Hiroşima, Nagazaki ve atom bombası

Kapitalistlerin hegemonya savaşını nükleer savaş başlatarak devam ettirmeleri dünyamızın yeni felaketlere sürüklenmesi anlamına gelecektir. Bu, başta insan olmak üzere, tüm canlı yaşamını tehdit eden önemli bir sorun alanıdır. Çözümü ise, emperyalist savaşların, silahlanmanın ve vahşi katliamların kaynağı olan kapitalist sistemin yıkılması ile mümkün olacaktır.

  • Haber
  • |
  • Güncel
  • |
  • 06 Ağustos 2018
  • 06:12

“Makineleşmiş medeniyet, vahşiliğin son raddesine ulaşmıştır.”

Albert Camus

 

II. Emperyalist Paylaşım Savaşı insanlık tarihi boyunca yapılan en kanlı savaştır. Sadece Sovyetler Birliği’nden 27 milyon, dünya genelinde ise 60-65 milyon arası insan yaşamını yitirmiştir. Savaşın bir diğer ağır sonucu ise kitle imha silahı olarak atom bombasının keşfedilmesi ve denenmesi olmuştur. ABD, savaşın sonlarına doğru hem Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne (SSCB) gözdağı vermek ve savaşın galibi unvanını SSCB’ye kaptırmamak için hem de Japonya’nın kayıtsız şartsız teslim olmasını zorlamak için 2 atom bombası kullandı. Böylece, emperyalist dünyanın yeni egemen gücü olduğunu kanıtlamış olacaktı.

“Saçlarım tutuştu önce,

gözlerim yandı kavruldu.

Bir avuç kül oluverdim,

külüm havaya savruldu.”*

6 Ağustos 1945, Hiroşima. Saat 8.15, sokakların en kalabalık olduğu vakitler. Bir uçaktan düşen cisim yeryüzünden 600 metre yukarıda patlar ve henüz ne olduğuna dair bir şey anlaşılmadan, o anda 200 m çapındaki nükleer şimşek denilen ateş topu ilk 1 kilometreyi yok eder. Ölümcül etki 4 kilometreye ulaşır. 10 saniye geçmiştir ve bütün kent yerle bir olur. O kadar anlık bir patlamadır ki, sanki güneş yeryüzüne inmiştir. 3000-4000 derece sıcaklık, bombanın patladığı yere yakın olanların gölgesini bırakır geride. Atomik gölgeler 73 yıl geçmesine rağmen halen kendini koruyor. Bomba patladığı anda 140 bine yakın insan yaşamını yitirdi ve yüz binlerce insan yaralandı. Patlamanın ardından ortaya çıkan radyoaktif maddeler ise haftalarca yayılmaya devam etti. Hayatta kalabilenler sonradan radyasyon zehirlenmesinden yaşamlarını yitirdiler ya da yıllarca etkilerini yaşadılar. Kanserler, mutasyonlar, kısırlık ve daha nice sorun kaç kuşaktır halen yaşanabiliyor.

İkinci atom bombası 9 Ağustos 1945 tarihinde 11.50’de Nagazaki şehrine atıldı. 80 bin kişi daha kül olup havaya savruldu.

ABD bu iki kente en fazla zararı vermek için, insanların dışarıda en yoğun oldukları saatleri gözetti, bombayı yeryüzünde değil havada patlatarak etkisini arttırdı. Hiroşima liman şehriydi ve %85’i sivildi. İkinci bomba için Kyoto hedeflenmiş, havanın sisli oluşundan kaynaklı Nagazaki’ye, bu bölgenin sivillerinin en yoğun olduğu yere atılmıştı.

Japonya 14 Ağustos 1945’te kayıtsız şartsız teslim olduğunu açıkladı.

Sonradan bölgeye yüzlerce bilim insanı, askeri uzmanlar gelip incelemelerde bulundular. Radyasyonun insanlarda ne gibi tepkimelere yol açacağı o güne dek bilinmiyordu, daha çok tavşanlar üzerinde denenmişti. ABD’li askeri analizciler bu silahın yarattığı sonuçlara dair yayınladıkları raporda, sanki bombayı onlar atmamış gibi, “Barış için, Hiroşima’nın yaşadığı dehşetin görüntülerinden daha ikna edici bir şey olamaz.” diye not düşmüşlerdir. ABD bu savaşta 100 binden fazla, Japonya 1 milyonun üzerinde asker kaybetmişti. ABD güya bu ölümleri durdurmak için savaşı sonlandırmak amacıyla atom bombası kullanmak zorunda olduğunu açıklamıştı. Ancak ABD’nin asıl amacını en başta belirtmiştik. ABD 7 yıl boyunca bombaların etkisini dünyadan saklamak için görüntülere, belgelere el koydu, gizlilik protokolü uyguladı...

Patlamaların üzerinden 2 yıl geçtikten sonra Amerika “Atom Bombası Kayıt Tespit Komisyonu” oluşturdu. Bu komisyonun amacı yaralıları tedavi etmek değil, radyasyonun insan sağlığına ilişkin etkilerini ve öldürme sebeplerini tespit etmekti. Bu araştırmada 120 binden fazla insandan bilgi toplandı. Yıllardır süren bu incelemeler halen, en uzun süreli araştırma niteliğini koruyor. Buradan edinilen bilgiler üzerinden radyasyona maruz kalmış insanlara tedavi biçimleri geliştirildi. Emperyalist kapitalist sistemde sadece nükleer silahlar ile değil, kurulan nükleer santrallerde yaşanan “kazalar”, sızıntılar sonucunda da binlerce insan radyasyon zehirlenmesi yaşadı, yaşıyor. En çok bilinen iki örnekten biri 26 Nisan 1986 Çernobil felaketidir. Burada yayılan radyasyon oranının Hiroşima’da atılan atom bombasının 400 tanesine bedel olduğu açıklanmıştı. İkinci örnek ise, 11 Mart 2011 Fukuşima felaketi. Japonya’da meydana gelen deprem ve tsunami sonucu Fukuşima nükleer santralinde sızıntı yaşanmıştı. Japon teknolojisinin nispi kalitesi göz önünde bulundurulduğunda diğer ülkelerde yaşanabilecek nükleer felaketlerin bilançosu tahmin edilebilir.

Nükleer silahlara geri dönerek bu bombaların tarihçesine göz atalım. 1896 yılında, Fransız fizikçi Henri Becquerel’in radyoaktiviteyi keşfetmesiyle geliştirilmeye başlanan atom enerjisi fiziksel olarak ilk defa 1911 yılında denendi. En çok kullanılan parçalanabilir madde uranyum-235 ve plütonyum-239’dur. Zenginleştirilmiş atom çekirdeklerine nötron bombardımanı yapılarak fisyon ya da füzyon tepkimeleri gerçekleştiriliyor ve büyük bir enerji açığa çıkıyor, zincirleme reaksiyon başlıyor. Bu bombanın yapısı Einstein’ın E=mc2 formülüne dayanıyor. Atom enerjisinin silahlarda kullanılabileceğini öngören Albert Einstein ve bazı bilim insanları 1939 yılında ABD’nin o dönemki başkanına bir mektup yazarlar ve Almanya’nın II. Dünya Savaşı başlamadan önce atom enerjisini keşfetmesine yakın olduğu ve savaşta kullanmaya karar verdiğini bildirirler. ABD, Almanya’dan önce davranır, araştırmalara başlar ve o dönem makine sektöründe çalışan işçi sayısından çok daha fazla insanı bu projede çalıştırır. Sayısız denemeler yapılır, günümüzde halen de yapılıyor. Dünya atom bombasıyla Hiroşima ve Nagazaki’de tanıştı. O günden beri nükleer silah yarışı devam ediyor.

Mevcut güncel bilgileri TBMM Araştırma Hizmetleri Başkanlığı tarafından Temmuz 2017 yılında yayınlanan “Nükleer Silahlara İlişkin Veriler” isimli rapordan inceleyebiliriz. Resmi bilgilere göre, 14 ülkede 107, sahada 15 bin civarında nükleer silah bulunuyor. Bu silahların %93’ü Rusya ve ABD’ye ait. Oranlar ve ülkeler şöyle: Rusya (7000), ABD (6800), Fransa (300), Çin (260), İngiltere (215), Pakistan (130), Hindistan (120), İsrail (80) ve Kuzey Kore (10). Nükleer silah sahibi olmayan beş NATO üyesi ülkede ise (Belçika, Almanya, İtalya, Hollanda ve Türkiye) 6 hava üssünde 150 ABD nükleer silahı bulunmaktadır. Türkiye’de İncirlik üssünde yer alan silahların rakamına dair kesin bir bilgiye yer verilmeyerek 50 ila 90 civarı olarak belirtilmiş. Emperyalistler “Nükleer Silahların Yasaklanması Antlaşması (NPT)” çerçevesinde güya bu silahların denetimini sağlıyorlar. NPT’ye göre ilk nükleer testini 1 Ocak 1967 tarihinden önce yapmış olan ülkelerin bu silahları bulundurma hakkı oluyor. Bu ülkeler, ABD, Rusya, İngiltere, Fransa ve Çin. Hindistan, Pakistan ve İsrail NPT’ye hiçbir zaman taraf olmayarak silahlara sahip oldular. Kuzey Kore ise 2003 yılında bu anlaşmadan çekilerek füze denemelerine devam etti. Kuzey Kore’nin plütonyum madeni açısından zengin olduğu belirtiliyor. Bunun dışında uranyum madenlerinde çalışan işçilerin uzun süre bu maddeye maruz kalmaları sonucu ciddi sağlık sorunları yaşadıkları sık sık haberlere yansıyor.

Emperyalistler günümüzde sahip oldukları bu silahlar üzerinden birbirlerini tehdit etmeye devam ediyorlar. ABD bu silahları kullanma şartlarını genişleten bir doktrin yayınladı. Rusya çeşitli açıklamalar yaptı, Kuzey Kore açık bir şekilde füze denemeleri gerçekleştirdi.

Gözü dönmüş kapitalistlerin hegemonya savaşını nükleer savaş başlatarak devam ettirmeleri dünyamızın yeni felaketlere sürüklenmesi anlamına gelecektir. Bu, başta insan olmak üzere, tüm canlı yaşamını tehdit eden önemli bir sorun alanıdır. Çözümü ise, emperyalist savaşların, silahlanmanın ve vahşi katliamların kaynağı olan kapitalist sistemin yıkılması ile mümkün olacaktır.

“Çalıyorum kapınızı

teyze, amca bir imza ver.

Çocuklar öldürülmesin,

şeker de yiyebilsinler.”*

*Nazım Hikmet, Kız Çocuğu şiiri

U. Aze