Türkiye günlerdir sabah akşam, ABD’li rahip “Brunson davası”yla tetiklenen “döviz krizi” ile çalkalanıyor. Herkesin dilinde döviz krizi var. Toplumun her kesiminde neredeyse ilk merak edilen şey, doların gün itibarıyla ne kadar yükseldiğidir.
Merkez Bankası’nın müdahaleleri de fayda etmiyor, dolar tırmanmaya devam ediyor.
Erdoğan, doların baş döndürücü yükselişi karşısında tam bir acz ve çaresizlik durumu yaşıyor. “Trump’ı da, doları da Allaha havale ediyorum” diyen Erdoğan’ın acz ve çaresizliğini, en iyi bu sözler anlatıyor. Önce “Kimse bize boyun eğdiremez” diyor, ardından “Gerekirse milli parayı devreye sokarız” mealinden sözler ediyor. Bu da Erdoğan’ın acz ve çaresizliğinin bir başka itirafı oluyor.
TÜSİAD’ı, MÜSİAD’ı ile sermaye çevreleri, en çok da döviz cinsinden yüklü borcu olan özel şirketler tedirgin. Koro halinde AKP iktidarına ve Erdoğan’a ABD ile ilişkileri bir an önce onarma tavsiyesinde bulunuyorlar.
Dışa bağımlı Türkiye ekonomisi
Türkiye ekonomisi dışa, aynı anlama gelmek üzere emperyalizme bağımlı bir ekonomidir. Bir başka ifade ile, çok önemli ölçüde dış kaynağa, yani dövize, demek oluyor ki dolar ya da avro cinsinden sıcak para akışına endekslidir. Emperyalizme bağımlılık arttıkça bu durum daha yakıcı bir mahiyet kazanır. Herhangi bir nedenle döviz akışı durur ya da yavaşlarsa, anında kriz öğeleri sökün eder, ekonominin ateşi yükselir. Çok geçmeden kriz baş gösterir ve yaşamın her alanında etkisini göstermeye başlar. Günümüzdeki durum tam da bu minvalde seyretmektedir.
Bu durumun yaşanmasında diğer etkenlerin yanı sıra, ABD’nin ve doların özel bir rolü bulunmaktadır. Açıklanan verilere göre Türkiye’nin toplam ihracatında ABD’ye yapılan ihracatın payı %5,5 oranındadır. Bu oran sayısal olarak önemsizdir. Nedir ki ABD’nin devreye soktuğu ve giderek boyutlandırdığı yaptırımlar, somut olarak da doların önlenemeyen tırmanışı yabancı sermayeyi ciddi biçimde tedirgin ediyor. Yabancı sermaye için güven, olmazsa olmaz koşuldur. Yaşanan gelişmeler üzerinden yabancı sermaye bu koşulun tehdit altında olduğunu görüyor, haliyle geri duruyor. İyiden iyiye bir kaçış eğilimi gelişiyor. Bunun kendisi kaynak daralması demektir, ki bu da Türkiye ekonomisi gibi dış kaynağa, sermaye akışına bağımlı ekonomiyi ciddi biçimde etkilemektedir. Söz konusu olan, aynı zamanda borçla yaşayan bir ekonomi ise risk daha da büyüktür. Zira bu gelişmelerin ucu dosdoğru borçları ödeyememe durumuna çıkmaktadır.
Türkiye ekonomisi uzun yıllar sıcak para akışı konusunda bir sıkıntı yaşamadı. İşbaşındaki AKP iktidarının emperyalizme, esas olarak da iktidara taşınmasında çok belirleyici rol oynayan ABD’ye her alanda hizmette kusursuz olmasının bunda büyük rolü vardı. Perdeyi Turgut Özal açmıştı. Onu Ecevit’in başbakanlığı döneminde ekonominin başına getirilen IMF’nin yeminli memuru Kemal Derviş izledi. AKP onun düzlediği yoldan yürüdü. Hepsi de Amerikancı ve IMF’ciydi. Hepsi de hızlı özelleştirmeci idi. Türkiye tarihinin en hızlı, en kapsamlı ve en acımasız özelleştirmelerini yaptılar. Bunun karşılığı ise bir yandan sıcak para akışı, diğer yandan finans kurumlarına sermaye devleti lehinde telkinlerde bulunmak ve Türkiye’nin yabancı sermaye için güvenli olduğunu belirtmek oldu. Dinci-gerici AKP iktidarı bu sayede 2000’li yılların başındaki banka krizini atlattı. Ekonomi bir büyüme trendi yakaladı.
Bu günler geride kalmıştır. Gelinen yerde rezervler bitme noktasındadır. ABD ile yaşanan sorunlar ve Brunson davası nedeniyle uygulamaya sokulan yaptırımlar krize yol açmıştır. Şimdi döviz akışı ciddi biçimde tehdit altındadır. Türk lirası yerlerde sürünüyor. Bu ise her şeyden önce cari açığı büyütüyor. Bu durumda dış borçların ödenmesi her geçen gün biraz daha zorlaşıyor. Banka sistemindeki çatırdamalar bir başka gelişmedir. Bu gidişat önlenemez ise eğer banka iflasları hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.
“Döviz krizi” Avrupalı emperyalistleri de tedirgin ediyor
Doların değer kazanması, buna karşın TL’nin hızla değer kaybetmesi öncelikle ve en çok Avrupalı emperyalistleri, esas olarak da Alman bankalarını etkiliyor. Zira, Avrupa bankalarının Türkiye’de kimi bankalarla ortaklıkları var. Bu bankalar aynı zamanda borç finansmanının kreditörleridirler. Türkiye’nin dış borçlarını ödeyemez duruma düşmesi doğal olarak kreditör durumundaki bu bankaları da sarsacaktır.
Nitekim krizin dışa vurması ile birlikte, özellikle Deutcsche Bank ve Commerzbank hisselerinde %3,3 ve 2,1 oranında düşüşler yaşanmıştır. Söz konusu bankaların kredi notlarının düşürülmesi ihtimali önemli bir başka sorundur. Tam da bu nedenledir ki, Avrupa Merkez Bankası Türkiye’deki kriz nedeniyle Avrupalı bankaların durumunu mercek altına almıştır.
Avrupa için sorun bununla da kalmıyor. Türkiye Avrupa’nın önemli bir pazarıdır. Türkiye’nin Avrupa ile, daha çok da Almanya ile iktisadi-ticari vb. çok yönlü ve derin bağları bulunmaktadır. Türkiye Almanya’nın dışa dönük ihracatında önemli bir pazardır. Avrupalı emperyalistlerin titrek de olsa ABD’nin Türkiye’ye dönük yaptırımlarını eleştirmelerinin gerisinde de ABD’nin tetiklediği “döviz krizi” nedeniyle çıkarlarının tehlikeye düşmesine duyulan tepki yatmaktadır. Bu tepki bizatihi Almanya Başbakanı Angela Merkel tarafından dile de getirilmiş bulunuyor.
Emperyalizm demek sömürü ve yağma demektir. Yoksul ve geri ülkelerin yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin talanı demektir. Yoksul halklarının IMF’nin acı reçeteleri ile yıkıma uğratılması demektir. Hiç kuşkusuz Avrupalı emperyalistlerin Trump’ı ve ABD’nin yaptırımlarını dolaylı-dolaysız eleştirmeleri, Türkiye’nin ve Erdoğan’ın kaşına gözüne meraklarından değil, bu yaptırımlar ve döviz krizi onların sefil çıkarlarına zarar verdiği içindir. Keza onlar sömürü ve yağma çarkı işlesin diye Türkiye ekonomisinin istikrarını savunmaktadırlar.
Türk sermaye devletinin “milli şef”i Erdoğan’ın efelenmeleri ise boşunadır. Türkiye, göbekten ABD ve AB’ye bağımlıdır. Emperyalist efendilerinin kapısını çalacağı günler yakındır. Kaldı ki TÜSİAD ve TOBB, yaptıkları ekonomik kriz gündemli toplantının ardından Erdoğan ve kurmaylarına hitaben “AB ile ilişkilerin yeniden olumlu çerçeveye oturtulması ve ABD ile krizin çözülmesi” çağrısında bulunmuşlardır. Nihayetinde zarar gören, kendi sefil çıkarlarıdır. Halihazırda bir yandan krizin faturasını işçi ve emekçilere acımasızca ödetmeye çalışıyorlarken, diğer yandan efendileriyle arayı bulmak için çırpınmaları bundandır.