20. yüzyılın en büyük nükleer felaketlerinden biri olan Çernobil kazasından bu yana 35 sene geçti.
Çernobil Faciası, 26 Nisan 1986 tarihinde Ukrayna’nın Kiev kenti yakınlarındaki Çernobil Nükleer Santrali’nin 4 numaralı reaktöründe gerçekleşmişti. Kazaya, yapılan bir deneye neden olmuştu. Deneyin amacı ‘reaktörün çalışması aniden durdurulduğunda, buhar türbinlerinin daha ne kadar süreyle çalışmayı sürdüreceğini ve ne kadar süre acil güvenlik sistemine güç sağlayabileceğini’ öğrenmekti. Ancak deney sonrası yaşanan yangın ve ardından gerçekleşen patlama sonucu 1945 yılında Hiroşima’ya atılan atom bombasının 400 katı kadar radyasyon çevreye yayılmıştı.
Çernobil felaketi, Uluslararası Nükleer Olay Ölçeğinde en yüksek sınıflandırma oranı olan 7 ile ölçeklendirilmiştir. Kaza sonrası 500.000'den fazla işçi nükleer faciaya müdahalede bulunmuş ve birçoğu radyasyona maruz kalmıştır. Patlama sonrasında santralde bulunan 31 kişi yaşamını yitirirken 5 milyonu aşkın insanın yayılan radyasyona maruz kaldığı tahmin ediliyor. Ayrıca radyasyon çok büyük bir alana da yayıldığı için uzun vadede sonuçları görülmeye devam etmiştir. Patlamanın ardından bir ay içinde Çernobil’i kapsayan 30 kilometrelik çember içinde yaşayan 120 bin kişi tahliye edildi. Bugün Çernobil çevresi halen yasaklı bölgedir.
Kazanın haberi 4 gün sonra duyulmuştu. O dönem felaketin Türkiye’ye olan etkileri ise tam olarak bilinemiyordu. Çünkü ciddi bilimsel araştırmalar yapılmadığı gibi radyasyon seviyesini gösteren sayısal veriler de açıklanmamıştır. Bu ise patlamanın Türkiye’ye etkilerinin tam olarak anlaşılmasını engellemiştir. Oysa gerçek şu ki, Türkiye dahil olmak üzere radyasyon bulutlarının ulaştığı bölgelerde hala kanser vakalarında artış gözlenmektedir. Tıpkı Karadeniz bölgesinde olduğu gibi…
O günlerde Türk sermaye devletinin icraatlarından akıllara gelen ilk örnek, dönemin Anavatan Partisi hükümetinin Sanayi Bakanı olan Cahit Aral’ın kameraların önünde pişkince çay içmesidir. Cahit Aral çayını yudumladıktan sonra şunları söylemiştir: “Bu Karadeniz’de değil bir, 17 tane Çernobil’i eritseniz, ancak radyasyon burada etkili olabilir denilebilir. İnsan vücudu radyasyonsuz yaşayamaz. Bunun azı faydalı, çoğu zararlıdır. Bir de çaydaki radyasyonun suya geçmemesi Allah’ın bir vergisi. Çok düşük oranda geçiyor.” Bu sözlerin sarf edildiği günlerden bugüne Karadeniz’de binlerce insan kanserden kaynaklı yaşamını yitirdi. Yani dönemin sermaye iktidarının pervasızlığı binlerce insanın hayatına mal olmuştur.
Sefil çıkarları uğruna burjuva siyasetçilerin sergilediği bu medya soytarılığı ve pişkinliğinin örneğini yakın zamanlarda da gördük. 2014 yılında Ankara Büyükşehir Belediye Başkanıyken Melih Gökçek de, kentin suyunun kirli olduğunun kanıtlanması üzerine yine canlı yayında su içerek gerçekleri saklamaya çalışmıştır. Tam bir utanmazlıkla, Ankaralılara ‘zehirli suyu içmeye devam edin’ diye mesaj vermişti.
AKP-MHP rejimi de nükleer felakete davetiye çıkaran milyarca dolarlık yaptırımlar yapıyor. Bunun en bilinen örneği Akkuyu’dur. Nükleer Santrallerin dünyamız ve insanlık için büyük bir tehlike olduğu ortadayken, bölgede yaşayan halk buna karşıyken Mersin’de Akkuyu Nükleer Güç Santrali inşasında halen ısrar ediliyor.
Rant ve talan ile şehirleri beton yığınlarına çeviren, HES projeleri ile çevreyi katledip talan eden dinci-faşist rejim, bu pervasızlığa karşı mücadele eden emekçilerin üstüne polisi ve jandarmayı saldırtıyor. Türkiye’nin ciğerlerini maden şirketlerinin yağmasına açanlar, “enerji ihtiyacının karşılanması” gerekçesiyle Nükleer Santral kurmaya çalışıyor. Oysa Çernobil ve Fukuşima felaketleri ortada. Nitekim birçok ülke nükleer enerji santrallerini sökme kararı aldı. AKP-MHP rejimi ve onun arkasındaki sermaye sınıfı ise, bilim insanlarının uyarılarını hiçe sayıyor, nükleer santrale karşı direnenleri polis şiddetiyle sindirmek istiyor. Akkuyu Nükleer güç Santrali için 2023 yılını işaret ediyorlar.
Bu ve benzer örnekler, kapitalist düzende kar ve rant uğruna insanın, doğanın, çevrenin ve tüm canlı hayatın nasıl tehlikeye atıldığını gösteriyor. Bunu, Nükleer Santral projelerine imzalar atılmasından, Kanal İstanbul Projesi’nde ısrarlı olmalarından, HES projelerinin devam etmesinden, su kaynaklarının şirketlere peşkeş çekilmesinde ve yeşil alanların her geçen gün betonla kaplanmasından da gözlemliyoruz.
Kanal İstanbul Projesi’nden alacağı rantın hayaliyle başı dönen sermaye devletinin şefi Tayyip Erdoğan, tüm tepki ve uyarılara rağmen projede ısrar ediyor. Türkiye’de kurulması planlanan nükleer santral tesisleri için ilk imzaların atılmasından sonra ise şu açıklamayı yaptı: “Hiçbir güç partimizi nükleer santral yapımından vaz geçiremeyecek!” Bu küstahça meydan okuma havaları, ülkeyi batıran rejimin geleceğin felaketlerini de hazırladığını gösteriyor.
Yıllardır gündemlerinde olan nükleer santralın şu ana kadar kurulamaması, buna karşı gelişen duyarlılık ve mücadele sayesindedir. Mersin’de nükleere karşı kitlesel insan zincirleri oluşturuldu, “Çernobil’e lanet, nükleere hayır!” yürüyüşleri gerçekleştirildi. Her şeye rağmen bu ölümcül projeden vaz geçiş değiller.
Kapitalist sistem var oldukça insanlığı felakete sürükleyen projeler de eksik olmayacaktır. Bu tür projeler, ancak kararlıkla sürdürülecek mücadelelerle durdurulabilir. Yıkıma doğru giden süreci durdurmak ise, ancak insanlığın kapitalizmden kurtulmasıyla mümkün olacaktır. İnsanlığı uçuruma sürükleyen kapitalizme karşı topyekun mücadeleyi yükseltelim!
M. Nevra