Günümüzde Ortadoğu emperyalist hegemonya savaşının, çıkar çatışmalarının düğüm noktalarından birisidir. Türkiye de bu çıkar hesaplarında bir taraftır. Her ne kadar bin bir türlü demagojiye başvursa da, terör, güvenlik vb. söylemlerini kullansa da temel mesele sermayenin ihtiyaçları, hammadde ve pazar kavgasıdır. Türkiye bu kavgada bağımsız bir taraf da değildir. Erdoğan’ın bütün konuşmaları tek tek ele alındığında, aksi iddia edilse de bunun böyle olmadığı, yapılan “U” dönüşlerinden, emperyalistlerle iyi geçinmek adına yapılan politika değişikliklerinden yansıyor.
Türkiye içeride ve dışarıda başta ABD emperyalizmi olmak üzere İsrail, AB ve Rusya’nın güdümünde hareket etmektedir. Zaman zaman boyundan büyük laflar etse de sadık bir uşak olarak özür dilemesini de, geri adım atmasını da bilmektedir.
Örneğin Kasım 2010’da Füze Kalkanı konusunda “Topraklarımızın genelinde böyle bir şey düşünülüyorsa, zaten bu kesinlikle bize verilmeli; aksi takdirde böyle bir şeyin kabulü mümkün değil” şeklinde konuşan Erdoğan, birkaç gün sonra “Buranın komuta sisteminin, tamamıyla NATO’da olması gerektiğini söyledik” diyebilmişti.
Yine Şubat 2011’de NATO’nun Libya’ya müdahalesi gündeme geldiğinde “NATO’nun ne işi var Libya’da? Böyle saçmalık olabilir mi? Türkiye olarak biz bunun karşısındayız...” sözlerini sarf eden Erdoğan, 3 hafta sonra, “NATO Libya’nın Libyalılara ait olduğunu tespit ve tescil için oraya girmelidir” demekte bir beis görmemişti.
Her iki örnekte de ortaya çıktığı gibi NATO ne derse Türkiye’nin dış politikası da odur. NATO’nun ABD’den bağımsız hareket etmediğini ise söylemeye bile gerek yok.
Türkiye’nin ABD’ye, İsrail’e, Rusya’ya yer yer celallenmesi ama hızla özür dilemesi, geri adım atması da sıkça yaşanan bir durumdur. Rus uçağını düşürüp, Rusya’nın özür dilemesi gerekir diyen fakat kendisi özür dileyen; Mavi Marmara olayından sonra Gazze ablukası kalkmalıdır deyip, İsrail’le ilişkileri düzeltmek için ablukayı unutan Türkiye’nin dış politikasının “bağımsız”lığının sınırları bu geri adımlardan görülebilir.
Ortadoğu’da özellikle Suriye üzerinden yürütülen kirli pazarlıklar ve çıkar ilişkileri göz önüne alındığında Türkiye’nin Suriye politikasının emperyalist ilişkilerle ve emperyalistler arası pazarlıklarla ne kadar da uyum içinde olduğu daha iyi anlaşılacaktır. 4 yıl öncesinde “kardeşim Esad” derken “diktatör Esed” söylemine geçen, 4 yıl boyunca “Esad gitmelidir” derken, “Esad’lı geçiş süreci olabilir” diye çark eden Erdoğan, Türk dış politikasının çapsızlığını, daha doğrusu emperyalistlerin güdümünde olduğunu ortaya koymaktadır. Son olarak Temmuz 2016’da Başbakan Binali Yıldırım, “Suriye’yle iyi ilişkiler geliştirmek bizim vazgeçilmez hedefimizdir” diyerek, “U” dönüşünü tamamlamıştır.
Bugün de Irak’la kurulan ilişkiler, Başika Kampı ve Musul operasyonu üzerinden benzer şeyler yaşanmaktadır. Irak hükümeti IŞİD karşısında Türkiye’nin kendi sınırları içinde bulunmasına karşı çıkmazken, bugün IŞİD’in temizlenmesi operasyonunda Türkiye’yi istememektedir. Bu elbette ki kendi tercihi değil, ABD’nin tercihidir. ABD Musul’a Türkiye’yle birlikte girerek ona da pay vermek zorunda kalmak istememektedir. Suriye’de Rakka üzerinden de benzer planlar yapmaktadır. Erdoğan ilk konuşmalarda Irak hükümetine “haddinizi bilin, biz Başika’da kalacağız, Musul operasyonuna ülkemizin güvenliği için katılacağız, karışamazsınız” vs. demekteydi. Oysa Türk sermaye devleti başlamış bulunan Musul operasyonuna dahil edilmedi. Tüm celallenmelerine rağmen AKP yönetimindeki Tük sermaye devleti ABD’yi karşısına alıp adım atamamaktadır. Bir heyet gönderip pazarlık yapmaktadırlar Irak hükümetiyle.
Bütün bunlar göstermektedir ki, sermaye iktidarı istediği kadar bağımsızlığını ilan etsin, ülke çıkarları, güvenliği vb. demagojilerine başvursun, onun hareketlerini emperyalistlere olan kölece bağımlılık ilişkileri belirlemektedir. Ve bu iktidar nefes aldıkça, sömürü devam ettikçe, kapitalist çıkar ilişkileri sürdükçe başka türlü olması da mümkün değildir.