik banka çöküşü görmedik. Ama görebiliriz, bu düşük bir ihtimal değil. Ülkede otoriter bir rejimin olduğunu da hesaba katarsak, yaşanacak beyaz yakalı işsizliğiyle sokağa ciddi tepkiler vurur. Bence seçimlerde AKP’nin büyükşehirlerde bu kadar oy kaybetmesinin altında bu gerçekler de var. Bizzat AKP’ye oy vermiş kesimler bile işsiz kaldıklarında muhtemelen tercihlerini değiştirdiler. Belki 23 Haziran’da İstanbul’da işsizlerin söyleyecek bir şeyi olacak.
AKP’nin ekonomi planında işsizliği azaltabilecek bir dinamik görüyor musunuz?
Görünmüyor. Bunun için tekrar bir büyüme patikasına geçmeleri ve yatırım iklimini oluşturmaları lazım. “Herkes bir-iki işçi alsın” gibi saçma sapan formüller uyduruyorlar. Bunlar tutmaz, hiçbir işe yaramaz. İşsizlik sigortasının fonlarını kullanıyorlar halkı oyalamak için. İşsizlik bu kadar yüksekken, yapılan bu tip hamleler pansuman bile olmaz. İşsizlik AKP için en büyük tehdit. Çünkü sıfır gelir demek. Çalışıp enflasyon oranında zam alamamak diye bir dert olması başka, hiç gelirinin olmaması başka. Hiç alım gücü olmayan insanın tepkisi çok daha faklı olur.
İNSANLAR SADECE DÖVİZE GÜVENİYOR
Hükümet insanları dövizden uzaklaştırmaya çalışıyor ama verilere bakıldığında dolar varlıklarının arttığını görüyoruz. Bu toplumun hükümete ekonomi konusunda güvenmediği, başta Erdoğan olmak üzere devleti yönetenlere itibar etmediği anlamına mı geliyor?
Bence AKP seçmenleri bile böyle yapıyor. Sadece muhalifler değil. Albaraka tipi katılım bankalarına bakıldığında, buralarda da döviz mevduatının arttığını görüyoruz. Demek ki muhafazakâr kesim de parasını enflasyona karşı bu şekilde koruyor. Bu anlaşılır bir şey. Güvensizlik artık siyaset üstü bir şey haline gelmiş. Herkes kendini koruyabilmek için bu yöntemden geri durmuyor. Çünkü ortada gerilemeyen bir enflasyon gerçeği var. Halkın kendi parasını enflasyona karşı koruyabileceği hiçbir şeyi yok. Konut alamıyorsun, çünkü konut fiyatları düşüyor. Borsada kâğıt alamıyorsun, çünkü değer kaybediyor. Devletin kâğıtlarına yatırım yapsan enflasyon kadar kazandırmıyor. İnsanlar en güvenli liman olarak gördükleri dövize yöneliyor. Hükümetin söyledikleri de boşa düşüyor.
Financial Times’ta yer alan bir habere göre, Oxford Economics’ten uzmanlar Türkiye’de önümüzdeki 3 yılda döviz krizi yaşanması olasılığını yüzde 71 olarak görüyorlar. Siz bu ihtimali nasıl değerlendiriyorsunuz?
Döviz krizi mutlak bir şey değildir. Döviz yükseliyorsa, bunun karşısında TL faizlerini artırarak bu durum engellenebilir mesela. Ki ağustosta faiz artırmamak için direndiler ama sonunda 6 puan artırdılar ve dövizin ateşi bir nebze düştü. Yani bu nedenle artışı mutlak olarak görmemek lazım. Hükümet, TL faizini artırıp ekonomiyi soğutmayı göze alırsa dövizin yükselişinin önünü keser. Bu tahminde bulunanlar herhalde eyleme karşı eylem olabileceğini dikkate almıyorlar. Tabii TL faizini artırmanın ciddi bedelleri olur ama sonuçta bu yapılabilir. Ya da ABD ile sulh olup IMF ile anlaşırlarsa para girişiyle beraber dövizin hızını kesebilirler.
DAHA POLİTİZE BİR SÜRECE GİREBİLİRİZ
İşlerin böyle devam etmesi durumunda, halkın yaşantısı yakın vadede olan bitenden nasıl etkilenecek?
Burada üçlü bir kıskaç var. Birincisi; geliri olan insanlar, enflasyonla baş edemedikleri için alım gücü kaybına uğruyorlar. İkincisi; işlerini kaybedenler mutlak gelir kaybı yaşıyorlar. Üçüncüsü; çok ciddi şekilde hane halkı borçlanması var. İnsanlar borçlarını ödemekte ve çevirmekte güçlük çekiyorlar. Çünkü AKP bütün bu süreç içerisinde haneleri ve kişileri bir borç kültürüne alıştırdı. Açığı, sürekli geleceğin gelirinden kapatmak gibi bir durum bu. Toplum ne kadar tahammül edebilir bilmiyorum. Herkes farklı formüller buluyor. Etrafımızdan bir sürü örnekler görüyoruz. İki hane evi boşaltıp tek eve çıkıyor. Ya da büyüklerin evine taşınıyor. Eğitim gibi, seyahat gibi harcamalardan kısılıyor. İnsanlar bu tip önlemlerle bu günlerin geçmesini temenni ediyorlar. Borcunu ödeyemeyen pek çok kişi mahkemelik oluyor ve “Canımı mı alacaksınız?” diyor. 3 milyonun üstünde insan var böyle. Toplumda bir bekleyiş hali var. Bu biraz da siyaset kaynaklı.
Yerel seçimlerden başlayarak, daha sonra bir erken seçime gidilmesi ve yönetebilir bir idarenin iş başına gelmesi talebi biraz daha artabilir. Çünkü kendi başına ayakta kalma çabalarının sınırları var. O nedenle daha politize bir konjonktüre girebiliriz. Kitlelerin daha fazla bir şeylerin değişmesini isteyecekleri bir konjonktür… Mesela uzun zamandır atıl duran işçiler, yaşadıkları işsizlik ve işten çıkarılma tehdidi karşısında biraz daha seslerini yükseltmeye başlayacaklar. Bu anlamda bana göre, yakın gelecek hareketli günlere gebe gibi görünüyor. Yan yana gelmeyi ve dayanışmayı teşvik edecek bir dönem yaşanabilir.
Berkant Gültekin - BirGün / 20.05.19