Evet yoldaşlar, bir proleter sizi bekliyor!
Bir zincir vardı,
etle kemiğin birleşmesine engel olan,
onları da çoktan kırdım!..
Büyük çoğunluğu Arap-Alevi nüfusun oluşturduğu bir kentte ve feodal kültür yapısının egemen olduğu emekçi bir aile ortamında büyüdüm. Çevremizdeki birçok aile gibi biz de belirli bir döneme kadar 9-10 nüfus tek odada sıkışıp yatar ve kalkardık. Ailemin tek geçim kaynağı tarımdı. Bunun dışında babam arada bir yurtdışına çıkar çalışırdı. İlkokul dördüncü sınıfa kadar babamın yüzünü fotoğraf dışında (ve küçüklüğümden kalan hayal-meyal bir görüntü) görmedim. İzine geldiğinde bir yabancı gibi karşılardım. Baba kelimesi lafta kalır dururdu.
13-14 yaşıma kadarki dönemim çevreden kopuk, yukarda çizdiğim aile tablosu içinde şekillendi. 9 yaşlarındayken birer hafta iki ayrı tamir atölyesindeki çalışmaları saymazsak sürekli tarım işleriyle uğraştım. Babam yurtdışından geldikten sonra beni bir akrabanın yanına çalışıp meslek (eti senin kemiği benim diyerek) öğrenmeye verdi. Hiç tatili olmayan, sabahın 5’inden akşamın 6’sına kadar süren çalışma koşulları vardı. Pazarlanmış bir mal gibi, aldığım ücretin 2-3 haftalığını babama verir, bir haftalığını da bana verirdi. Hatta hiç unutmam, bir defasında babam bu haftalığımı da benden istedi. Yumuşak bir sesle, duygu sömürüsü yaparak, ben de kendime gömlek aldım, parayı gömleğe harcadım dedim, O da yüzüme tükürüp kapıyı sertçe yüzüme çarparak gitti. Ve o yaşıma kadar ilk defa kendim kazandığım parayla kendime eşya alıyordum.
Aile içindeki isyanlarım ilk olarak böyle boy veriyordu. Bu işyerinden ayrılmak istedim ailem izin vermedi. Bütün bu dönem boyunca ailemden hiçbiri destek çıkıp yardım etmedi, yani tek ve savunmasızdım. Şimdi düşünüyorum da, demek ki insanın devrimle, devrimci mücadeleyle uzaktan hiçbir bağı olmasa bile, o kadar baskı, sömürü ve yabancılaşmaya bir yerde kendini tepkiye bırakıp isyan kanallarını açıyor ve o kanal karşılığını bulursa oraya akıyor.
Bu dönemlerde akraba çevresine daha sık gitmeye başladım. Ailem onların yanına gitmeme de tepki gösterdi, çünkü aralarında toprak davası vardı. Ben bunları saçma bulur, inadına giderdim. Burada aile büyükleri arasında bazı sohbetler geçerdi. Dinledikleri müzikler çok tuhafıma giderdi. Örneğin çocukluk dönemlerimde beni Kuran kursuna göndermişlerdi, hocanın oğlu da sürekli Ferhat Tunç, Ahmet Kaya dinlerdi. Şarkı sözleri, müziğin ritmi çok ilgimi çekerdi. “Hani benim gençliğim nerede, çaldılar çocukluğumu habersiz”… Kim çalabilirdi çocukluğu, topacı, pencereyi, niye çalardı? vb. Ya da Zülfü Livaneli´nin resimlerine baktığımda bana bambaşka gelirdi. Sanki bu sözler, bakışlar, müzikler başka şeyleri, derin şeyleri ifade ediyormuş gibi gelirdi.
Ve televizyondan izlediğim filmlerde, pembe dizilerde gösterilenler... (Ailesini kaybetmiş bir çocuk, bir şekilde yoksul bir ailenin yanında hiç mutlu olmamış, sevgiyi tatmamış, birçok şeyden mahrum kalarak yaşarken, belirli bir dönemden sonra gerçek ailesi onu buluyor ve her şey tersine dönüp mutlu bir sonla bitiyor…). Ve ben de sürekli böyle duygulara kapılır, sanki benim de kaybedilmiş, kaybettiğim bir geleceğim varmış gibi gelirdi. Bütün bu yaşadığım süreçte ailemden hiçbir destek, anlayış vb. hiç göremedim. Aile içerisinde birkaç abim ve gençler olmasına rağmen. Ama sonraki süreçlerde gördüm ki, aile yapısı (dinsel gericiliğin içinde yoğrulmuş olması) ve daha da ötesinde sermaye düzeninin aile yapısı, kişileri kendi içlerinde birbirlerinin sorunlarına duyarsız, yabancılaşmış hale getiriyor, rekabet ve kişisel çıkarlarıyla birlikte yoz kişilikler yaratıyordu.
Bütün bu duygu ve düşüncelerle şekillenen kişiliğimle (kavgayı hiç sevmeyen, sürekli haklının yanında yer alan ama haklı haksız tartışmalarında konuşmaya cesaret edemeyen ve diğer birçok konuda kişisel veya genel olsun kendi kendime yabancılaşmış), adeta kafesinden çıkmış bir kuş gibi bu işyerinden ayrıldım. Bir dönem boyunca (birkaç ay) çalışmadım ve bu dönemde adeta bunalımlara girdim. Ailede doğru dürüst diyalog denen şey yoktu zaten ve intihar etmeye karar verdim. Evde ne varsa bir sürü hap, şurup içtim, hatta ölmek için bunların üstüne mum bile yedim. Ve bütün bunlara rağmen ölemeyeceğim diye bir his vardı içimde. Sabah uyandığımda ölmemiştim, ellerimi, her yerimi yokluyordum, yine de ölmemiştim. Damın üzerine çıkıp kendimi aşağıya atmak istedim, içimdeki his beni geri çevirdi (hani benim gençliğim nerede, çaldılar çocukluğumu habersiz, samimi gerçek dostluklar, arkadaşlıklar…).
Bütün bu rezilliğe değmez diyerek bir nevi savaş açtım kendi kendime.
Bu dönemden sonra küçük bir sanayide iş buldum. Burada çalışanların çoğunu mahalleden, okuldan, yada daha önceki işyerime gelen müşterilerden tanıyordum. Yine de bu ortam bana birçok yönüyle yabancı geldi. Sürekli arkadaşlar arasında bile çıkar çatışmaları vardı. Bir sigara veya bir kutu bira için birbiriyle yumruk yumruğa kavga edenler, bir süre sonra hiçbir şey olmamış gibi her şeye devam ederler. Gördüğüm bu arkadaşlık ilişkisinin hayalimdeki arkadaşlıkla uzaktan yakından hiçbir bağı yoktu. Ve bu ortama ayak uyduramadığım için sürekli eleştiri alıyordum. Yaptığımız iş hamallık gibi olduğundan, bir önceki işyerime göre daha iyi para alıyordum. Meselâ orda 20 alıyorsam, burada 50 almaya başladım. Aile içinde yaşanan çatışmalardan bir nebze de olsa kendimi sorumlu tutuyordum. Aldığım haftalığın yarısını babama veriyor, yarısı da bende kalıyordu. Bu da bizim pedere tatlı geliyordu.
Ve bütün bu süreçler birçok şeyi geliştirdi. Mesela bir insanla ilişki kurmak için yapılacak ilk müdahaleyi. Bir akrabamız vardı. Uzaktan gözlemlediğimde kişiliğiyle, her şeyiyle farklı gözüküyordu. Selamlaşma dışında fazla bir ilişkimiz yoktu. Ben onu daha yakından tanımak istedim, işyerini ziyaret etmekle başladım, beni görünce çok sevindi. Çalıştığı atölyeye ortak olduğu için iş ortamında rahat konuşabiliyorduk. İş ortamı, işçi, insan, komşu ilişkileri çok hoşuma gitti. Bu arkadaş tesadüfen eline geçen Alınteri’nin ilk iki sayısını bana verdi. Okuduğum zaman çok ilginç geldi. Beni de ilgilendiren birçok konu üzerine vurgu yapıyor, diğer (boyalı basından) çok farklı geliyordu. Bu arkadaşın bana verebileceği şey bununla sınırlıydı, ama en azından kitap sevgisini ondan öğrendim.
Derken bu arkadaşın atölyesinde çalışan bir başka işçiyle ilişkim gelişti. Onunla konuşurken kendimden bir şeyler buluyor, kafa karışıklığı olmasına rağmen bir çok şey şekilleniyordu. Bu arkadaşım da bana PKK’dan bahsediyor, emek sermaye çelişkisini, kapitalizmi ve askere gidilmemesi gerektiğini sürekli yineliyordu. Tam da her şeyimle onunla yürümeye karar vermiştim ki, her şeyi bırakıp askere gittiğini öğrendim. Öfkelenmiş, tereddüde düşmüş, soru işaretleri oluşmaya başlamıştı. Diğer devrimci hareketleri ondan öğreniyor, onlara eleştiri getirdiğini görüyordum. Buna rağmen kendisinin aynı şeyi yaptığını gördüm.
Bu ilişki bir süre böyle sürdü, derken bir başka bayan yoldaş sürdürmeye başladı. Kitapları okumaya yardım ediyor, eğitim çalışması yapıyor ve bulunduğumuz bölgenin coğrafi özelliklerini, geçmişini tartışıyor, araştırıyorduk.
Birçok şey bende şekillenmeye başladı. Yavaş yavaş pratiklere çıkıyor, Kızıl Bayrak’ı ve bir süre sonra Ekim’i okumaya başlamış olmama rağmen aile içinde şekillenmiş bazı şeyleri üzerimden atamıyor ve bu hayatımın her alanına yansıyordu. Mesela bir siyasi tartışma sırasında konuşanları yanlış buluyor ama görüşlerimi belirtemiyordum. Kendi süreçlerim üzerinden şunu daha da net gördüm ki, burjuva aile düzeni içinde şekillenmiş bir birey ileride topluma girmekten çekinip her şeyde yabancılaşmayla yüzyüze kalıyor.
EKİM Hareketi içinde devrimcileştiğim için diğer devrimci yapıları sonradan öğrendim. Bölgemiz ufak bir küçük-burjuva kenti olmasına rağmen iç içe geçmişti. Burada yapılan bir pratik anında kendini hissettirip sonuç alınabiliyor. Diğer devrimci yapıları fiziki olarak tanıyıp, kitleden kopuk bir dar grup çalışması yaptıkları ve pratiksiz olduklarını gördükçe, bu bende bir hınca yol açıyor, daha da çok mücadeleyi körüklüyordu. Çevreyi gözlemlediğimde bir sürü potansiyelin yattığını görüp, görüşmelerimizde yoldaşlara iletiyordum. Onlar da ancak gücümüz oranında hareket edebiliriz diyorlardı. Bunun üzerine kendi inisiyatifimi önplana çıkartıp bir sürü yeni bölgelerde pratikler yapıyordum. Gerek o zamanın kadro eksikliğinden, bazense yoldaşların yalnız çıkmama izin vermediklerinden çalışmaları yetersiz buluyordum. Şimdi o zamanı değerlendirdiğimde, öyle davranmamam gerektiğini görüyorum. Kendimin daha çevik, pratik ve kovalamaca yada takip esnasında soğukkanlı olmamın, bizim için önemli kimi yeni bölgeler, yeni etki alanları açmasıyla birlikte, tehlikeli yönleri de vardı. Örneğin gözaltına alınmam kendi bulunduğum alanda faaliyetin o zaman aksamasına neden olurdu.
O kadar yaşanan hareketliliğe rağmen, özünde işçi de olmama, günün 12 saatinde çalışmama rağmen, yukarıda yansıttığım yabancılaşmayı üstümden atamıyordum. Belki de özünde devrimci olmayı bunun için istedim, yada hayalimdeki bir arkadaş isteği beni devrimci yapmıştı. Ama bunun altında sınıftan kopuk, kitlelere dışarıdan seslenen, kitlelerin içine girince ne yapacağını (kuru bir devrim-sosyalizm söylemi) bilmeyen yada bağlantısını kuramayan ve kendini teorik ve ideolojik olarak donatamayan bir çalışma yatıyordu. Yaşanan kimi dökülmelere, farklı siyasi sorunlara ve bende yarattığı psikolojik bulanıklığa rağmen devrime büyük bir inancım, özünde proleter bir kimlikten kaynaklanan bir inanç var.
Burjuva aile yapısı insanları birbirinin sorunlarına duyarsız, yabancılaşmış hale getiriyor, rekabeti, kişisel çıkarları önplana alan kişilikler yaratıyor. Devrimci mücadeleye tanışmayan her genç; her şey ailem içindir, ailem için varım ve ne de olsa ailemin benim üzerimde hakları var vb. biçiminde düşünür. Aile bireyi bu kadar yabancılaştırdığına ve sınıftan koparıp sınıf atlama hayallerine büründürdüğüne göre, böyle devrimci olunacağını düşünenler yanılıyor. Örnek mi? ´80 sonrası boylu boyunca duruyor.
Sonuç olarak;
Yaklaşık bir yılı aşkın bir süredir partimizin saflarında örgütlü bir komünist olarak sınıf mücadelesinin içindeyim. Yaşadığım süreç beni çok olumlu bir şekilde geliştirdi. Kendimi bildim bileli işçi olduğum için sınıfla bağ kurmak bana zor gelmedi. Üretim alanından kurduğum ilişkiler bana yeni yeni olanaklar sunuyor ve ilişki ağını geliştiriyor. Ben özünde bir işçi, devrimci bir işçi olarak şunu daha da net anladım. Önemli olan sosyalizmi, sınıf partisini, öncü işçi kavramlarını militanca ezbere bilmek değil, onun hayattaki karşılığını hissetmek ve işçi kitlelerine onların gündelik ve genel yaşantılarında karşılığını hissettirmek ve yakıcı bir ihtiyaç olduğunu kavratmaktır.
Günü gününe 12-14 saat sınıfın içerisindesiniz. Fabrikanız bazında işçi sınıfının arayış içerisinde olduğunu, bir şeylere, birilerine güvenmek istediğini görüyor, gözlemliyor ve yaşıyorsunuz. Küçük kazanımların nasıl da işçileri kaynaştırdığını görüyorsunuz. Bununla birlikte egemen sınıfın kültürü altında olduklarını, terörle, baskıyla, işsizlikle, din tacirleriyle sindirilip susturulduklarını görüyorsunuz. Ve bu egemen sınıfın, yani asalak burjuva sınıfının muhakkak yok olması gerektiğini, bunu yıkacak olan motor gücün yine de bu susturulmuş, sindirilmiş, arayış içerisinde olan işçi sınıfı olduğunu ve sizin de hedefinizin bıkmadan usanmadan bunu bu işçi kitlelerine anlatmak ve kavratmak olduğunu görüyorsunuz.
Ve bu bakış açısıyla partiyi, komünist işçi partisini, TKİP’yi kavrıyorsunuz… İşçi sınıfının en direngen, en tutarlı ve en kararlı kesimini etrafında toplayıp tüm sınıfı kuşatacak, kendi politikalarıyla yönlendirecek ve devrimin yıkılmaz dayanağı haline getirecek olan bir partiyi, çürümüş ve kokuşmuş bu sermaye düzenini hak ettiği tarih çöplüğüne gönderecek olan partiyi, TKİP’yi karşınızda buluyorsunuz…
Yoldaşlar, her şeyimle ve bu perspektifle kendimi devrime adadığımı söylüyor ve ilişkilerimin daha da üst boyuta taşınmasını talep ediyorum! Parti üyesi olmak istiyorum!..
Evet yoldaşlar, bir proleter sizi bekliyor!
Mart 1999
Nurettin