AKP 12 Eylül düzeninin devamcısıdır!

12 Eylül karanlığı sermayenin ihtiyaçlarına göre çıkarılan saldırı paketleri ve projeleriyle bugün hala devam etmektedir.

  • Haber
  • |
  • Güncel
  • |
  • 09 Eylül 2014
  • 05:45

12 Eylül askeri faşist darbesi, sermayenin sınıfsal çıkarları doğrultusunda yaşama geçmiş ve idamlarla, işkencelerle, tutsaklıklarla, yasaklamalarla dolu karanlık bir döneme damga vurmuştur. Bu darbe ile Türkiye’de uluslararası sermayenin ihtiyaç duyduğu neo-liberal dönüşümler için gerekli ‘düzen’ sağlanmıştır. İşte bunun için CIA şefleri; “Bizim oğlanlar başardı” derken, TİSK başkanı Halit Narin de, darbe sonrasında "gülme sırasının kendilerine geldiğini" ifade etmiştir.

Şöyle ki, 12 Eylül darbesiyle, 24 Ocak “İstikrar Kararları” olarak bilinen IMF-DB patentli sömürü ve yıkım programı yaşama geçirilebilmiştir. Darbe öncesinde 1980 yılı başındaki Demirel hükümeti, başında eski patron sendikası başkanı, dönemin DTP müsteşarı Turgut Özal’ın olduğu ekibin hazırladığı 24 Ocak Kararları’nı açıkladı. Bu kararlarla, özel sektörün ve girişimciliğin önü açılıyor, devletin ekonomideki payının küçültülmesi amaçlanıyor, yabancı sermaye girişi kolaylaştırılıyor ve yabancı sermayeye yönelik teşvik edici uygulamalar hayata geçiriliyordu. Ağır sanayi ve temel mallara dönük kamu yatırımlarının tasfiye edilmesi amaçlanırken, temel mallar üzerindeki sübvansiyonların kaldırılması, kâr transferinin kolaylaştırılması, Kamu İktisadi Teşekkülleri’nin özelleştirilmesi hedefleniyordu.

24 Ocak Kararları, devalüasyona, yüksek faize, ihracat için ücretlerin düşürülmesine, kamu ürünlerinde zamma yol açıyor, işçiler, hızla düşen satın alma güçleri nedeniyle daha yüksek ücret artışı istiyor, bunun sonucunda grevler de yaygınlaşıyordu.

Artan grevler ve direnişlerin de gösterdiği gibi, işçi hareketinin güçlü olduğu koşullarda işinin zor olduğunu bilen sermaye sınıfı ancak kanlı bir darbe ile isteklerini gerçekleştirebilirdi. 12 Eylül’ün sermayenin ihtiyaçları ve istekleri doğrultusunda yapıldığını Vehbi Koç’un 1980 yılında yazdığı bir mektuptan da net olarak görmekteyiz. Bu mektupta Koç şöyle yazıyor:

Sayın Kenan Evren, işçi-işveren ilişkilerini düzenleyecek olan kanunlar asgari hata ile çıkarılmalıdır. Bazı sendikaların Türk Devleti’ni ve ekonomisini yıkmak için bugüne kadar yaptıkları aşırı hareketler, göz önünde bulundurulmalıdır. DİSK’in kapatılmış olmasından dolayı bir kısım işçiler sendikal münasebetler yönünden bekleyiş içindedirler. Militan sendikacılar bu işçileri tahrik etmek ve faaliyeti devam eden sendikaların yönetim kadrolarına sızarak davalarını devam ettirmek niyetindedirler. Bu durum bilinerek hazırlanacak kanunlarda gerekli tedbirler alınmalıdır. Komünist Parti’nin, solcu örgütlerin, Kürtlerin, Ermenilerin, birtakım politikacıların kötü niyetli teşebbüslerini devam ettirecekleri muhakkaktır, bunlara karşı uyanık olunmalı ve teşebbüsleri mutlaka engellenmelidir. Zatıâlilerine ve arkadaşlarınıza muvaffakiyetler temenni ediyorum. Emrinize amadeyim.”(*)

Bu yüzden 12 Eylül ile birlikte darbecilerin ilk icraatları, siyasi partilerle birlikte, grevdeki işçilerin yüzde 87’sinin üyesi olduğu DİSK’i kapatmak olmuştur. Yöneticileri de binlerce devrimci, demokrat, ilerici insanla birlikte cezaevine atılmıştır. Önceden hazırlanmış listelere göre 5 bin işçi işten çıkarılmış, yeni sendikal düzenlemeyle, sendikalaşma, sözleşme ve grev hakkı kısıtlanmış, hak grevi, dayanışma grevi, genel grev, iş yavaşlatma yasaklanmıştır. Kıdem tazminatı ve ikramiyelere sınırlama getirilmiş, SSK primi için işçiden yapılan kesinti arttırılmıştır.

Özetle; 12 Eylül ve devamındaki süreçte sermaye düzeni uluslararası sermayenin politikalarına göre yeniden yapılandırılmıştır. Türkiye, serbest piyasa koşullarına uyumun sağlanmasıyla birlikte uluslararası sermayeyle giderek bütünleşmiş, sömürü koşulları artarken, işçi ve emekçilerin örgütlülüğü darbelenmiştir. 12 Eylül darbesiyle işçi ve emekçiler, haklar ve özgürlükler açısından büyük bedeller ödemiştir. 24 Ocak Kararları'nın sonuçları 1980–1988 yılları arasında işçilerin satın alma gücünün yüzde 28, memurların yüzde 41,5 oranında düşmesinden de rahatlıkla anlaşılmaktadır. 12 Eylül karanlığı sermayenin ihtiyaçlarına göre çıkarılan saldırı paketleri ve projeleriyle bugün hala devam etmektedir.

 

12 Eylül karanlığı kararlılıkla sürdürülüyor!

12 Eylül ile birlikte işçi sınıfının can bedeli mücadelelerle kazandığı haklar büyük oranda elinden alındı. Geri kalan kırıntılar da sonrası hükümetler ve özelde AKP dönemi ile ortadan kaldırılmıştır. Gelinen yerde yoksulluk ve yoksunluk giderek artmakta, açlık sınırı dört kişilik bir aile için bin 175 lira 65 kuruş, yoksulluk sınırı da 3 bin 826 lira 24 kuruş iken asgari ücret 891 liradır. Sermaye sınıfı ve devleti bununla da yetinmeyip işçi ve emekçilerin durumunu daha da vahim hale getirecek uygulamalar peşindedir. Ulusal İstihdam Stratejisi içinde yer alan yeni saldırılarla taşeronlaştırmanın yaygınlaşması, esnek çalışma modelleriyle kuralsız, güvencesiz çalışmanın artması, kıdem hakkına göz dikilmesi, özel istihdam büroları vb. uygulamalarla işçi sınıfına yeni kölelik prangaları eklenmek istenmektedir.

 AKP, 12 Eylül ile başlayan sürecin devamcısı, tamlayanıdır. Gelinen yerde işçi hakları adına hiçbir şey bırakılmamış, kıdem tazminatı hakkına da göz dikilmiştir. Özelleştirmeler neredeyse tamamlanmış, özelleştirilmeyen çok az yer kalmıştır. Eğitim, sağlık gibi kamu hizmetleri ticarileştirilmiş, paralı hale getirilmiştir.

Hatırlanırsa, şimdi “yeni” Türkiye’nin Cumhurbaşkanı Erdoğan, “eski” Türkiye’nin Başbakanı iken referandum aldatmacasıyla 12 Eylül ile hesaplaşıyormuş ve 12 Eylül dönemini kapatıp yeni bir dönem açıyormuş görüntüsündeydi. Bu vesileyle 2010 yılı 12 Eylül Anayasa Referandumu öncesi medya aracılığıyla sendikal hak ve özgürlüklerin genişletileceği, grev hakkının önündeki yasakların kaldırılacağı propagandası yapılıyordu. Ancak gerçekte, değişen grev ve sendikalar yasası ile örgütlenme hakkına ket vuruluyor, sendikalaşmanın önü kesildiği gibi var olanların çoğunun getirilen yasaklarla elleri kolları bağlanıyor, 12 Eylül’ü bile aratacak gerilikte yasalarla grev yasaklarının kapsamı genişletiliyordu. Son Şişecam grevinde de görüldüğü gibi, grevlerin ‘genel sağlığı veya milli güvenliği bozucu’ nitelikte olduğu gerekçesiyle ertelenmesi, yani fiilen yasaklanması mümkün olmuştur. Grev çadırına bile tahammül edemeyen yasakçı bir yasa çıkartan AKP, sermayeye darbelere gerek kalmadan da onların işlerini halledebileceğini göstermiştir. (**)

“Ayaklar baş olunca kıyamet kopar” sözüyle de sermaye sınıfının sadık temsilcisi olduğunu gösteren Erdoğan, 12 Eylül darbe sürecindeki faşizanlığı aratmayarak işkenceyi sokaklara taşımıştır. İşçi ve emekçilerin kendilerini ifade edecekleri toplantı, gösteri ve yürüyüş hakları gaz bombaları, plastik/gerçek mermiler, coplar, TOMA’lar, gözaltı ve tutuklama terörüyle engellenerek 12 Eylül karanlığı kararlılıkla sürdürülmeye devam etmektedir.

İşçi sınıfı ancak örgütlü gücüyle bu karanlığı parçalayabilir. 12 Eylül’ün tüm baskı ve zulmüne rağmen işçi sınıfı sermayenin saldırılarına karşı durmuş, 1986 Netaş, ardından Derby, 1989 bahar eylemleri gibi pek çok direnişle umudu tazelemişti. İşçi sınıfı ve emekçiler örgütlü olmanın verdiği güçle sömürüye, baskıya ve köleliğe karşı koyabilir. 12 Eylül darbesiyle gerçek hesaplaşma da işçi sınıfının örgütlü, militan bir şekilde kurulu düzenin karşısına dikildiğinde gerçekleşecektir.

(*)Koç Holding’in kurucusu Vehbi Koç’un 3 Ekim 1980’de, Kenan Evren’e yazdığı mektup (bianet.org)

 (**)Oysa aynı Erdoğan 1988 yılında Necmettin Erbakan liderliğindeki Refah Partisi’nin İstanbul İl Başkanı iken, Basın-İş Sendikası üyesi Darphane işçilerinin grevinde “Grev gözcüsü” yazılı önlük giyerek "Ülkemizde özellikle 1980 sonrası hükümetler işçi haklarına insan onuruna yakışmayacak şekilde ilgisiz kalmaktadır. Alınteri kutsallığını yitirmiştir. Ülkemizde işçilerimiz kira ücretlerini dahi ödeyemeyecek zorluklar içerisindedir. Bu zulme son verene kadar haklı ve kararlı mücadelelerin yanında olmayı inancımız gereği görev telakki ederiz" demişti. Burjuva politikacılarının temel özelliği olan ikiyüzlülük ve yalanın Erdoğan’da da olmasına kuşkusuz şaşırmıyoruz.