Biraz öfkeliyim.
Birisi size bunu söylediğinde ilk yoklamanız gereken, yakın tehlike bulunup bulunmadığıdır. “Yani ne yaparsın öfkelenince? Mala-davara bir zararın olur mu?” demelisiniz. Hapisteyim; evdeki kilimi bozup heybe yapabilirim şimdilik. Ama hep burada kalmayacağım.
Aslında iki tür öfkem olduğunu ayırt edebiliyorum. Birisi artık tamamen kişiliğimle kaynaşmış durumda: Yoksulluğa, zulme, açlığa, faşizme karşı öfke. Zamanla azalmıyor; çok alevlendiğinde bile bünyeme bir zararı yok. Sınıf mücadelesi içinde sadece akılla değil, duygu ve ahlakla da ezilenlerden yana olmamı, devrimci kalmamı sağlıyor. “Sınıf kini” diyebiliriz; şikayetim yok.
Üzerinde konuşmak istediğim bu değil. Ama yine de “Ben sınıflı topluma inanmıyorum, kimseye öfkelenip kin falan tutamam!” diyecekler için bu durumu anlamanın zorluğunu fark edebiliyorum. Size de şöyle bir bakış açısı sunmaya çalışayım: “Siyasi suçlular büyük bir şey uğruna acı çekme ihtiyacı duyan bireylerdir.” diye tasnif etmiş bizi meşhur Lombroso. Biraz gayret ederseniz, gözünüze ilginç bile görünebiliriz: “…işvereni tarafından kolu kırılan bir çırağı gördükten sonra anarşist olan birini ve İtalyan anarşist Caserio’nun Lombardiya’daki işçilerin yoksulluğunu anlatırken nasıl ağladığını…” incelediğini anlatan ve solculuğun “ahlaki çılgınlığın bir türevi” olduğundan şüphelenen Lombroso; “Siyasal suçlular isteri kurbanıdır.” şeklinde basitçe açıklamış durumumuzu.(i) Sonuçta bir yerden anlamaya başlamak gerekiyor, sola pek hevesiniz yoksa buradan başlayın.
İkinci ve hiçbir faydası bulunmayan türdeki öfkem ise mutsuzluk verici. İşte şimdi tam ondan söz etmek için yazıyorum. Geldiğini hissettiğimde genellikle edebiyata sığınırım; öfkemin zehrini azaltsın, fazla çirkinleşmesin diye. Elbette sadece okur olarak. Yine de işe yarar.
Tabii, çok daha iyisini yapabilenler var. Picasso’nun son dönem eserleri için; “Onlar resim değil, boyayla küfrediyordu.” der John Berger.(ii) “İspanyolların küfürbazlıklarından gurur duyduklarını herkes bilir. Ettikleri küfürlerin yaratıcılığına hayrandırlar ve küfretmenin bir onur belirtisi, hatta onurluluğun bir kanıtı olabileceğini bilirler.” diye mazur bile gösterir. Bazen sanatsal değil sınıfsal bir izin vardır. Kendisi de tutsaklık görmüş bir meslektaşımız olan Ali Eşki ile birlikte “Grizu” romanı hakkında yayınladıkları çok güçlü eleştiri kitabında Yücel Fuat Filizler; “Küfür ne zaman sınıf kültürünün bir parçasıdır?” sorusunun cevabını şöyle aktarmış: “…gerçekten de bir dayanışmaya, gizli-açık direnişe hizmet ediyorsa o zaman…” (iii)
Maden işçisi veya İspanyol olmadığıma göre, ben derdimi uzun yoldan anlatacağım mecburen.
İkinci duruşmamız yapıldı.
Meslek hayatımda gördüğüm en pervasız cahilliğe, hileye ve düşmanlığa maruz kaldık. Ama sizi yanıltmasın; öfkemin yargıçlarla bir ilgisi yok. Çeyrek yüzyıl boyunca, yargıçlara son derece haklı nedenlerle çok öfkelenmiş sanıklar gördüm; yani ayıp değil, öfkelenilebilir. Hatta bu öfke, o kadar insanlık durumuna ilişkindir ki, yer ve zaman fark etmeksizin daima karşımıza çıkar. Borges; “Tanrıbilimciler” öyküsünün mahkeme sahnesinde bunun sonuçlarını şöyle tarif eder: “Yazgısı iki dudaklarının arasında olan insanlarla tartışırken, alaycı ve yaratıcı deyişler kullanma yanlışına düştü. Ekim ayının yirmi altısında, yargıçlar üç gün üç gece süren bir tartışmadan sonra Yohannes’in yakılarak öldürülmesine karar verdiler…” (iv)
Yargıçlarından daha zeki, ahlaklı veya eğitimli olduğunu, öfkeyle onlara belli etmiş her sanığın klasik akıbeti, Yohannes’in öyküsündeki gibi olacaktır. Size verebileceği bundan başka bir adalet, yargı veya öfke bulunmayan Yahudi-Hıristiyan teolojisinin kökeni, Yunan mitolojisine uzanır. Oysa ben, hem yargı hem de öfke için İskandinav mitolojisi tercih ederim. Onların yargıda tek ölçütü “temiz bir dövüş”tür. Meydanda göğüs göğüse çarpışılan haysiyetli bir savaşta ayakta ölenler, hangi tarafta olduğuna bakılmaksızın “Valhalla”ya gider.(v) “Hel” veya cehennem ise, yine hangi taraftan olursa olsun, hile ile dövüşenler ve savaştan kaçıp yatağında ölenler içindir.
Öfkeyi de saygıyı da aynı yere gideceklerimize saklarız. Ötekilerle burada olduğu gibi, orada da yatağımız ayrı serilmiştir. Öfkelenmeye değmezler; sınıf kini yeterli olur.
Dolayısıyla öfkem bizimkilere; bu “biz” hâlâ bir anlam ifade ediyorsa tabii.
Ben avukatım.
Türkiye Barolar Birliği, bir avukat meslek örgütü. Ortada, sözde bir “yargı kararı” bile yokken, meslektaşlarının bir kısmına “militan avukat” diye yafta yapıştırmak, meslek örgütü yöneticilerinin hakkı da haddi de değil. Kimin için söylendiğinin de kıymeti yok; bugün değilse yarın hepimiz için söylenecek. Meslek odası yöneticisi ne demek? Kim bunlar? Mesleğin can çekiştiği bu ölüm-kalım gününde ne yapıyorlar? Ağızlarında geveleyip durdukları “hukuk devleti”, “yargı bağımsızlığı”, “savunma dokunulmazlığı” nedir? Dillerine pelesenk ettikleri “Cumhuriyet ilkeleri”nden ne anlarlar? Aralara serpiştirilmiş “asla” ve “daima” dışında ne var elimizde? Kendilerini hiçbir yükümlülük altında görmeden, sakız gibi çiğneyip durdukları geniş zaman kipindeki yaldızlı vaat ve taahhütler ne zaman yerine getirilecek?
Bu yaldız kazındığında, altından çiğ bir “devletçilik” çıkar. Küçümsemeyin; sizi hemen iktidar yapmayabilir ama ufak tefek bir sağ partinin başına kapağı atabilirseniz, ittifaklara alınmanıza, vekil hatta bakan olarak devşirilmenize yarar. Yok, eğer o kendine has mütedeyyin sağ siyaset dilini kıvıramayacak gibiyseniz, ana muhalefet partisinin “sağ kanadına” yerleşip oradan da “devletlû” olabilirsiniz. Yani, dükkanın tezgahı sola doğru açıldı diye kimse yadırgamaz. Diyeceksiniz ki; meslek örgütünde “devletçiliğin” bu türünden ne ekmek yenir acaba? Onu da göreceğiz hep birlikte; deniyorsunuz işte…
Melodram, gerçekten bir meslek örgütüne ihtiyaç duyduğunuz anda başlar. Hani bunlar varken “asla” zarar görmeyecek ve eğer başınız sıkışırsa “daima” sahip çıkacakları siz; avukatlar. İşte o zaman, varlıklarının ve taahhütlerinin ne anlama geldiğini öğrenirsiniz: “Demain on rase gratis!”; “Yarın tıraş bedava!”
Saldırıya uğradığınızda, tutuklandığınızda, mesleğinizi yapmanız engellendiğinde, hatta bazen katledilme tehdidi altında can derdiyle kapılarına gittiğinizde; size, duvara asılı “şimdiki zaman” ilkesi gösterilir: “Bugün demedik! Yarın…” O hamasi tören nutuklarının “asla”ları, “daima”ları, şimdinin bedel isteyen ihtiyacına kör ve sağırdır. Hayatları bu yalan üzerine kurulmuştur: Kalın konuş, sakın bedel ödeme ve hiçbir zaman “bedava tıraş” yapma.
Levinas’ın anlattığı bir hikayeye göre; Nazi işgali sırasında, sarhoş bir berber, yoldan geçen askerleri ücretsiz tıraş eder.(vi) Faşizm, imkansız olanı şimdiye dönüştürmüştür. Soğuk berber şakasının vaadi, nihayet yerine getirilmiştir. İşte sizden tek umudumuz! Madem bir kere oldu, tekrar da edilebilir diye inanmak istiyor insan. Faşizm geldiğine göre, tek eksiğiniz alkol gibi duruyor. İçin biraz. “Durduk yere nasıl içelim; ortam lazım.” denebilir. O zaman öncelikle, hacı olduğu için içmediğini tahmin ettiğim Adalet Bakanı’na “etli pilav” ziyafetleri vermeyi bırakıp “siz size” oturmayı alışkanlık haline getirmelisiniz.
Ülkede aynı anda en fazla sayıda avukatın tutuklu bulunduğu dava dosyasının celse ara kararının verileceği gün, avukatlık yaptıkları için saldırıya uğrayan meslektaşlarınızla ilgilenmek yerine bakan doyurup, “bakanlı fotoğraf” çektirmek derdine düşerseniz, şimdiki zaman elinizden kayıp gider. Başka bir deyişle, sarhoş berberin yakaladığı tarihsel anı kaçırırsınız; gününüz geçer. Belki de çoktan geçmiştir.
Faşizmi normalleştirmeyin. Faşizm geldiğinde kabine, parti ve devlet ayrı şeyler olabilirmiş gibi kendinizi kandırmayın. Bu “naneyi” en son yiyen Weimar Cumhuriyetçilerinin sonu, kulağınıza küpe olsun. Sizin bunların yanında görünmekten elde edeceğiniz sosyal veya ticari faydayı bilemem, ama bunların sizi yedeklerine alıp, hareketsiz bırakmaktan elde ettiği faydayı görüyorum. Alıcı gözle bakan herkes görüyordur.
“Özçekim” bir kadraj sanatıdır. Ne kadar uzun çubuk kullansanız da haysiyet, faşizmle aynı kareye sığmaz. Kafadan, kulaktan kesmezse, onurunuzdan kırpar. Nesiniz siz? Solcuyu geçtim, cumhuriyetçi mi? Eğer arkadaki soluk perdede “Cumhuriyet Hatırası” yazdığının farkına varamıyorsanız, zaten önünde kiminle pilav yediğinizin, kiminle fotoğraf çektirdiğinizin bir kıymeti kalmaz.
Konuşuyoruz böyle ama, bu tip heveslere sahip olanların büyük çoğunluğunu, hele ki ev sahibini, utandırmak elbette mümkün değil. Yine de bazılarında yıllar sonra, bir anlığına da olsa, yaptıklarını fark edip, utanç hissedecek bir “duyarlılık” kaldığını sanıyorum. Kim onlar derseniz, şöyle tarif edilebilir: “Duyarlı” açıkça ben solcuyum demenin, tehlikeli kabul edildiği zamanlar için icat edilmiş ilginç bir sıfattır. Eğer baro yönetiyorsanız, en azından “solcuların oyuyla seçilmiş” anlamına gelir. Yahut; demokratın, laikin, cumhuriyetçinin, ulusalcının, memleketin halini beğenmeyenin, Alevinin, Kürdün… Nasıl tarif etmeyi seviyorsanız kendinizi… Örneğin ben kendime sosyalist diyorum. “Duyarlı” da güzel bir sıfat, lakin biraz zayıf. “Duyarlılığın kas olabilmesi için ağırlık kaldırmak lazım” diyor bir yazar.(vii) İyi tespit. “Bakanlı pilav” kas değil, göbek yapar. Ağırlık kaldırın ki, duyarlılığınız güçlensin.
Ağırlık mı yok elinizin altında? Avukatlığı, yakasız bir gömlek gibi hiç korkmadan, severek, yaptıkları her işte üstlerine geçirmiş, yaşam tarzı haline getirmiş insanları düşünün.
294 gün aç kalarak F Tipi hapishanelere karşı mücadelenin ağırlığını omuzlarına alan Avukat Behiç Aşçı’yı hatırlayın.
Suruç katliamının, Ankara Garı katliamının hem tanığı hem mağdur vekili olarak, katledilenlerin tabutlarının ağırlığı altına girmiş Avukat Can Tombul’u fark edin.
Gazze bombardımanında canlı kalkan olmaya gitmiş, mazlum Filistin halkının vekili Avukat Aycan Çiçek’e özenin.
Koca Van depremini sıradan bir belediye başkanı gibi değil; evsiz, öksüz, yetim kalanların vekili olarak sırtlanıp, yaralarını sarmaya çabalamış Avukat Bekir Kaya’yı hayal edin.
Bir maden katliamının izini sürerek, aylarını Soma’da, Kınık’ta, Savaştepe’de geçirmiş; davanın değil, öldürülmüş madencilerin ve geride kalmış sevdiklerinin vekilliğini üstlenmiş Avukat Engin Gökoğlu’na ilgi gösterin.
Bir halktan tek seferde, altı milyon vekalet almış; kendisine duyulan güvenin hakkını vermek için hücresinden mücadele eden Avukat Selahattin Demirtaş’ı merak edin.
Yalnızca ülkesinde koşturmakla yetinmemiş, her milletten avukatla bir araya gelip dünyanın neresinde zulüm duyduysa, koşup mazlumlara destek olmuş Avukat Aytaç Ünsal’a heves edin.
Kaldırdıkları bütün bu ağırlıkların, bugün onları daha güçlü, daha güzel, daha avukat ve maalesef tutsak kıldığını hiç unutmayın.
Sadece onları değil; haklarında bugüne kadar verilmiş hukuka uygun tek mahkeme hükmü olan “tahliye kararı”nı, sonuna kadar uygulamakta onurlu bir ısrar gösterdikleri için meslekleri yaptırılmayan Avukatlar, Ebru, Barkın, Şükriye, Naciye, Süleyman ve Özgür’ü; onların günlerdir kaldırdığı ağırlığı düşünmeye çalışın.
Savcılıkta ifadeleri bile alınmadan haklarında dava açılmaya utanılmamış, yokluklarında suçlanan Oya’yı, Günay’ı anlayın.
Ve nihayet, dört ayaklı minarenin vekilini, dostumuz, başkanımız Avukat Tahir Elçi’yi hatırınızdan çıkarmayın. Yasını tutun, katillerinin peşinde olun; sofrasında değil. Bütün katledilenlerimiz için yapın bunu; Fuat’ın, Faik’in, Medet’in anısı için.
Çok mu ağır bütün bunlar? Avukat ölüm orucu yapmaz, canlı kalkan olmaz, cenaze kaldırmaz, dört tane ayağı olsa da minareler vekalet vermek için notere gitmez mi? Öyle olsun. Ama hani siz duyarlıydınız? Ne yapalım istiyorsunuz ilgi alanınıza girebilmek için? Siz neye “duyarlısınız” sormak ayıp değilse? Solculuğun, Müslümanlıktaki cenaze namazı gibi farz-ı kifaye olduğuna mı inanıyorsunuz? Bu insanlar yapınca, sizin üzerinizden farzın vebali kalkacak mı? Hepimiz kılmış mı sayılacağız?
Türkiye Barolar Birliği’nin başkanı ve yöneticileri; bizim avukat olduğumuza inanmanız, haklarımızı ve mesleğimizi gözetmeniz, görevinizi yapmanız için ne gerekiyor size?
“Hüseyin anlatıyordu
Bir candarma gelmiş bizim köye
Keşkek komuşlar önüne yemiş
-Sevmemiş-
Bal komuşlar parmaklamış
-Sevmemiş-
Bir Gök Mustafa varmış
-Sağ mı bilmem-
Gülü gülüvermiş de candarmaya
‘Neyliyek ağa,
Sana yumurta mı pişirek?’
Demiş.”(viii)
Maalesef sizin Adalet Bakanı’yla kırdığınız yumurtalardan bizde yok ağalar ve de hanımağalar. Eldeki avukat bu, beğenirseniz.
İçinizde tanıdığım, değer verdiğim insanlar var. Yolumuzu kesen kütüğü kaldırıp kenara atmak için güce ihtiyaç duyuyoruz. Duyarlılığa değil, kas gücüne. İçlerine sünger doldurularak dikilmiş baklava dilimli korseler, sosyal medyada “karın kası” gibi duruyor olabilir. Bir de üstüne sıkı sıkı giyinmişsiniz; başkanlık, sekreterlik, yönetim kurulu üyeliği…
Ama bu kış sonsuz değil; bitecek, yaz gelecek. Plajda mahcup olursunuz. Ağırlık kaldırın ki, gerçek kaslara sahip olalım. Gelin beraber hapis yatalım diyen yok. Hiç değilse durduğunuz yerde pilavı azaltıp mekik çekin. Meslek örgütlerimizi faşizme yedeklemeyin. Bütün bu olup bitenler normalmiş, alışılabilirmiş, kendiliğinden geçermiş gibi rol yapmayın.
Meslek örgütü fikri, “Lonca”nın dağıtılıp, mesleğe girişlerin halka açılmasına dayanır. Kötü bir fikir de sayılmaz ama maalesef bugün elimizde kalan bu kurucu fikir değil. “Düşünce çoktan yok olmuşken, şeyler işlemeyi sürdürür” diyor Jean Baudrillard; “… hem de kendi içeriklerini hiç umursamadan. Paradoks zaten bunların bu koşullarda bu kadar iyi işliyor olmaları durumudur…”(ix) Meslek örgütlerimizin kurucu fikirlerini öldürdük. Ya bu yürüyen ölüleri canlandırmanın bir yolunu bulalım yahut lütfen hepimiz ısırılmadan bunları önümüzden çekin.
Çok mu geç? Yoksa çoktan ısırıldınız mı? İnsan niye mesleğine, meslektaşına sahip çıkmaz? Haydi çıkmayacak diyelim, niye meslek örgütü yönetmeye talip olur?
Çok mu “militan” çok mu “canlı” görünüyoruz gözünüze? Heyecanımız metanet eksiği gibi mi duruyor? Meslek “vakarına” aykırı mı buluyorsunuz bütün yapıp ettiklerimizi? Hiç kendinize sormaz mısınız; yahu bu adamlar, kadınlar avukat; “diş değil, tırnak değil, mendil niye kanar?” diye. Neyse, haydi öfkelenmeyip son bir kez daha edebiyata sığınalım…
Avukatlıktan ne anladığınızı kavramaya çalışıyorum. Belki gerçekten bizi vakur bulmuyorsunuz. Vakur, ağırbaşlı demek. Tabii, niyetinize göre başka anlamlara da gelebilir: Ciddi (serious), sakin (sedate), sade (sober), itibarlı-asil (dignified), ağır (grave), hatta belki metin (fortitude, backbone)…
Korkarım siz kendinizi böyle zannediyorsunuz. Eh, biz de heyecanlı, avam ve hafif kaldık öyleyse yanınızda. Ya da bunların hepsi için tercih edilen ortak kavramınızla “militan avukat”. Öyle ya; bu nasıl avukatlık? Niye kendimizi dövdürüyoruz, tutuklatıyoruz? Kenarda dursak ya! Sizi neden tutuklamıyorlar? Vardır bir şey… Sonra, hani “lacivertlerimiz” nerede? Deri çantalar, tayyörler, çakma plaza ofisleri, pahalı cep telefonları, müşteri portföyleri, “arz ve talep ederim”ler? Sorun; çekinmeyin: Nerede bizim meslek vakarımız? Lombroso’nun dediği gibi, toptan “isterik” olmayalım sakın? Cevabı gerçekten merak ediyorsanız; “Günden Kalanlar” ı okuyun.(x)
Faşizme hevesli bir İngiliz toprak ağasının, otuzlu yıllarda, Hitler kabinesini İngiliz hükümetine sevdirmek için çabalarını, ziyaretçilerini, toplantılarını, hele ki malikanesinde Nazilere düzenlediği yemekleri -menüleriyle birlikte- okumuş olursunuz. Ama Lord Darlington’un gözünden değil, baş uşağı Stevens’ın gözünden.
Hiçbir ahlaki veya vicdani sorumluluk almadan, “benim işim bu” diyerek, yıllarca Lord’un hizmetini aksatmamak için yaşamını ertelemiş Stevens’ın. En favori hikayesi, “öğle yemeğinden önce masanın altında bir kaplan olduğunu fark eden” baş uşağın vakar ve metanetine ilişkin olan Stevens’ın.
Kazuo Ishiguro, 2017 yılı Nobel konuşmasında; kitabı bitirdikten sonra bir şeylerin eksik kaldığını hissettiğinden yakınır. Oysa romanı tamamlamıştır. Bekler. Bir gün kanepede uzanmış, Tom Waits dinlerken (Ruby’s Arm çalmaktadır) fark eder neyi eksik bıraktığını.(xi) Bu küçük adamın, bütün yaşamını –bir faşistin yanı başında, ona hizmet ederek geçirdiği bütün yaşamını- bir an için “gerçek ışık”ta görüp görmediğini söylemeden romanı bitirmiştir. Döner ve onu da yazar. Baş uşağın vakarı elden bırakıp, pişmanlığı hissettiği kısa bir an.
Evet, “vakar” Stevens’ın yaşamı boyunca bir kalkan olarak kullandığı ve arkasına sığındığı kavramdır. Ona göre, bir baş uşakta bulunması gereken en önemli özelliktir bu. Özellikle de dünyanın etraflarında döndüğünü sandığı, önemli, “devletlû” insanlara yakın olmak, onlara hizmet etmek, onlar tarafından beğenilmek isteyenler için.
Faşizmi hayatınıza, hayatımıza sokup normalleştirmeyin. Eğer “Bakan seviyorum; vali, başsavcı seviyorum; duramıyorum.” diyorsanız, en azından bunu, faşizme karşı dövüşenlerin önüne “meslek vakarı” diye çıkarmayın, evimize getirmeyin; evinizde sevin.
Şimdi söylediklerim için bazılarınız da bana öfke duymuş olabilir. Öyle mi? İyi; duyun. İyi ki edebiyat var, hatta iyi ki, “edep” var; yazamayıp da aklımdan geçirdiklerimi duymamış oldunuz. Yine de öfkelenebiliyorsanız, hâlâ aynı taraftayız demektir. Belki bir gün “Valhalla”da buluşuruz.
Yok, karşı taraflarda mıyız? Ona da eyvallah. Merak etmeyin karşılaşmayız; yataklarımız burada da orada da ayrı serilmiş demektir. Dövüşmeyin, öfkelenmeyin, yatağınıza gidin ve zamanınız geldiğinde orada ölün.
Giderayak şunu bilin: Biz asla faşizme teslim olmayacağız.
“Asla” mı dedim?
Evet, asla! Öyle geniş zamanlı, lacivert takımlı, etli pilavlı, berber ağzıyla değil; avukat gibi ve şimdiki zamanı kastederek… Bugün, burada, bu ülkeyi faşizme teslim etmeyeceğiz. Onun için hapis yatıyoruz. Bizden emin olun ama ihtiyacı hissedin.
Hepinizi sevgi ve özlemle kucaklıyorum. Bazen biraz öfke, aynı zamanda ve genellikle de endişeyle. Ama hep umutla.
Evet, masanın altında kaplan var. Hayır, faşizmi normalleştirmeyin.
Biz kazanacağız.
Gazete Duvar / 20.02.19