Washington ve Tahran, İran'ın muhtemel nükleer silah edinimiyle ilgili zorlu bir müzakere sürecinin ortasında. Bu görüşmelerin, üzerinde anlaşmaya varılmış bir formülle sonuçlanma ihtimali ise nispeten düşük; zira her iki ülkede de anlaşmaya karşı olan ve bunu sabote etmek için var gücüyle çalışan güçlü kesimler var.
Amerika Birleşik Devletleri ve Batı Avrupa'daki standart görüş, meselenin, güvenilmez olduğu varsayılan İran'ın nükleer silah edinip İsrail'e ve genel olarak Arap dünyasına musallat olmasının nasıl engellenebileceği yönünde. Ancak esas meselenin bununla alakası yok. İran'ın nükleer silah edindiği takdirde bunu kullanma ihtimali, halihazırda bu silahlara sahip olan diğer 10 ülkeden herhangi birinin böyle bir hamle yapma ihtimali ile aynı. Üstelik Tahran, bu silahları hırsızlık ya da sabotaja karşı koruma konusunda muhtemelen çoğu ülkeden daha yüksek bir kapasiteye sahip.
Asıl mesele bambaşka bir şey. İran'ın nükleer güç olmasının engelleme çabası, su fışkıran bir deliği parmağınızla tıkamaya benziyor. Öyle ki, parmağınızı çekerseniz ortalığı sel basacak. Dünyada bugün 10 nükleer güç varsa, parmak delikten çekildiği takdirde bunun birden bire 20-30'a çıkmasından korkuluyor. Bunu net bir şekilde görmek için nükleer silahların geçmişini incelemek gerekiyor.
Hikaye, İkinci Dünya Savaşı döneminde başlıyor. ABD ile Almanya, karşı tarafın üzerinde kullanılacak bir atom bombası yapma konusunda amansız bir rekabet içinde. Almanya bu alanda başarılı olamayıp vazgeçti, fakat ABD çok daha ileri bir noktadaydı. O noktada iki gelişme yaşandı. ABD ve Sovyetler Birliği, 17 Temmuz - 2 Ağustos 1945 tarihlerinde Almanya'nın Potsdam şehrinde bir araya geldiler. Potsdam Konferansı'nda, Almanya'nın teslim olmasından (8 Mayıs 1945) üç ay sonra, yani 8 Ağustos 1945'te Sovyetlerin'in Japonya'ya karşı savaşa girmesini kararlaştırdı. ABD, Almanya ile savaşın sona ermesinden sonra, 16 Temmuz 1945 günü ilk nükleer patlama denemesini yapmıştı.
Sovyetler Birliği'nin Japonya ile savaşa girmek için söz verdiği tarihten iki gün önce, 6 Ağustos 1945 tarihinde ABD, Hiroşima'ya atom bombası attı. Sovyetler Birliği, sözünü tutup 8 Ağustos'ta Japonya'ya karşı savaşa girerken, ABD de 9 Ağustos günü bu kez Nagazaki'ye ikinci bir atom bombası atarak, ilk bombardımanın tek seferlik bir olasılık olmadığını gösterdi.
Peki bu bombalar neden atılmıştı? Resmi argümana göre, bombardıman sayesinde savaşın süresi ciddi şekilde kısalmıştı. Öyle de olmuş olabilir. Bunu tam olarak bilmenin imkanı yok. Fakat bombaların, ABD'nin gücüne dair Sovyetler'e verilmiş bir mesaj olduğu varsayımı da akla yatkın. Bombardımanın manidar zamanlaması da bu varsayımı destekliyor.
Daha sonra ne oldu? Savaş dönemi taahhütlerinden dolayı ABD, anında İngiltere ile teknik bilgi paylaşımına gitti. Ardından dünya genelinde atom silahların yasaklanmasını öngören uluslararası bir anlaşma yapılmasına kalkışıldı, fakat bu girişim başarısızlıkla sonuçlandı. 1949 yılında Sovyetler Birliği kendi patlama deneyini gerçekleştirerek dünyanın ikinci nükleer gücü olurken, İngiltere de 1952 yılında yaptığı denemeyle üçüncü sıraya oturdu.
Nükleer güçler yeni emsaller istemiyor
Nükleer silah sahibi olan ABD, İngiltere ve Rusya'dan oluşan "Büyük Üçlü", listenin bununla sınırlı kalmasını istiyordu, lakin bir patlama denemesi de, önemli bir güç olma iddiasını sürdürmeye kararlı olan Fransa'dan 1960'ta geldi. Fransa'yı1964 yılında Çin takip etti. Çin'in 1971 yılında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ne (BMGK) girişiyle birlikte artık konseyin 5 daimi üyesinin tamamı, nükleer silah sahibi hale geldi.
Bir kez daha, nükleer silah sahipleri, listeyi kendileri ile sınırlı tutmaya çalıştılar. Nükleer program yürüten 10-20 kadar ülke daha vardı ve bunlar, zaman içinde nükleer kulübüne katılacak duruma gelecekti. 5 nükleer güç, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesine İlişkin Anlaşma (NPT) isimli bir anlaşmaya öncülük etti.
NPT esasında bir alışverişe dayanıyordu: İmzacı ülkeler, nükleer silah geliştirme konusundaki tüm çabalarından vazgeçecek; karşılığında ise nükleer silah sahibi 5 güç, ellerindeki nükleer silah miktarını azaltma gayreti gösterecek ve nükleer silah sahibi olmayan ülkelerin, barışçıl amaçlarla nükleer güç kullanabilmesi için gereken maddi yardımı sunacaktı.
Anlaşma bir noktada son derece başarılı oldu. Neredeyse tüm ülkeler anlaşmayı imzalarken, nükleer programa başlamış olanların da hemen hepsi bu çalışmalara son verdi. Diğer taraftan, NPT'nin faydasını kısıtlayan iki negatif unsur söz konusuydu:
1) Anlaşmayı imzalamayı reddeden veya daha önce imzalayıp sonradan vazgeçen ülkeler için yapılabilecek pek bir şey yoktu. Nitekim, imza atmayı kabul etmeyip daha sonra bomba denemesi yapan birçok ülke oldu. 1974'te Hindistan, muhtemelen 1979'da İsrail, 1998'de Pakistan ve 2008'de Kuzey Kore denemeler yaptı. İsrail, bu alandaki bilgi birikimini ortağı Güney Afrika ile paylaştı. Pakistan da kimi ülkelere bilgi ve silah satışına başladı.
2) Barışçıl kullanımla ilgili bilgi birikiminin, (hızla) nükleer silah yapımına aktarılmasını engellemenin teknik açıdan son derece zor oluşuydu. Zenginleştirilmiş uranyum ve plütonyumun silah yapımında kullanılıyor olması ve "çifte kullanım teknolojisi", temel teknik sıkıntılardı.
1957 yılında, ülkelerin nükleer enerjiyi barışçıl amaçlarla kullanım kabiliyetini artırmak maksadıyla Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (IAEA) kuruldu. Ancak kurum, daha sonra biraz çatışmalı bir role bürünmek suretiyle nükleer enerji konusundaki bilgilerin kötüye kullanılmasına karşı idari tedbirler getirmeye başladı.
1993 yılında ise IAEA'ya kötüye kullanımın denetlenmesi konusunda çok daha fazla yetki veren bir "ek protokol" kabul edildi. Ama en az 50 ülke, ek protokolü imzalamayı reddetti. Ek protokol, sadece imzacı ülkelere uygulanabiliyor.
Amerikan gücünün düşüşe geçmesiyle birlikte (buzdolabına kaldırılmış) tüm meseleler yeniden açıldı. ABD'nin nükleer silahların yayılmasına karşı olduğu açık, lakin artık bunu askeri güç tehdidiyle makul bir şekilde önleyebilecek durumda değil.
ABD'nin zayıflamasıyla, daha önce çatışmalarda Washington'dan gelecek askeri desteğine bel bağladıkları veya onun iç siyasetlerine müdahale edeceğinden korktukları için nükleer silahları reddeden birçok ülke, bu kararlarını yeniden değerlendirme noktasına geldi.
Nitekim Japonya Başbakanı Şinzo Abe'nin bir süre önce yaptığı açıklamalar da aynen bu yönde. Elbette böylesi bir gözden geçirmenin, ülkenin yakın çevresinde kötü etki yaratma olasılığı da yüksek. Japonya bu doğrultuda giderse, Güney Kore, Avustralya ve muhtemelen Tayvan da onu izleyecektir.
Mısır, Suudi Arabistan, Irak ve Türkiye de nükleer olasılığını düşünmeye başlarken, Brezilya ve Arjantin de bu fikre çok uzak değil. Hatta İsveç, Norveç, İspanya ve Hollanda gibi Avrupa ülkelerinin bile nükleer programa başlama ihtimali söz konusu. Sovyetler Birliği'nin eski nükleer bölgeleri Belarus, Ukrayna ve Kazakistan'ın ise bu alanda yeniden faaliyete geçmek için gerekli bilgi birikimine sahip oldukları malum.
Dolayısıyla, ABD ile İran arasında anlaşma sağlanamazsa, parmak delikten çekilmiş olacak. İşte bu zorlu müzakerelerde söz konusu olan tehlike tam da bu.
Yale Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi ve 30’dan fazla kitabın yazarıdır. Bunlar arasında Modern Dünya Sistemi (The Modern World System) (dört bölüm halinde yayınlanmıştır ve iki bölümün daha eklenmesi beklenmektedir) bulunmaktadır.
Prof. Wallerstein’in onlarca yıllık çalışmaları, küresel kapitalizm eleştirileri ve ‘sistem karşıtı hareketleri’ desteklemesi, dünya çapında tanınan bir sosyal analiz uzmanı olarak tanınmasını sağlamıştır.
Al Jazeera Türk / 23.04.14