Erkenci bir güz soğuğunun Kars’ı çepeçevre sardığı uğursuz bir pazar akşamıydı. Televizyonlar Ankara Ulucanlar Cezaevi’nde isyan çıktığını haber veriyorlardı. Devlet güçlerince girişilen operasyon sonucu bazı tutukluların öldürüldüğü bildiriliyordu.
O, televizyonun başına geçmiş, öfke kasırgasına tutulmuş bir halde haberleri izliyordu. Öldürülenler arasında Habip Gül adını işitince oturduğu kanepede taş kesildi. Aklına ilk gelen şey Habip'in sakin bir deniz gibi bakan masmavi gözleri oldu. Sanki cezaevindeki görüş yerinde plâstik beyaz sandalyelerden birine oturmuş, ona gülümsüyordu. Sonra kadifemsi bir yumuşaklıkla parıldayan kumral saçları uçuştu gözlerinin önünde. Yüksek alnı, hafif çıkık elmacık kemiği, huzurlu bir gülümsemeyle aralanan biçimli ağzı ve ortanın üstünde gösteren genç bedeni canlandı belleğinde. Hıçkırıklar arasında telefona koşup dar gün dostunu aradı. Sadece, “Habip, Habip!" diyebildi boğulurcasına. Dostu anlamıştı, “Yapma!” diye acıyla inledi. Başka bir şey konuşmadılar. Konuşamadılar. Telefonun iki ucunda sadece ağlama sesleri duyuluyordu.
O, dizginini koparmış hıçkırıklar arasında kapandığı masada Habip’le karşılaştığı ilk anı hatırlamaya çalıştı. O an şimdi bir çeşit kutsallığa bürünmüştü. Ne var ki çabası boşunaydı. Kör bir karanlığa bakar gibiydi, hiçbir şey göremiyor ve hatırlayamıyordu. Belleğinde silikte olsa o anı hatırlatacak hiçbir görüntü yoktu. Zaman sabun köpüğü gibi silip götürmüştü her şeyi.
O, kendisinin de terörist diye kapatıldığı Ankara Ulucanlar Cezaevi'nde tanımıştı Habip’i. "Ziyaretçi görüşüne giderken ya da dönüş yolunda karşılaşmıştık herhalde, "diye düşündü. Yığıldığı masaya sel gibi akan gözyaşları arasında, “Ah… Ah Habip, keşke seni görüş yerinde hiç bekletmeseydim, o paha biçilmez zamanı hiç çalmasaydım,” diye haykırdı sarsıla sarsıla.
Aylar sonra güz güneşinin Ankara göğünde parıldadığı bir ikindi serinliğinde cezaevinden salıverildiğinde, Habip'le vedalaşamamıştı. İçi burkularak selam göndermiş ve ilk fırsatta onu görmeye geleceğini bildirmişti.
İki gün sonra cezaevine gittiğinde, Habip yüzündeki o bildik sakin gülümseyişiyle karşılamıştı onu. Kucaklaşmış ve zamanla yarışarak sohbet etmişlerdi. Habip sanki cezaevinde değil de bir kır kahvesindeymiş gibi etrafa tatlı bir sükûnet yayıyordu. Devrimden ve gelecek hayallerinden söz ederken çeliksi bir mavilik çakıp sönüyordu gözlerinde.
Sonraki aylarda defalarca görüşmüşlerdi.
Mahpus dostlarını ziyaret etmek için gittiği Ulucanlar Cezaevi her zamanki soğuk ve resmi tavrıyla karşılıyordu O'yu. Girişte dişçi koltuğu gibi sıkıcı gelen resmi işlemlerden sonra, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın asıldıkları asırlık dev ağacın yanından -içinde hep bir sızıyla- geçerek birinci kata çıkardı önce. Birlikte siyaset yaptığı eski koğuş arkadaşları bu kattaki bir odada ziyaretçileriyle görüşüyorlardı. Onlar görüşe daha erken çıktıkları için zaman israf olmasın diye ilkin onlarla görüşüyordu. Sonra da görüş yerleri alt katta olan öteki dostlarına gidiyordu. Ne var ki oraya hep geç kalmış oluyordu.
Cezaevi ziyaretlerinde zamanın nasıl geçip gittiği fark edilmezdi. Harlanan sohbetin alevleri zamanı hızla yutup tüketirdi. Eski koğuş arkadaşlarıyla vedalaştığında koğuş kapılarının kapanmasına on beş, yirmi dakika gibi kısacık bir zaman kalmış oluyordu.
Kendisini suçlayarak ve kınayarak telaşla koridora çıkardı. Koridoru ve merdiveni koşarcasına geride bırakıp kalp çarpıntıları arasında alt kattaki görüş odasına yönelirdi. Mahcup bir halde odadan içeri girdiğinde, Habip’i kollarını göğsünde kavuşturmuş bir halde kendisini beklerken bulurdu. Beklemekten yorulup görüşme umudunu yitiren öteki dostları bazen geriye sitemler bırakıp gitmiş olurlardı. Ama Habip gitmez, son dakikaya kadar sabırla beklerdi. O, soluk soluğa özür dileyip af dilerken, Habip evinde bir misafir karşılar gibi güzel sözlerle iltifat edip yatıştırırdı onu.
Habip’in tünel kazarak cezaevlerini kalbura çeviren firar serüvenleri işte bu ziyaretlerdeki arkadaş şakalaşmaları sırasında çalınmıştı O'nun kulağına.
Arkadaşları bazen, Tünelci” diye takılırlardı Habip'e. Kendisine ait olmayan Habip Gül adıyla yakalandığında onca işkenceye rağmen bu isimde ısrar edişi ve mahkemelerde birçok kez bu isimle yargılanıp cezalar alışı, onun hayat macerasını oldukça ilgi çekici bir hale getiriyordu. Kişilikleri tam oturmamış olanlar Habip’teki çelik cesaretin kırıntısına bile sahip olsalar, herhalde fark edilmek ve önemsenmek için çok kasıntılı ve esrarengiz bir havaya bürünürlerdi. Azamet ve çalımlarından geçilmezdi, buyurganlıklarıyla hayatı çevrelerine zehir ederlerdi. Ancak Habip öyle değildi. Kibirsiz, gösterişsiz ve sıradandı. Alçak gönüllülük onda hayranlık uyandırıcı bir doğallığa dönüşürdü. Ateşle su gibi ayrı özellikler taşıyan militanlıkla bilgeliği kişiliğine uyumlu bir halde nakşedişi göz kamaştırcıydı. Sözün kısası, hem nazik bir köy delikanlısı, hem gözünü budaktan sakınmaz militan bir devrimci, hem sözü, hareketi ve mütevazi yaşam tarzıyla çevreye ışıklar saçan bilge bir insandı Habip.
İşte o ziyaretlerin birinde Habip’in hayatını yazma fikri doğmuştu O'nun kafasında.
Son görüşmelerinde, ‘Senin hayatını romanlaştırmak istiyorum; bir sakıncası yoksa bana yaşam öykünü yazar mısın?" diye sormuştu Habip'e. Habip onun bu isteğini kırmamış, kaç gün olduğunu şimdi hatırlayamadığı bir süre istemişti ondan. Birbirlerini artık bir daha göremeyeceklerini bilmeden o gün vedalaşmışlardı. O, yıllar süren uzun bir ayrılıktan sonra doğup büyüdüğü topraklara, Kars'a geri dönüyordu.
Habip söz verdiği yazıyı ortak bir dostları aracılığıyla ulaştıracaktı ona.
Habip'in 4 Haziran 1998 tarihli dört sayfalık yaşam öyküsü memlekete döndüğünün ikinci haftasında geçmişti eline. Her satırının altını çizerek ve içi yanarak defalarca okumuştu Habip'in maceralar dolu biyografisini.
Sonraki günlerde yeni romanını yazmak için bilgisayarın başına oturmuştu. Romanda Habip’in fırtınalı yaşamını işliyordu.
O lanetli pazar akşamında televizyonların verdiği haberle kurşun yemişçesine acılara boğulduğunda, Habip’le son görüşmesinin üzerinden on altı ay geçmişti.
Gecenin boğucu sessizliğinde Habip’in yaşam öyküsünü masanın gözünden çıkarıp yeniden okuduğunda, içinde kontrol edemediği yıkıcı bir titreme dolaşıyordu.
"1 Ocak 1965 tarihinde Elazığ’ın Karakoçan ilçesi Çalakas (Balcalı) Köyü’nde doğmuşum,” diye başlamıştı Habip kendi yaşam öyküsüne. Sonra da şöyle devam ediyordu:
“Üçü kız, üçü erkek, altı kardeştik. Kardeşlerin en küçüğüydüm. Çok yoksulduk. Köyde tek karış toprağımız bile yoktu. Köy ağasının tarla ve çayırlarında çalışırdık. Yarıcıydık. Ağa yan yatıp kılını bile kıpırdatmazken, terimizle can verip yeşerttiğimiz ürünün yarısı onun olurdu. Ablam ağanın hayvanlarına çobanlık yapardı. Dağ taş demeden, koca üç mevsim, hayvanların arkası sıra sürüklenmesinin karşılığı olarak bir gömlek ya da entari alırdı. Ne zaman fersiz gözleri çukura kaçmış bir kız çocuğu görsem, ablam gelir gözlerimin önüne. Babamla annem yazgılarına şikayetsizce boyun eğmişlerdi. Ama ben ve ağabeylerim ağadan nefret ederdik. Hep öfkeyle bakardık ona.
Yaz boyu tarlada çalışan zavallı babam, ekmek parası kazanmak için kışın da büyük kentlere giderdi. Babamı çok özlerdim. Aylar sürerdi bu ayrılık. Döndüğünde ise, dünyalar benim olurdu. Ağabeylerim büyüyünce, onlar da gurbet kervanına katıldılar. Dur durak bilmeden yazın köyde, kışın da büyük kentlerde çalışırlardı.
Yıllar birbirini kovalayıp gidiyordu. Ablalarım evlenip gitmişlerdi. Böylece tarlada çalışmanın yanında, evin ömür törpüleyen ağır işleri de anneme kalmıştı. Ağabeylerim de evlenip metropollere yerleşmişlerdi. Evde çocuk olarak bir ben kalmıştım. Yazın ağanın tarlalarında çalışırken, kışın da okuyordum. İlkokulu bitirdiğimde on dört yaşındaydım. Çünkü okula geç başlamıştım. Babam çok istediği halde ortaokula gönderemedi beni. Okumak istediğimi söylediğimde, bana yalvarmayla dolu gözlerle bakıp, karşımda kederle boynunu büküşünü şimdi bile hatırlamaya dayanamıyorum.
Devrimcilerle o yıl tanıştım. Çok geçmeden ….hareketiyle organik ilişki kurdum. Köyleri dolaşıp tarlalarda çalışıyor, yaprak kesiyorduk. Ayrıca köprü yakalarına ve yol kenarlarına yazı yazmak gibi çalışmalar da yapıyorduk. Bütün bu çalışmalar …nin gerilla faaliyetini de oluşturuyordu.
1980 12 Eylül darbesi tüm devrimci hareketleri olduğu gibi, bizi de biçti. Ben örgüt içinde fazla tanınmadığım için darbenin kanlı pençesi yakama yapışmadı.
1981-82’ye gelindiğinde örgüt dağılmıştı. Kadrolar çoğunlukla tutsak edilmişti. Geriye kalanlar da askere gitmişti. Ben de bu boşluğu 1983 yılında evlenerek doldurdum. Köyümüzün önünde sakinlikle akan Peri Nehri’nin karşı kıyısındaki Golek (Koyunuşağı) Köyü’nden Hanım adındaki bir kızla evlendim. Daha önce birbirimizi tanımıyorduk. Ortak bir tanıdığımızın aracılığıyla evlendik. Evlenmek, büyük bir borç yükünün altına girmek demekti. Başlık parası, düğün masrafı derken epey borçlanmıştım. Alacaklılar kapıya dayanmadan para kazanmaya başlamalıydım. Birkaç ay sonra çalışmak üzere İzmir’e, ağabeylerimin yanına gittim. İlk inşaat işçiliğim Çeşme ilçesinde başladı. Dev gibi yükselen bir inşaatta çalışıyordum. Bina her an üstüme yıkılıp, beni altına alacakmış gibi bir duygu uyandırırdı bende. Kış boyu tek bir günümü bile boşa geçirmeden para biriktirmeye çalıştım. Omzumdaki borç baskısı yüzünden bazen boğazımdaki ekmekten bile kısmak zorunda kalıyordum. Borçlarımı karşılayacak kadar para biriktirdikten sonra yazın köye döndüm. İlk kız çocuğumuz o yaz dünyaya geldi.
Kışın “gurbet", yazın da köyde ekin derken kapıya askerlik gelip dayandı. Bir yıl kaçak dolaştıktan sonra askere gittim. İki aylık askerken ikinci kızım doğdu. Askerliğim sürerken aldığım bir mektupla babamın öldüğünü haber aldım. O gün, sonraki birkaç gün tarifsiz acılar çekmiştim. Ama zamanın şifalı merhemi içimdeki baba acısını çok geçmeden dindirmişti.
Derken askerlik bitti. Parasızdım. Biraz para kazanmalıydım. İzmir Aliağa’da bir demir-çelik fabrikasında iş bulup çalışmaya başladım. Yıl 1987, üçüncü kızım dünyaya gelmişti. Askerlik bittikten ancak üç ay sonra köyüme gidebildim. İşyerimden bir aylık izin almıştım.
…. partisiyle bu demir-çelik fabrikasında çalışırken tanıştım. Dergimizin ilk sayısını dinmeyen bir susuzlukla okumuştum. Yıllar sonra devrimcilerle yeniden karşılaşmak ve yepyeni bir örgütle tanışmak benim için tarif edilmez müthiş bir duyguydu. Bir yandan fabrikada çalışıyor, bir yandan da siyasal faaliyetlerde bulunuyordum. Aliağa Bölge Fabrikası’nda hızla gelişiyorduk. Yeni yeni işçilerle tanışıp, yeni siyasal dostluklar kuruyordum. Tüm benliğim devrim ateşiyle yanıp tutuşuyordu. O çok sevdiğim köyüm aklıma bile gelmiyordu artık.
1988 baharında hayvanlarımızı satıp, baba ocağını terk ettik. Aliağa Helvacı Köyü’ne yerleşmiştik. Burada arkadaşlarımın yardımıyla yaptığım iki gözlü bir gecekonduda yaşamaya başladık. Örgütsel faaliyetlerim hızla sürüyordu. Bu arada bir de oğlum olmuştu.
1991 yılının 29 Nisan günü devlet güçleri örgütümüze karşı bir operasyon başlattılar. Aynı gün evim basılarak gözaltına alındım. On beş günlük sıkı bir işkenceden sonra tutuklanarak Buca Cezaevi’ne konuldum. Cezaevine konuluşum, karım ve çocuklarım için tastamam bir yoksulluk demekti. ‘Ailede çalışabilecek kişiler varsa, örgütten ekonomik yardım almamak’ şeklindeki bir karar nedeniyle karım bir yemekhanede iş bulup çalışmaya başladı.
Cezaevi bitip tükenmeyen açlık grevleriyle karşılamıştı bizleri. Birçok kısa süreli, dönüşümlü açlık grevine girdik. Eskişehir tabutluğunun açılışı, ilk uzun süreli açlık grevi deneyimimin de başlangıcı oldu. Kırk beş gün sürmüştü. Barikatlar, direnişler derken bir yıl Buca Cezaevi’nde kaldım. Bir yıl içinde sadece bir kez ziyaretçi görüşü yapabildim. Çünkü otuz ay sürecek olan mektup ve görüş yasağı cezası almıştım.
Mahkeme bir yıl sonra Terörle Mücadele Yasası’na göre üç yıl hapis ve 83 milyon lira da para cezası verdi bana. Arkasından Urla Cezaevi’ne sevk edildim. Burada üç ay kaldıktan sonra, “Adli mahkûmları isyana teşvik edip örgütlemekten” Kemalpaşa Cezaevi’ne sürgün edildim. Her gittiğim cezaevinde mektup ve görüş yasağı da arkamdan geliyordu. Hapis cezasını burada doldurdum. Geriye bana verilen 83 milyonluk para cezası kalmıştı. Bu parayı devlete ödediğimde serbest kalacaktım. Böylece ya parayı ödeyecektim, ya da hapiste kalmaya devam edecektim. Düzenin önümüze koyduğu kötü bir tercihti bu. Neyse ki çok kafa yormam gerekmedi. Parayı ödemedim. Cezanın meşruluğunu kabul etmiş olacaktım yoksa. Para cezası hapis cezasına çevrildi. 11 ay 20 gün daha yatacaktım. Parayı ödemedim ama devrimci iradenin ve görevin gereklerini yerine getirdim: Kazdığımız 35 metrelik bir tünelle dört kişi, 19 Mayıs 1993 şafağında özgürlüğe koştuk. On ay “cezam” kalmıştı firar ettiğimde. Ben de bu meşru hakkımı kullandım. Benim için firar, üç yıldan beri görmediğim karımı ve çocuklarımı daha yıllarca görmemek anlamına da geliyordu. Her zaman söylüyorum, hiç unutmadığım ve anlatmakta güçlük çektiğim iki anı var hayatımda: Birincisi, yıllar süren uzunca bir örgütsüzlükten sonra 1987 Ekim’inde örgütümle tanıştığım anın duygularıdır. İkincisi ise, tünelden çıktığımızda yüzüme vuran ilk yel ile özgürlüğe atılan o ilk adımdır. Ve tünelin ucuna kadar gelip de geri dönen bir arkadaşın ahmaklığı...
Firar ettikten sonra ilk faaliyet alanım Adana oldu. Soluk soluğa geçen sekiz ayın sonunda, bir randevuya giderken pusuya düştüm ve yakalandım. Bir gece önce yakalanan iki genç yoldaşımız işkenceye dayanamayıp randevu yerini vermek zorunda kalmışlardı. Üzerimde onlarca bildiri ve afişin yanı sıra şifreli telefon numaraları ve adresler vardı. Burada Habip Gül sahte kimliğiyle yakalanmıştım. Emniyete götürüldükten kısa bir zaman sonra bir polis gelip yüzüme uzun uzun baktı, “Ben bunu bir yerden tanıyorum. İzmir Kemalpaşa Cezaevi’nden firar edenlerden birinin gazetede çıkan fotoğrafına çok benziyor, iyice araştırın!” dedi. Habip Gül’le aynı memleketli (Maraşlı) olduğu için de sırtıma iyi bir hemşeri tekmesi vurarak çıkıp gitti. Bu umulmadık rastlantı işimi epeyce zora sokacaktı. Dört gün süren soluksuz işkencenin ağırlığı, kimliğimin sahteliği üzerineydi. Üzerimden çıkan telefonlarla adreslerin şifrelerini de gizli tutmam gerekiyordu. Kimlikteki sahte Habip Gül ismine sımsıkı sarılmalıydım. Sonuna kadar direndim. Direnmekten başka seçeneğim de yoktu. Çünkü konuşursam pek çok yoldaşımı ele vermiş olacaktım. Yoldaşlarım ve örgütüm zarar görmüş olacaklardı böylece. Bir de kendime olan güvenimi torpillemiş olacaktım.
Bir gün Tim Şefi beni odasına götürdü. Tabii ayakta duramadığım için sürükleyerek götürüyorlar. “Bomban patladı boşuna direnme, kimliğin sahtedir” dedi, gözlerinde zafer kazanmış insanların parıltısıyla. “Ben Habip Gül’üm! Aksini ispatlamak sizin işiniz” diye direttim soğukkanlılıkla. İşkenceci çok sinirlenmişti. Yanındakine, “Gelen faksı getir, bu orospu çocuğu tanıyacak mı bakalım?” diye bağırdı. Faksta gösterilecek şeyin Habip Gül’e ait bilgiler olduğunu tahmin etmekte gecikmedim. İşin kötüsü, ben daha önce ne Habip Gül’ü, ne de fotoğrafını görmüştüm. Neyse gözlerim açıldı. İşkenceci, katlanmış bir faks kâğıdında bir fotoğraf göstererek, “Kim bu lan?” diye öfkeyle sordu. Fotoğraftaki Habip Gül hafif bir sırıtmayla bize bakıyordu. Olup bitenlere gülüyor gibiydi. Ben gayet sakince, “Benim!” dedim. İşkenceci deliye dönmüştü. “Ulan sana benzemiyor!” diye köpürdü. Yay gibi gerilmişti, sinirinden tir tir titriyordu. Az önce faks kâğıdında fotoğrafını bana gösterdiği Habip Gül’e ait renkli bir fotoğrafı başka fotoğraflarla karıştırarak, “Madem öyle, bunların içinden kendini (Habip Gül’ü) bul!” dedi. Bana biraz önce faks kâğıdında gösterilen siyah-beyaz fotoğrafı kafamda canlandırarak, renklisini elimle koymuş gibi buldum. “Ben buyum” dedim. Yani Allah var, fotoğraftaki adam bana hiç benzemiyordu. Bir defa gözleri siyahtı onun. Benimki mavi. İşkenceciler şaşkınlık içindeydiler. “Nasıl oluyor lan, bu sana hiç benzemiyor!” diye çaresizce debelenip duruyorlardı. Ama kabul etmekten başka şansları da yoktu. Çünkü ağzımdan başka bir söz alamayacaklarını artık onlar da biliyorlardı. On dört gün süren işkenceden sonra bir gece alıp beni dağa götürdüler. Burada öldürüp cesedim toprağa gömeceklerini söyleyerek, sağa sola ateş ettiler. Bu tehditleri de işe yaramayınca, bir dişimle birkaç kaburgamı kırarak beni emniyete geri götürdüler. Kollarımdan askıya asılmam yüzünden koltuklarımın altı yırtılmıştı. Ters askıdan ayak bileklerimin derisi çok kötü bir şekilde yüzülmüştü. Copla tecavüze uğradığımdan makatımda ağır bir hasar meydana gelmişti. Oturamıyordum. Oturup kalkarken dayanılmaz acılar çekiyordum. Bedenim bütün bütün acılara boğulmuştu. Ama her ne pahasına olursa olsun dayanacaktım. Dayanmalıydım!
Gözaltından çıktığımda sol tarafım tutmuyordu. Tim Şefi son gün beni DGM’ye götürürken omuzları çökmüş halde yakınıyordu: “Örgütün senin gibi on kişiyi buraya gönderirse biz boku yedik demektir. Bir dahakine karşılaşırsak seninle bu kadar uğraşmak yerine kafana sıkacağım.”
Habip Gül adını mahkemede de sahiplendim. DGM bu adla beni tutukladı. Yirmi gün Adana Cezaevi’nde kaldım. Sonra da Malatya DGM’de yargılanmak üzere Malatya E tipi Cezaevi’ne gönderildim. Burada yedi ay tutulduktan sonra yine Habip Gül adıyla tahliye edildim. Buradaki mahkemem hala sürüyor. Cezaevinden çıktıktan sonra İstanbul’a gittim. Habip Gül kimliği deşifre olmuştu. Artık işimi görmeyecekti. Ben de Altan Ersoy kimliğiyle gizli faaliyetlere başladım. Ben artık Altan Ersoy idim. Gerçek adımı bazen tatlı bir nostaljiyle hatırlayıp, tebessüm ediyordum.
Siyasal çalışmalarım illegal olarak sürmekteydi. 1995 yılının 2 Nisan günü İstanbul Bağcılar’daki evimiz gece yarası polislerce basıldı. Baskında bir bayan arkadaşla gözaltına alındık. Örgütümüze yönelik bu operasyonda aynı gecede, aynı saatlerde değişik semtlerde altı ev daha basılmış, dokuz yoldaşımız yakalanmıştı. Altan Ersoy adına düzenlenen kimliğin sahteliği, gözaltına alınışımızın ertesi günü ortaya çıktı. Yollarımız Habip Gül ile yeniden kesişmişti. Belli ki birbirimizi çok sevmiştik! Habip Gül olduğum ve Adana’da yakalandığım her nasılsa ortaya çıkmıştı. Ben de Habip Gül ismine itiraz etmedim. Besbelli yine Habip Gül olarak tutuklanacaktım. İşkencede kaldığımız on üç günlük sürede, işkenceciler kendi karargâhlarında yenildiler. Devrimci onurumuzu çiğnetmedik. On üç gün sonra tutuklanıp Bayrampaşa Cezaevi’ne götürüldük. Ben yine Habip Gül adıyla tutuklanmıştım. Rastlantıdır, cezaevine girdikten birkaç gün sonra Eskişehir Tabutluğu yeniden açıldı. Tüm cezaevlerinde süresiz açlık grevleri patlamıştı. Biri de Malatya Cezaevi’nde olmak üzere bu üçüncü 45 günlük açlık grevim olacaktı. 45 gün süren direnişimiz, isteklerimizin kabul edilmesiyle son buldu.
Bayrampaşa Cezaevi’nde sekiz ay tutuklu kaldıktan sonra yine aynı isimle, Habip Gül olarak, serbest bırakıldım. İstanbul 4 No’lu DGM’deki davam hala sürüyor.
Tüm bu olup bitenlerden annemin, karımın ve çocuklarımın haberi yoktu. Nasıl olsun ki? Polisin defalarca karımı gözaltına alıp beni sormuş olmasından da elbette haberim olamazdı. Sokakta oğluma şeker verip, eve gelip gelmediğimi sorduklarını da sonradan öğrenecektik. Birkaç kez de annemi, “Oğlunu vurduk, gel cesedini al,” diyerek morga götürmüşler. Bazı cesetler göstermişler. Sonra da, “İşte senin oğlunu da bir gün böyle vuracağız!” deyip geri göndermişler.
Bayrampaşa Cezaevi’nden çıktıktan sonra başka bir sahte kimlikle faaliyetlerime devam ettim. Bir-bir buçuk ay sonra bir şekilde bacağımdan yaralandım. Kurşun kasığımdan girip siniri kopararak dışarı çıkmıştı. Gizli çalışmanın tahmin edilebilecek koşulları yüzünden dört gün doktora gitmedim. Çok kan kaybettim. Hem ameliyat olmak, hem de siyasal faaliyetlerimi sürdürebilmek için Ankara’ya geldim. Ameliyat olduktan bir süre sonra çift koltuk değneğiyle gezmeye başladım. Yaralı bacağım boydan boya alçıya alınmıştı. Tam koltuk değneklerini atmış ve bacağımdaki alçıyı yeni çıkartmıştım ki, Ankara’da örgütümüze karşı girişilen bir operasyonla tekrar yakalandım. Bayrampaşa Cezaevi’nden salıverilmenin üzerinden altı ay geçmişti. Bu kez üzerimde Hüseyin Yadigar Özüdoğru adına düzenlenen sahte bir kimlik vardı.
İşkenceciler beni öldüreceklerini söylüyorlardı. Ölümü göze aldığım için tehditleri beni hiç mi hiç etkilemiyordu. Tehditleri irademin beton duvarına çarpıp tuzla buz oluyordu. On üç gün içinde iki kez gece yarısı Gölbaşı’na götürüldüm. Bir çukura yatırıp sağıma soluma ateş ettiler.
Ankara Terörle Mücadele Şubesi’nin garaj olarak da kullanılan alt katında, bir metre derinliğinde kapaklı bir tuvalet çukuru var. Beni bu tuvalet çukuruna koyup, kapağı üzerime kapatarak orada her seferinde bir saate yakın pisliğin içinde tutuyorlardı. Kollarımdan asıyor, bedenime elektrik veriyorlardı. Yaralı bacağımı tekmeleyip, kasığımdaki kısmen yırtık sinirleri büsbütün koparmaya çalışıyorlardı. Orada, devrim ile karşı devrimin iradeleri çarpışıyordu. Bu nedenle taraflar kendi sınıfsal kimliklerine uygun düşen silah ve araçlarla savaşmaktaydılar. Ankara Terörle Mücadele Şubesi’nde devrimci onur bir kez daha zafer kazanmıştı.
On üç gün sonra sistematik işkence artık bitmiş, sıra parmak izlerini almaya gelmişti. Parmak izi tespitine götürülüyoruz. Parmak izlerim alındıktan on dakika sonra beni bir odaya götürdüler. Sivil giyimli bir komiser üstüme hışımla gelerek suratıma sertçe bir tokat attı ve, “Sen kimsin lan, adın ne?” diye kükredi. Ben de gayet sakin, “Hüseyin Yadigar Özüdoğru,” dedim. “Peki 1995 yılının 26 Nisan günü İstanbul’da Altan Ersoy olarak yakalanan kim?” Evet, anlaşılan kimliğimin sahte olduğu açığa çıkmıştı. Yeni bir kimlik araştırmasının önünü kesmek için hazır bir cevapla, “Orada bir yanlışlık var,” dedim. “O kimliği bulmuştum. Genel kimlik kontrolü sırasında üzerimde iki kimlik bulunduğu için gözaltına alındım ve serbest bırakıldım. Yoksa ben Altan Ersoy falan değilim,” dedim. Neyse ki, beklediğimden de erken ikna olup, bir iki tehditten sonra beni Terörle Mücadele Şubesi’ne geri götürdüler. Terörle Mücadele Şubesi’nin kapısına geldik, garaj kapısının anahtarı yok. Arıyorlar. Bir yandan telsizle içeriden kapının açılmasını anons ederken, bir yandan da Hüseyin Yadigar Özüdoğru ehliyetiyle, yani benim ehliyetimle kapıyı kurcalıyor komiser. Böyle kurcalarken ehliyetin köşesi kırıldı. Bana dönüp ehliyeti gösterdi, “Allah bilir bu da sahtedir. Bunu kıracağım, sana da si....mi vereceğim,” dedi. Ben de gayet normal bir şekilde, “Olur, bence mahzuru yok,” diye karşılık verdim. Komiser, sataşmalarına böyle rahat bir şekilde cevap verdiğimi görünce, “babacan” bir tavırla, belki de acıyarak, “Niye lan?” diye sordu. “Çünkü sen benden her kimlik sorduğunda, onu sana gösteririm de ondan,” diye karşılık verdim. Bu sözlerime sinirlenen işkenceci, küfür ederek, suratıma birkaç yumruk savurdu. O sırada garajın kapısı açılmıştı. Beni götürüp, hücreme attılar. O gece, yanıma kimse uğramadı. Ama kapı her açıldığında, mutlaka başka bir sahte kimliğim açığa çıktı düşüncesiyle her seferinde başka bir kimlik için kafamda bir sürü cevap hazırlamak zorunda kaldım.
Sabah, yani on dördüncü gün, DGM’ye çıkarıldım. Bu kez Hüseyin Yadigâr Özüdoğru olarak DGM’ye çıkmıştım. Savcıya, bu yeni kimliğimle ifade verdim. Savcının odasından çıktım. Uzun bir beklemeden sonra tam hâkimin odasına girecekken, Tim Şefi, elinde bir faksla yanıma geldi. İstanbul’dan faks geldiğini, benim Habip Gül olduğumu ve daha önce de İstanbul ve Adana’da yakalandığımı, hışımla söyledi. Benden önce, hâkimin yanına giderek, durumu açıkladı. Beni yeniden emniyette sorguya almak için hâkimden izin istedi. Bu beklenmedik gelişme üzerine ifadem hâkimlikçe Habip Gül olarak alındı. Bütün işkencecilerin suratı görülmeye değerdi o sırada. ‘Bizi nasıl on dört gün atlattın”, diye köpürüyorlardı.
22 Mayıs 1996 günü Habip Gül olarak Ankara Ulucanlar Kapalı Cezaevi’ne geldiğimde perişan haldeydim. Ölüm orucuna dönüşüp, on iki devrimcinin şehit düşmesiyle sonuçlanacak olan süresiz açlık grevi, bizden iki gün önce 20 Mayıs günü başlamıştı. Bir haftalık bir dinlenmeden sonra süresiz açlık grevine katıldım. Grevin ellinci gününde, örgütümüzün kararıyla gönüllü olarak ölüm orucuna başladım. On iki şehit verilerek 20 Temmuz günü zaferle sonuçlanan ölüm orucunun bittiği gece hastaneye kaldırılırken kalp krizi geçirdim. Doktorların müdahalesiyle yaşama dönmüştüm.
Yeniden Habip Gül olmuştum.
Ankara Ulucanlar Cezaevi’ne geldikten on beş gün sonra Sabah gazetesinde fotoğrafımla beraber gerçek kimliğimin açığa çıktığını okudum. Nevzat Çiftçi.... Tabii bu duruma, benimle beraber tutuklanan yoldaşlarım epeyce şaşırdılar. Polis parmak izlerimden yola çıkarak, gerçek kimliğime, yani Nevzat Çiftçi’ye ulaşmıştı. Bundan emin olmak için anneme gidip fotoğrafımı göstermişler. “Biz bunu vurduk, eğer senin oğlunsa gel cenazeyi al!” demişler. Annem de panikleyerek ağlamış ve fotoğrafın bana ait olduğunu söylemiş. Böylelikle annem, karım ve çocuklarım yedi yıl sonra nerede olduğumdan ve yaşadığımdan haberdar oldular. Ancak ölüm orucu bittikten sonra ailemle görüşebildim. O gün, rastlantıyla çocuklar için açık görüş vardı. Daha üç aylıkken ayrıldığımız oğlum Yoldaş, ziyaretime geldiğinde yedi yaşındaydı. Kocaman bir delikanlı olmuştu. Yüzünde utangaç bir ifade vardı. Hayatın garip cilvesi, oğlum beni tanımadı. Çünkü beni sadece fotoğraflardan görmüştü. Tanımlaması güç, tuhaf duygular içindeydim. Oğlumun büyümüş olması bana gurur ve güven veriyordu. Onun koşup bana doğru gelmesini beklerken, başka bir arkadaşın kucağına gitmesi, bizi epey güldürmüştü. Sonra da böyle güldüğümüz için Yoldaş’a karşı suçluluk duyup utanmıştık.
Şimdi çocuklarımla ilişkilerimin iyi olduğu pek söylenemez. Birbirimize karşı adeta birer yabancı gibiyiz. Ayrı kaldığımız o koca yıllar, aramıza görünmez bir duvar örmüş sanki. Nevzat Çiftçi (Habip Gül) 4.6.1998”
O, Habip’in cezaevinden daktilo edip gönderdiği yaşam öyküsünü bitirdiğinde saatler gece yarısını gösteriyordu. Televizyonlar Ulucanlar Cezaevi’nde öldürülen tutsakların adlarını veriyordu. Kars gecenin sağır karanlığında Ankara ve İstanbul… gibi kaygısız ve rahat uykusundaydı. Genç yaşta kendi hayatını, eşinin ve çocuklarının geleceğini halkına tereddütsizce adayan Habip’in ruhu yıldız yağmuru altındaki o soğuk cadde ve sokaklarda kol geziyordu. Kars’ın sessiz gecesinde acı bir hıçkırık patlıyordu.
Yıldızlar Habip ve halklarının özgürlüğü uğruna can veren her ulustan Habipler için gözyaşı döküyordu.
(14 Kasım 1999 Cumhuriyet pazar eki)