Balzac’a ait bir söz var; bu köşede de sıkça tekrarlanır: “Her servetin altında, bir suç yatar.” Ülkede olup bitenleri anlamak için güçlü bir motto. Emek-sermaye çelişkisine ilk dikkat çeken yazarlardan Hüseyin Rahmi Gürpınar da benzer bir şey söyler. Ama o serveti, yasalar eliyle yapılan hırsızlık sayar. Gürpınar’ın işaret ettiği aleniyet, çok daha önemli sanki. Adaletsizliğin, göz önünde cereyan etmesi kadar ürpertici az şey var çünkü.
Servet çoğunlukla üç farklı kılığa bürünür denir: Gayrimenkul, şirket hisseleri ve sanat eseri. İlk ikisi daima sorgulandığı halde, üçüncüye farklı gözle bakılır. Seçkin zenginleri, orayı burayı hafriyata boğan müteahhitten, ihale müptelasından ayıran bir büyülü pelerin gibidir. Servetin kaynağını örtüp, sahibine “saygınlık” kazandırır.
Oysa bir ülke inşaatla, imar spekülasyonlarıyla, ihalelerle soyulmaz sadece. Kültürel yağma da bu soygunun parçasıdır. Telafisi de zordur zaten.
Nitekim Türkiye’de arkeolojik eser ve sanat eserlerinin başına gelenler en az inşaat rantı, yolsuzluklar kadar vahim. Üstelik çok daha güçlü bir “çete” işi.
Mesela Sayıştay, 2020 yılındaki denetiminde, Mimar Sinan Resim ve Heykel Müzesi’ndeki 404 eserin kayıp olduğunu ortaya çıkarmıştı. 4 bin 24 tabloya dair ise hiçbir bilgi bulamadı. Ardından, Ankara Üniversitesi’nde de 404 el yazması eserin yok olduğunu tespit etmişti. Yıllardır önümüze düşen müze hırsızlığı haberlerini filan da ekleyelim listeye.
Neler oluyor? Basit hırsızların pazar tezgahında satamayacağı ganimetler, hangi seçkinlere akıyor? Arayan, soran var mı?
Bugün eşi benzeri olmayan bir sanat eserinin, gözümüzün önünden kaybolup bir özel koleksiyonun parçası haline nasıl geldiğini anlatmaya çalışacağım. Olay suç mu değil mi, karar okurun…
***
İstanbul’da Kadıköy’ün meşhur caddesi Bahariye’ye ilk defa gitmiş birinin bile hemen gözüne çarpan bir binadan, Süreyya Operası’ndan başlayalım. Değeri yalnızca mimarisinden gelmiyor. 1927’de açılan bina, Anadolu yakasındaki kültürel etkinlikler için, İstanbul Milletvekili Süreyya İlmen’in hediyesiydi.
Tavan ve duvar süslemeleri ile tablolar ise ressam Naci Kalmukoğlu’na ait. Tarihî konulardaki çalışmalarıyla biliniyor. Fatih Sultan Mehmet’in at üzerindeki resmi, Barbaros Hayrettin portresi ve Mimar Sinan’ın, Kanuni Sultan Süleyman’a, Süleymaniye Camii’nin yapımını anlattığı tablo en ünlüleri. Bir fotoğrafını bırakalım:
Sadece fotoğrafına bakabiliyoruz bugün, çünkü eserlerin çoğu ABD’de satıldı. Burada kalanlar da ağırlıklı olarak bir şirketin özel koleksiyonunda.
Ne var ki yaratıcısı, çoğu eserinin birileri alıp kasasına kilitlesin diye yapmamıştı. Bu yüzden de duvarlara kazımıştı.
***
Adı Nicola Kalmikoff. 1898’de Rusya’da Harkof’ta doğmuş. Babası tüccar olsun diye ticaret okuluna vermiş. Ne var ki Nicola, resme meraklı. Okulu bırakıp sanat enstitüsünde dekoratörlük eğitimine gidiyor. Rusya’da 1917 devriminden sonra Türkiye’ye sığınıyor aile. Beyoğlu’na bambaşka bir “kültür aşısı” yapan Beyaz Ruslardan yani. Sığınmacılara destek veren Cemiyet-i Akvam’ın yardımıyla dekoratörlük işine başlıyor Nicola.
Ressamlığını, bu maharetiyle birleştirince de Türkiye’nin kültürel zenginliğine eşsiz katkısı başlıyor. Cumhuriyet döneminde Naci Kalmukoğlu adını aldı ve 1951’de yaşamını yitirdiğinde, geride bıraktığı miras olağanüstüydü.
Meraklısı, hakkındaki bilgileri kolayca internetten bulabilir. Fakat Ankara, İstanbul, İzmir’de sokakta dolanırken onunla mutlaka karşılaşmışsınızdır. O kadar çok binaya fırçası değdi ki. Elhamra Sineması’nın fresk ve duvar resimlerinden Nişantaşı’ndaki Sümer ve Marmara apartmanlarının girişine; İzmir’deki İpek Sineması’ndan Ankara Halkevi’nin dekorlarına kadar pek çok yerde imzası bulunuyor.
Marmara ve Sümer apartmanlarındakiler şöyle:
Ancak son zamanlarda ortaya çıkarılan iki büyük eseri var ki, gerçekten benzersiz. Hikayeleri de öyle tabi. Gırtlağına çökülüp, bedeni lime lime edilen İstanbul’un, ruhunun da söndürüldüğünü gösteriyor.
***
Sanat tarihi araştırmacısı Güven Bayar, bir süredir “Resimli Apartmanlar” adıyla çalışmalar yürütüyor. Karış karış gezip apartmanlardaki resimleri, kimlere ait olduklarını kaydediyor. Çoğu zaman bir sanat dedektifi gibi davranmak zorunda. Zira, resimlerin adı sanat tarihi kitaplarında yer alsa da nerede oldukları bilinmiyor.
İşte Kalmukoğlu da bunların başında gelenlerden. 29 yıl önce yayınlanmış bir makalede adı geçen Kalmukoğlu’na ait iki resmin peşine düşüyor, Bayar.
Kayıtlara göre, resimlerin olduğu bina Şişli Halaskargazi Caddesi üzerinde, Hisar Palas’ta. 19. yüzyılda inşa edilmiş. Sonradan Ziraat Bankası’nın mülkiyetine geçmiş. Şu anda Ziraat’in Osmanbey şubesi.
Güven Bayar günlerce gidip geliyor, inceliyor lakin kitapta anlatıldığı gibi girişte karşılıklı olması gereken duvar resimlerini göremiyor. Bir gün girişte asılı reklam panosunu aralayınca, sürprizle karşılaşıyor: İki tane Kalmukoğlu eseri. Uzun çabalar, yazışmalar, defalarca Ziraat Tünel Sanat Galerisi yetkilileri ile görüşmeler derken, iki resmi de ortaya çıkarıyor sonunda.
Binanın girişinin eski ve yeni hali şu fotoğraflarda görülüyor:
Bu olaydan sonra Bayar, bugüne kadar ne fotoğrafı bulunan, ne de yeri bilinen çok daha önemli bir eserin peşine düşüyor. Resmin ismine Selim Sezer Darnault’un İstanbul Latin Katolik Kiliseleri adlı çalışmasında rastlıyor. Buradaki bilgiye göre, Sarıyer Büyükdere Azatlı Sokak’ta bulunan ve 1866’da inşa edilen kilisenin özelliği, tavanındaki devasa “Meryem’in Göğe Çıkışı” adlı kompozisyon. Kalmukoğlu tarafından 1939’da, iki parça bez üzerine yapılmış ve N. Kamikoff adıyla imzalanmış.
Kilise uzun zamandır ibadete kapalı. Yetkililerle yazışıyor, araştırma yaptığını söyleyip girmek için izin alıyor. Ne var ki tavana baktığında büyük hayal kırıklığına uğruyor. Resmin bulunduğu tavan şöyle:
Bayar, kilisedeki görevliye sorunca durumu öğreniyor. 2014’te yağmurdan tavan akınca, 10 metreden büyük iki parça resmin bir parçasının ağırlıktan dolayı kopup sarkmış. Kilisenin de restorasyon için Arkas Hoding ile temasa geçmiş. O günden beri de resimden haber alan yok. Bir ay sonra şans eseri, konuştuğu kilise görevlisi olaya dair fotoğrafları bulup, Bayar’a gönderiyor.
Kalmukoğlu’nun en büyük eseri olan Meryem’in Göğe Çıkışı’nı siz de ilk kez bu fotoğraflardan göreceksiniz. Üstelik fotoğraflar birer kanıt niteliğinde. Bir daha görüp göremeyeceğiniz belirsiz çünkü. Bayar, işin peşine düşünce şaşırtıcı bir yanıt alıyor.
Arkas Holing’in sanat galerisi ile iletişime geçip araştırma yaptığını, Kalmukoğlu’nun kilisedeki resmin restorasyonunun geçen 8 yılda bitip bitmediğini, tamamlandıysa ait olduğu yere tekrar asılıp asılmayacağını ve mümkünse resmin bir fotoğrafının kendisine verilmesini rica ediyor.
Arkas’tan gelen yanıt şoke edici:
8 yıldır restorasyona başlanmadığı, rulo halinde saklandığı, kilisenin resmi Lucien Arkas’a verdiği ve iade edilmeyeceği belirtiliyor. Resmin artık Arkas koleksiyonuna ait olduğu vurgulanıyor.
Böyle bir şey yasal mı peki? Parayla mı satıldı? Yasal olsa bile etik mi? Ülkenin kültür zenginliğine katkı sunmuş bir ressamın, günlük yaşamın içinde sergilensin diye yarattığı eserlerin sökülüp, birilerinin özel koleksiyonuna girmesinin makul açıklaması var mı?
***
Topluma ait olan birikimler sadece etrafına çit çekip, özel mülkiyete dönüştürülmüyor. Onu bir kasaya kilitleyip, arada bir şan olsun diye sergileyip, şahsi zevkin parçası kılınarak da yapılıyor.
Meryem’in Göğe Çıkışı da ister kilisede olsun ister bir bankanın duvarında ya da apartman girişinde… Yaratılma amacı isteyen herkesin, istediği zaman görebilme özgürlüğüydü. Arkas, bu hakkı gasp etti işte.
Gazete Duvar / 14.09.21