Zindanlar düzen-devrim çatışmasının en sert ve açık biçimlerde yaşandığı alanlardır. Bir yandan egemen sınıf tüm vahşetini ve şiddet aygıtlarını açıkça sergilerken, diğer yandan geleceği temsil eden devrimci tutsaklar devrim cephesini dişleriyle, tırnaklarıyla, bilinçleriyle savunurlar. Sermaye devletinin zindanları birer cenk meydanına dönüşür haliyle; dün ile yarın savaşır orada, aydınlık ile karanlık, eski ile yeni…
1980’li yıllarda insan onuruyla bağdaşmayan hapishane koşullarına, devletin devrimci kimliği teslim almaya dönük saldırılarına karşı başlayan zindan direnişleri, 90’larda sermaye devletinin hapishane politikasının temelini oluşturan hücre saldırısına karşı devam etti. Hapishanelerde yükselen ölüm orucu-açlık grevi direnişleri, devletin çeşitli cezaevlerine yönelik gerçekleştirdiği katliamlar Ulucanlar Katliamı/Direnişi ile yeni bir aşamaya sıçradı. 26 Eylül 1999’da devletin Ulucanlar’a silahlarla girmesi, eli kanlı katillerin 10 devrimciyi işkence tezgahlarında hunharca katletmesi, devletin gözü dönmüşlüğünün güncel bir ifadesi oldu.
19 Aralık’a giden süreç
Sermaye düzeni ve devleti 1990’lı yıllar boyunca ekonomik ve siyasi kriz içinde debelenmekteydi. Özellikle 1999-2000 yıllarında Türk Lirası bir gecede yüzde 40’lara varan değer kayıpları yaşıyor, devlet bütçesi muazzam boyutlarda açıklar veriyor, enflasyon yüzde 100’ü aşıyordu. Türkiye kapitalizmi çareyi, kendini tamamen emperyalist kapitalizme teslim etmekte görüyordu. 2000 yılı başında IMF ile 17. Stand By anlaşması imzalandı. Bu, Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri için daha fazla işsizlik, daha fazla yıkım, daha fazla açlık, mezarda emeklilik, yeni kölelik yasaları vb. demekti.
İşçi sınıfı ve emekçi kitlelere yönelik böylesine kapsamlı saldırılar hazırlayan sermaye devleti kendine yönelecek tepkinin de farkındaydı. Kendisini tehdit edecek gelişmelerin önüne geçmek için öncelikle sınıf ve kitle mücadelesinin en direngen kesimini oluşturan öncüleri, devrimcileri teslim almalıydı. Düşmanın zindanını devrimci kültürle, kolektif iradeyle birer okula dönüştüren tutsakları teker teker esir alıp sindirmesi gerekiyordu. Böylece dışarıdaki toplumsal muhalefete ve gelişebilecek harekete de gözdağı verilecekti. Dönemin başbakanı Bülent Ecevit’in, “İçeriyi teslim almadan dışarıyı teslim alamayız” cümlesi, bunun veciz bir itirafıydı. F tipleri şimdi her zamankinden daha gerekliydi ve inşasına hız verildi.
2000 yılının başından itibaren F tiplerinin birer birer tamamlanması, 17 Ocak protokolü vb. adımlarla tutsakların kazanımlarına yönelik gasplar ve kamuoyu oluşturmak için yürütülen kirli propagandalar, hücre saldırısını güncel bir tehdit haline getirmişti. Takvim yaprakları 20 Ekim 2000’i gösterdiğinde devrimci tutsaklar açlık grevine başladılar. Açlık grevinin 30. gününde direniş, ölüm orucuna çevrildi.
9 Aralık’a gelindiğinde Yaşar Kemal, Orhan Pamuk gibi aydınlar direnişçi tutsaklar ile görüşmeye başladılar. Görüşmeler, devletin F tiplerine geçilmeyeceğine dönük bir güvence vermemesi üzerine tıkandı. 17 Aralık’ta dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, “Bundan sonra olacakların sorumlusu ölüm orucunu başlatan, destekleyen ve devam ettirendir” diyerek, uzun süredir planlanan katliamın sinyallerini verdi. Ertesi gün Başbakanlık’ta bir araya gelen Başbakan Bülent Ecevit, Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan, Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk ve İçişleri Bakanı Sadettin Tantan muhtemelen katliam üzerine son hazırlıkları konuştular. Ve 19 Aralık sabaha karşı saat 04.00’e tarihin gördüğü en barbarca ve alçakça katliamlarından birine imzasını attı Türk sermaye devleti.
Ecevit’in “teröristleri kendi terörlerinden kurtarmak” diyerek sunduğu katliamda devlet, iş makineleri ile hapishane duvarlarını üzerlerine yıktığı tutsakların üzerine kurşunlar yağdırarak, ne olduğu bugün bile anlaşılamayan zehirli gazlarla gitti. Ancak devrimci tutsaklar, devletin hevesini bir kez daha kursağında bıraktı. Yıkıntıların altından kopan uzuvları, eriyen derileriyle birlikte marşlar, sloganlar, zafer işaretleri ile çıkıyordu tutsaklar. Haykırıyorlardı: Diri diri yaktılar! Haykırıyorlardı: Biz kazanacağız!
Yaşatmak fiilinden ne anladıklarını göstermek istercesine “Hayata Dönüş” koymuşlardı katliamın ismini. Fakat hesapları yine tutmadı. Sindirmek istedikleri tutsaklar daha bir bilendi, biter sandıkları ölümüne direniş kitleselleşerek devam etti. “Devletin gücünü gösterdik” diyen IMF memuru Ecevit, bunların elbette farkındaydı, farkındaydı Kürdistan’dan getirttikleri özel timlere, iş makinelerine, asker gücüne ilaveten gelen binlerce kişilik polis ekiplerine, envai çeşit silahları ve zehirli gazlarına rağmen 4 günde ancak girebildiklerini hapishanelere.
19 Aralık 2000’de yaşamı ölümüne savunanların anısı önünde saygıyla eğiliyor ve ekliyoruz: Türkiyeli devrimciler olarak, direnişlerle dolu olan bu tarihi unutmayacak, unutturmayacağız...