Erich Fromm “Ne mutlu acı çekebilen insana!” diyor. Burada kastedilen acı, kendisiyle ve çevresiyle çatışma halinde olan insanın halidir. Kişi, itirazlarıyla baş başa ve insanı insan yapan ihtiyaçlardan yoksun kaldığında, “depresif” olur. Acı çeken insan, yaşamındaki eksikliğin farkına varan insandır.
Mutluluğun bireysel arayışından artık vazgeçmiş olması ve çevresine karşı aşırı hassasiyeti kişiyi “sosyal” (buradaki sosyalleşmeden kasıt, kapitalist toplumun tüketim ilişkilerinde yer edinmiş insanın halidir) bir varlık olmaktan çıkarır, çünkü mutluluğu başka bir yerde arar. Fakat aradığı mutluluk bu sistemde mümkün değildir. Bunun farkında olarak ya da olmayarak bir kendini soyutlama hali başlar.
Tüketim toplumunun yarattığı aksiyon arkadaşlıkları, eğlenceler ve hatta iş yaşamı artık onun için yürütülemez ve katılamadığı durumlardır. Örneğin eğitim düzeyi ne olursa olsun bir işçi işyerinde eğer patronun her türlü iradesine bağımlı ise, sadece emeğiyle değil, tüm benliğiyle sömürülür. Hiyerarşik güç düzeni içerisinde, patronunun çıkarına karşı bir tutum sergilediğinde, ya işini ya da özgüvenini kaybetmekle karşı karşıya kalır. Çoğu zaman her ikisini de kaybeder. Bu özgüven kaybıyla birlikte, kendi adalet algısını sorgulama durumu başlar. Kişi algısını sorguladığı an, bir kimlik bunalımı baş gösterir. İşe yaramama, beğenilmemenin yanı sıra çevresinin onayını ve “saygısını” artık göremez hale gelir. Sonuç olarak “hasta” olur. Ki bunun en hafif biçiminin adıdır depresyon!
Peki ya alternatif? Alternatifi yaratabilmek için başka bir dünya yaratmak gerekir. Biz buna bilimsel adıyla sosyalizm, yaşamımıza ve insan halimize dokunuşuyla “ortak paylaşımında emeğin bütünleştirdiği bir hayat” diyoruz.
Böyle bir dünya elbette ki dur durak demeden gülümseyeceğimiz, bulutlar üzerinde uçulan bir dünya olmayacak. İnsan her türlü duygularıyla insandır. Fakat onu asıl insan yapan nitelikler bireysel ve toplumsal değerleri, emeği, özgür iradesi ve sorgulayabilmesidir. Onu bu imkanlardan yoksun bırakan burjuva sömürü düzeni, insan olmasının önünde engel teşkil ettiğinde, acı çekme hali başlar.
Depresyon psikiyatristler ve psikologlar tarafından farklı terapi ve ilaçlarla tedavi edilir. Aslında semptomların bastırılmasıyla kişi yeniden düzenle barışık hale getirildiğinde tedavi “başarıyla” sonuçlanmış olur. “Ve... mutluluk başlar!” Adına sağlıklı yaşam denilen durum yaratılmaya çalışılır. Kısacası iyileşmek demek, düzene ayak uydurmak demektir aslında. Bunun önkoşulu ise, kendi bireysel ihtiyaç ve sınırlarını merkeze koymak anlamına geliyor. Ki psikologlar da bunu önerir. Kendini dış etkilerden korumak için, ilişkilere “sağlıklı” sınır koymak gerektiği önemle vurgulanır. Bu sınırlar en yakın çevremizi, hatta çocuklarımızı da kapsar. “Önce kendini düşün!”
Rene Descartes’in “Cehalet mutluluktur” sözü bu sorgulayıcı, isyan edici ve varlığının koşullarını reddeden insanın tersine, bilmemeyi, bilmezden gelmeyi, görmemeyi anlatır. Yine Erich Fromm’un tanımıyla “topluma uyum sağlamış” insan tipinin halidir. Böylesi bir “mutlu insan” yalnızca bireysel tüketime ve haza indirgediği mutluluk için, dünyadaki açlığı, sömürüyü, yoksulluğu, baskıyı, çevre ve doğa katliamlarını, kısacası dünyasını ve insanlığı tahrip eden her şeyi görmezden gelmektedir.
Düzenin “mutlu insan”ı derin bir uyku halindedir. Kapitalizmin yaratmak istediği insan tipinin hali! Dahası, onun işine ve işleyişine yarayan insan hali…
Mutlu insan, mutlu bir toplumda mümkün olabilir. Yaşadığı toplumu şekillendirebilen, üretebilen, sorabilen, sorgulayan ve insani tüm değerler uğrunda mücadele eden devrimciler çoğaldığında, umut çoğalır. Umudun olduğu yerde depresyona ve korkuya yer yoktur.
Kapitalizm umudun katili olduğu müddetçe (ki öyle de kalacak doğası gereği), sosyalizm için kavga etmekten başka ilacı olmayacak depresyonun.
G. Tanya