Küresel ısınma günümüz dünyasında canlı yaşamına belki de en büyük tehdit haline geldi. Kutuplardaki buzulların hızlı bir şekilde erimeye başlaması, hem okyanus akıntılarının seyrini değiştirerek iklimsel değişikliklere sebep oluyor, hem de hayvan çeşitlerinin zorunlu göçlerine ya da nesillerinin tamamen tükenmesine yol açıyor.
Küresel ısınmaya sebep olan felaket düzeyindeki çevre kirliliğinin esasını termik santraller, sera gazları, nükleer ve kimyasal atıklar, petrol ve türevleri gibi fosil yakıtların yaygın bir şekilde kullanımı oluşturuyor. Tüm bunlar doğayı aşırı derecede tahrip ediyor, yeraltı ve yerüstü sularına, havaya ve okyanuslara karışarak suda ve havada yoğun bir kirlilik yaratıyorlar.
Kapitalist barbarlık ve kâr hırsının yarattığı sonuçlar insanlığın ve doğanın dengesini bozuyor. Çevre kirliliği artık küresel çapta bir sorun olarak daha yakıcı bir şekilde hissediliyor ve giderek büyüyen bir felakete dönüşüyor. Başta Kuzey Amerika olmak üzere Batı Avrupa, Rusya, Çin ve Avustralya gibi bölgeler/ülkeler, çevre kirliliğinin en yoğun olduğu bölgeler haline gelmiş bulunuyor. Bunların aynı zamanda teknolojik ve ekonomik yönden en gelişmiş bölgeler olması, çevre kirliliğinin kaynağını da gösteriyor aslında.
Küresel ısınma artık dünyadaki yaşamı ve doğal dengeyi tehdit eder hale gelince, başta bilim insanları ve çevre örgütleri olmak üzere çeşitli kesimlerin daha fazla tepkisine yol açtı. Çevre kirliliği ve küresel ısınma, dünyanın gündemini yoğun bir şekilde işgal etmeye başladı. Yenilenebilir enerji kaynakları konusu çok daha popüler hale geldi.
Dünya üzerinde yaşanan çevre felaketlerine rağmen “yenilenebilir enerji” kaynaklarına hâlâ kısmi oranda bütçe ayıran kapitalist devletlerin çevre sorunlarıyla ilgili önlemleri gelinen noktada hiç de iç açıcı değildir. Başta güneş enerjisi olmak üzere rüzgar, dalga vb. yenilenebilir enerji kaynakları, bugünün teknolojisiyle oldukça kullanışlı ve temiz kaynaklardır. Termik ve nükleer santrallere oranla çevreyi yok denecek kadar az kirletmektedirler. Çevre kirliliğinin yaklaşık %40’ını tek başına termik santrallerde yakıt olarak kullanılan kömür atıkları oluşturmaktadır. 2011’deki Fukuşima faciasından sonra nükleer enerjiden kısmi olarak da vazgeçip termik santrale yönelen ülkelerin çevre kirliliği üzerinden demagoji yapmaları tamamen kendi sınıf çıkarları çerçevesinde anlaşılabilir bir durumdur.
Türkiye Çevre Sorunları Vakfı, “Eğer herhangi bir filtre kullanılmazsa 100 megawatt gücünde kömürle çalışan bir termik santralın kirletici etkileri”ni şöyle sıralamaktadır:
Kükürt dioksit (SO2) - 45.000 Ton/Yıl
Azot oksitler (NO×) - 26.000 Ton/Yıl
Karbonmonoksit (CO) - 750 Ton/Yıl
Katı partiküller (PM) - 32.500 Ton/Yıl
Hidokarbonlar - 250 Ton/Yıl
Kül - 5660 Ton/Yıl
Söz konusu vakfın yayınlarında ayrıca şunlar söyleniyor: “SO2 ve NOx gazları asit yağmurlarının oluşumundan birinci derecede sorumludurlar. Bacalardan atılan kükürt ve azot oksitler, hakim rüzgarlarla ortalama 2-7 gün içerisinde atmosfere taşınırlar. Bu zaman süresi içinde bu kirleticiler, atmosferdeki su partikülleri ve diğer bileşenlerle tepkimeye girerek sülfürik asit ve nitrik asiti oluştururlar. Bunlar da yeryüzüne yağmur ve kar ile ulaşır. Böylece baca gazları ikinci kez ve daha geniş bir bölgeye etki etmiş olurlar. Bölgenin arazi yapısı ve hava koşullarına bağlı olarak, etki yüzlerce kilometreye kadar yayılabilmektedir. Asit yağmuru denilen bu olgu yalnızca canlılar için değil, taş yapıtlar ve eski sanat eserleri için de önemli bir tehlike oluşturmaktadırlar.”
Sadece termik santrallerin tek başına doğaya verdiği zararlar böyle olduğu halde hâlâ dünyada enerji üretimi için yaygın bir şekilde kullanılıyorlar.
İnsan eliyle doğada yaratılan yıkım, sadece çevre kirliliğinden ibaret değildir. Doğanın çeşitli şekillerde tahrip edilmesi de bu yıkımın bir parçasıdır. Ormanların bilinçsiz bir şekilde kesilmesi, hayvanların deri ve kürkleri için bilinçsizce avlanması, doğadaki madenlerin aşırı kullanımı ve buna ek olarak uzay atıkları bu tahribin ilk akla gelenleridir. Sadece Amazon ormanlarında yapılan ağaç kesimleri yüzlerce canlı çeşidini yok etmiştir. Keza Afrika ormanlarının giderek çölleşmesi tahribatın başka bir örneğidir.
Kyoto Protokolü
Küresel ısınmaya ve çevre sorunlarına karşı toplumsal duyarlılık ve mücadeleler ister istemez dünya burjuvazisini göstermelik de olsa bazı adımlar atmaya zorlamıştır. Bu çerçevede atılan adımlardan biri Kyoto Protokolü’dür ve küresel ısınma sorununa karşı imzalanan ilk uluslararası anlaşmadır. İlk defa 1997 yılında gündeme gelse de ancak 2005 yılında yürürlüğe girebilmiştir. Kyoto Protokolü’nün ana amacı, küresel ısınma sorununa dikkat çekilerek, “karbon ve sera” gazlarının doğaya salınımlarının sınırlandırılmasıdır. Protokol, doğadaki sera gazının en az %5’e indirilmesi, motorlu araçlarda CO2 çıkışının düşürülmesi, çevresel çöp depolama tesislerinin yapılması, termik santrallerin daha kontrollü inşası, nükleer enerjinin ön plana çıkarılması, güneş enerjisi ve yenilenebilir kaynaklara yönelmek gibi hedefler içermektedir.
Ne var ki gelinen yerde sözleşmenin sadece kağıt üzerinde kaldığı görülmüştür. Nitekim 2015-16’da Paris İklim Sözleşmesi’nin imzalanması (ki ABD sonradan çekilmiştir bu anlaşmadan) bunun bir itirafı olmuştur. Geçtiğimiz yıllarda Avrupa’daki bazı otomotiv firmalarında “karbon salınımı” konusunda patlak veren kriz, otomotiv tekellerinin soruna yönelik bakış açılarını gözler önüne sermektedir. Ayrıca termik ve nükleer santrallere her geçen gün yenileri eklenmeye devam ediyor.
Paris İklim Sözleşmesi’ni imzalamayan ülkelerden biri olan Türkiye, enerji ihtiyacının en büyük bölümünü kömür ve doğalgaz ile çalışan termik santraller ve halen yapımlarına devam edilen hidroelektrik santralleri (HES) ile karşılamaktadır. Son yıllarda Rusya ile yapılan anlaşmalar çerçevesinde Akkuyu, Sinop ve Kırklareli’de kurulması düşünülen nükleer santraller tüm çevre sorunları göz ardı edilerek onaylanmıştır. Keza ormanların talan edilerek ranta açılması, yol çalışmaları çerçevesinde Kuzey Ormanlarının yok edilmesi, fabrikaların denetimsizliği, yoğun kömür kullanımı yağmacı AKP iktidarı döneminde katbekat artmıştır.
Türkiye ne yazık ki temiz enerji alanında diğer kapitalist ülkelerin çok çok gerisinden gelmektedir. Bu tablo sadece bugünkü iktidar sahiplerinin değil, bir bütün olarak sermaye düzeninin eseridir. Tüm olgular göstermektedir ki kapitalist sistem parçalanıp tarihin çöplüğüne gömülmeden, çevre sorunları kesin olarak çözüme kavuşamayacaktır.