2008’de Amerikan emperyalizminin yönlendirmesiyle Gürcistan’ın Güney Osetya’ya başlattığı saldırı, Rusya’nın sert müdahalesine yol açmış ve kısa sürede Gürcistan yönetiminin teslim olmasıyla sonuçlanmıştı. Rusya’nın ilk kez Amerikan emperyalizminin kendi nüfuz alanlarına bu derece müdahale etmesine bu sertlikte cevap vermesi, ciddi bir hegemonya krizi ile yüz yüze olan emperyalistler arasındaki ilişkilerde yeni bir dönemin kapısını açmıştı. Çünkü ilk kez bir emperyalist rakibi, daha önce hegomonik konumu tartışılan Amerikan emperyalizminin karşısına silah elde çıkıyordu.
Aşağıda sunduğumuz bu gelişmelerin yaşandığı sırada yayınlanan Kızıl Bayrak başyazıları, gelişmelerin anlamını ve yaratacağı sonuçları tam da bu tarihsel ve ilkesel esaslarıyla üzerinden ortaya koyuyor, “Emperyalist dünyanın iç ilişkilerinde yeni bir dönem” vurgusunu yapıyordu. Bugün yaşanmakta olan Ukrayna krizi işte tam da 2008’de Gürcistan-Rusya savaşı ile açılan bu yeni döneme aittir.
Dolayısıyla bugünkü krizi tarihsel ve ilkesel esaslarıyla anlamak bakımından anlamlı gördüğümüz bu yazılardan ”Emperyalist dünyanın iç ilişkilerinde yeni bir dönem” başlığını buradan oluduğu gibi yayınlıyoruz. Diğer yazıyı ise arşivimizden (http://www.kizilbayrak.org/2008/sikb.08.33/sayfa_04.html) okuyabilirsiniz...
Rusya-Gürcistan savaşı emperyalist dünyanın iç ilişkilerinde bir dönüm noktasını işaretlemektedir. Savaşı izleyen günlerin uluslararası gelişmeleri, bunu giderek daha açık biçimde ortaya koymaktadır. 18 aydır pazarlıkları süren ABD-Polonya “Füze Kalkanı” antlaşmasının bu savaşı izleyen günlerde apar topar imzalanması, Rusya’nın anında bunu kendisine yönelmiş kaba bir saldırı sayarak Polonya’yı bundan böyle “yüzde yüz hedef” ilan etmesi ve bu girişime yeni askeri önlemlerle yanıt vereceğini açıklaması, olağanüstü olarak toplanan NATO’nun Rusya’ya meydan okurcasına Gürcistan ve Ukrayna’nın üyeliğe alınma sürecinin hızlandırılacağını açıklaması, Rusya’nın NATO ile askeri işbirliğini askıya alması, yıllardır Karadeniz sularına donanmasıyla çıkmak isteyen ABD’nin Türkiye’deki işbirlikçilerinin sözde direnişini kırarak buna yönelik ilk sembolik adımı nihayet atması, tüm bunlar dünya politikasında yeni bir dönemin ilk işaretleridir.
Artık yeni bir döneme girilmiştir. Bu yeni dönemin temel özelliklerinden ilki, emperyalist dünyadaki hegemonya krizinin derinleşmesi ve bunu adım adım belirli bloklaşmaların izlemesidir. İkincisi, yıllardır kıyasıya bir biçimde fakat örtülü ya da dolaylı olarak sürmekte olan emperyalist nüfuz mücadelelerinin bundan böyle daha açık biçimler içinde seyredecek olmasıdır. Üçüncüsü, bu cepheden karşı karşıya gelişin dolaysız bir sonucu olarak silahlanma yarışının yeni bir düzeyde tırmanmasıdır. Bir dördüncüsü ise bölgesel bunalımların ve zaman zaman savaş biçimini alacak yerel çatışmaların bundan böyle daha da çoğalmasıdır.
Doğu Bloku’nun çöküşü ve Sovyetler Birliği’nin dağılması, ABD emperyalizmini dünyanın rakipsiz tek süper devleti haline getirmiş görünüyordu. Ama bu, sonraki olayların da gösterdiği gibi, emperyalist dünyanın hegemonik gücü olarak onun için sorunların bittiği değil, tersine tam da başladığı yerdi. 11 Eylül olayları sonrasında kaleme alınmış bir değerlendirmede bu sorun alanları şöyle özetlenmekteydi:
“Varşova Paktı’nın çökmesi ve Sovyetler Birliği’nin dağılması, bir yandan ABD’yi dünyanın tek süper gücü haline getirirken, öte yandan orta vadede onun bu konumunu tehlikeye düşürecek dinamiklerin de önünü açtı. Bu bir yeni sorunlar alanıydı. O güne kadar Sovyet Bloku’na karşı kendi himayesinde bulunan Avrupalı emperyalistler ile Japonya’nın bundan böyle de denetim altında tutulması, ortaya çıkan bu yeni sorunlardan ilkiydi. O güne kadar Sovyetler Birliği’nin etki sahasında bulunan ve yeni durumda iç sorunlar ve dış kışkırtmalarla bir kaosa sürüklenen ülke ve bölgelerin ABD’nin çıkar ve ihtiyaçlarına göre yeniden biçimlendirilmesi, bir başka temel önemde sorundu. Düne kadar Sovyetler Birliği’nin varlığının sağladığı denge ya da bizzat ondan güç alarak ABD’nin çıkar ve ihtiyaçlarına aykırı davranabilen ülkelere boyun eğdirilmesi bir başka sorunlar alanıydı. Buna Rusya’nın yeniden toparlanmasını dizginleyerek onu kendi himayesinde bir ülke olarak tutmaktan Çin’in yükselişinin yarattığı tehlikeleri önlemeye kadar temel önemde başka bazı sorunlar da eklenebilir...” (H. Fırat, Dünya Ortadoğu ve Türkiye, Eksen Yayıncılık, s.356-57 )
Bu özetin ışığında dönülüp dünya olaylarına bakıldığında, Körfeze yönelik birinci emperyalist savaştan (1991) başlayarak son Gürcistan kışkırtmasına kadar ABD’nin attığı her adımın, bu sorunları kendi lehine çözmek ve böylece emperyalist dünya hegemonyasını süreklileştirmek, hayalini kurduğu emperyalist dünya imparatorluğunu kurmak amacına yönelik olduğu görülür. Körfez’e yönelik her iki savaş (1991 ve 2003), Yugoslavya savaşı (1999), Avrasya hamlesinin ifadesi olarak Afganistan savaşı (2003), bu politikanın gereği olarak gündeme getirildiler. NATO’nun Doğu Avrupa’ya ve eski Sovyet cumhuriyetlerine yönelik olarak AB genişlemesini bir adım önden izleyen sürekli genişlemesi, bu aynı amaca yönelikti. “Renkli devrimler” olarak sunulan kışkırtma ve komplolarla elde edilen başarılar, Doğu Avrupa’ya ve Balkanlar'a yeni üs ve tesislerle yerleşmeler, İsrail’in her yolla desteklenerek sürekli tahkim edilmesi, savaş tehdidi eşliğinde İran’a yönelik saldırganlık, son olarak Rusya’ya karşı büyük bir kışkırtma anlamına gelen sözde savunma amaçlı füze kalkanı projesi, tüm bunlar şaşmaz biçimde aynı emperyalist dünya imparatorluğu stratejisinin ürünüydüler.
ABD emperyalizmi tüm bu adımlarlarla bir yandan bir dizi yeni stratejik mevzi ve üstünlük elde etmeyi, öte yandan ise bunun da yardımıyla muhtemel rakiplerini denetim altında tutmayı ve onları kendine tabi kılmayı amaçlıyordu. Onun geride kalan yıllar içinde bu amaçlar doğrultusunda önemli bir dizi başarı elde ettiği bir gerçektir. Doğu Avrupa ve Balkanlar adım adım ele geçirilmiş, Rusya Kafkasya’yı içerecek tarzda kuşatılmış, Irak ve Afganistan’a el konulmuş, NATO’ya bu amaçlar doğrultusunda yeni bir biçim verilmiş, dahası, tüm bunlar arada başgösteren çeşitli sorunlara rağmen Avrupa ve Japonya üzerindeki denetim korunarak başarılmıştır.
Ama bu aynı politikada belirli sınırlara gelindiği ve kaçınılmaz bir gerilemenin başladığı da bir başka gerçektir. Bu tersine dönüşün temel dinamiği, hiç kuşku yok ki, emperyalist müdahale ve işgallerin hedefi olan halkların ezilemeyen direniş oldu. Irak ve Afganistan, ele geçirilmiş iki mevziden çok, ABD’ye sürekli güç ve itibar kaybettiren iki bataktır artık. Filistin ve Lübnan halklarının ABD destekli siyonist savaş makinesine karşı direnişi tüm çabalara rağmen ezilemiyor. Öte yandan, Avrasya seferine çıkarak dünya imparatorluğu kurmak isteyen ABD, uzun onyıllar kendisi için uyumlu bir “arka bahçe” oluşturmuş Latin Amerika’da giderek daha çok güçlenen ve gücünü de dolaysız halk desteğinden alan bir muhalefetle yüzyüze kalmıştır ve halen buna karşı ne yapacağını bilememektedir.
Halklar cephesinden gelen tüm bu direnmeler, etkilerini emperyalist dünyanın iç ilişkileri üzerinde de dolaysız olarak gösterdiler. Irak savaşına bazı emperyalist güç odaklarının muhalefetine rağmen ve onları hiçe sayarak giren Amerikan emperyalizmi, çok geçmeden bir batağa battığını görünce, dönüp onların desteğini istemek ve atacağı yeni adımlarda onların çıkar ve beklentilerini hesaba katmak zorunda kaldı. Küstah bir meydan okumanın ve dünya politikasını bundan böyle tek yanlı olarak kendi başına belirleme iddiasının ardından düştüğü bu durum onun için ciddi bir zaafiyetin göstergesi oldu.
Gelinen yerde ise, bugüne kadar kendi gerici-emperyalist çıkarlarını ABD ile bağdaştırmaya, herşeye rağmen onun suyundan gitmeye, onu cepheden karşıya almamaya, bu kaygıyla onun çeşitli emperyalist girişimlerini desteklemeye ya da en azından sineye çekmeye özen gösteren emperyalist güçlerden birinin ilk kez olarak açık bir meydan okuması sözkonusudur. Rusya’nın Gürcistan’a yönelik ezme harekatı bunun ifadesi oldu ve emperyalistler arası ilişkilerde yeni bir dönemin başlangıcını işaretledi.
Emperyalist dünyanın kendi iç ilişkileri bakımından bu son gelişmenin açık anlamı sistemde kendini giderek daha belirgin bir biçimde gösteren bir hegemonya krizidir. İlk kez olarak emperyalist güçlerden biri, fiili bir tutumla, sıcak bir savaşla, hegemon güç olan Amerikan emperyalizminin karşısına dikilmiştir. Bu yeni bir durumdur ve kendi türünden bir ilk örnektir.
Kuşkusuz yıllardır sonu gelmeyen bir kuşatma saldırısına maruz kalan Rusya her aşamada buna bir biçimde itiraz etmiş, tepki göstermiş, kendi hak ve çıkarlarına özen ve saygı gösterilmesini talep edip durmuştur. Fakat ilk kez olarak, bunu ABD’den dilemek yerine, onun piyonu durumundaki bir devlete karşı kendi savaş makinesini harekete geçirmek ve kendisine yönelik kuşatmayı pekiştirmeye yönelik ABD destekli bir saldırıyı püskürtmek yoluna gitmiştir. Tümüyle yeni ve büyük anlam yüklü olan gelişme budur. ABD yönetiminin gösterdiği sert tepki ve savurduğu ağır tehditler de, bu gelişmenin taşıdığı özel anlam ve önemin bir doğrulanmasıdır.
Emperyalist dünyanın kendi iç ilişkileri bakımından bugünkü durumun kendine özgü yanı şudur: Gerileyen, güç, etki alanı ve prestij kaybeden ABD’nin emperyalist dünya üzerindeki hegemonyası sarsıntı geçirmektedir. Fakat bunu ondan devralmaya yeltenecek, bu amaçla onunla başa güreşmeye yönelecek herhangi bir emperyalist güç de ortada yoktur. Bu anlamda ABD hala da rakipsizdir. ABD’den rahatsız olan, çıkarları onunla çelişen emperyalist güçler, bugün için daha çok da Rusya ile Çin, yeni hegemon güçler olarak onun yerine geçmeyi değil fakat dünyaya hükmetme gücünü onunla paylaşmayı talep etmektedirler. Vladimir Putin’in 43. Münih Güvenlik Konferansı'ndaki (Şubat 2007) büyük yankı yaratan konuşmasında dile getirdiği “çok kutuplu dünya” istemi de bunun ifadesi idi. İstem yeni değildir, fakat ilk kez olarak fiili bir tutumla somut bir anlam kazanmıştır, yeni olan budur.
ABD gerileyen bir hegemon emperyalist güçtür, fakat bunu rağmen de halen çok güçlüdür ve kendi yerini almaya heveslenecek çapta bir emperyalist rakipten de yoksundur. Bu ikili durum onun saldırganlığını şiddetlendiren bir etki yaratmakta, son kriz vesilesiyle de görüldüğü gibi uluslararası ortamı tehlikeli biçimde germektedir.
Olayların yakın gelecekte tam ne yönde seyredeceği henüz belli değildir. ABD peşpeşe attığı adımlarla (Polonya antlaşması, Ukrayna ve Gürcistan’a NATO üyeliği vaadi, Gürcistan’ı yeniden silahlandırma hazırlığı, Karadeniz sularına çıkma isteği ve girişimi vb.) halen gerilimi fütursuzca tırmandırmaktadır. Yine de, özellikle çıkarları bugün için Rusya ile bu türden bir karşı karşıya gelişe uygun düşmeyen Almanya ve Fransa’nın girişimleriyle, olayların belirli bir düzeyde ve bir süreliğine yatıştırılması da ihtimal dahilindedir. Fakat her halükarda Rusya-Gürcistan savaşı öncesine dönmek olanağı yoktur.
Emperyalist dünyanın iç ilişkilerinde yeni bir dönem kesin olarak başlamıştır.
Kızıl Bayrak
(SY Kızıl Bayrak, 15 Ağustos 2008, Sayı 33)