'Uzun durgunluk' ve 'küreselleş-me' – Ergin Yıldızoğlu

  • Haber
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 14 Ekim 2013
  • 06:36

Bu hafta The Economist dünya ekonomisi üzerine gerçekten geleneğine sadık bir rapor yayımlamış. The Economist, çanların çaldığını duymuş, ama kimin için çaldığının farkında değil ve de her zaman olduğu gibi yine “behind the curve” (olayların gerisinde). The Economist’e göre “Hükümetler küreselleşmenin önüne engeller koymaya başlamışlar. Şimdi yeni bir serbestleşme (liberalizasyon) dalgası gerekiyor”muş.

 

Küreselleşme: Emeğe yönelik büyük saldırı

Devletler ABD hegemonyasının araçlarından IMF ve Dünya Bankası baskılarıyla serbestleşme paketlerini birbiri ardına uygulamaya koyarken The Economistsahibinin sesi” olarak süreci “önünde durulamaz” “dışında kalınamaz” gibi ifadelerle, “küreselleşmeyi” öznesi olmayan, kendiliğinden adeta, doğal apolitik bir şey olarak sunuyor; emekçi sınıflara yönelik büyük saldırıyı gizlemeye çalışıyorlardı.

Bu konuda çok yazıldı; ben en son verileri aktarmakla yetineceğim. UNCTAD’ın yayımladığı son ‘Ticaret ve Gelişme Raporu’nun 14. sayfasındaki (1.4 No’lu) grafiğe baktığınızda, dünya ekonomisinin çıktısı içinde emeğin aldığı payın 1980’de yüzde 63’ten 2011’de yüzde 54’e gerilediğini görüyoruz. UNDP’nin 2010 yılında yayımladığı Rodriguez ve Jayadev imzalı, “Emeğin gerileyen payına ilişkin bir araştırma” da emeğin payının 1960-70 döneminde arttığını, 1970’ten sonra gerilemeye başladığını, gerilemenin 1980’den sonra hızlanarak mali krizle birlikte adeta bir çöküşe dönüştüğünü gösteriyor (sf 27).

Bu madalyonun öbür yüzüne ilişkin verileri de Credit Suisse’in geçen hafta açıkladığı servet raporunda görmek olanaklı. Rapora göre dünya nüfusu içindeki yetişkinlerin yüzde 68.7’sinin (3.2 milyar insan) yıllık geliri 10 bin doların altında. Bu yüzde 68.7, 241 trilyon dolara ulaşan global toplam hane halkı gelirlerinin ancak yüzde 3’ünü edinebiliyor. Buna karşılık yetişkinlerin binde 7’sini oluşturan, yıllık geliri 1 milyon doların üzerinde 32 milyon kişi, 98 triyon dolarla toplam hane halkı gelirinin yüzde 41’ine ulaşabiliyor. Yıllık geliri 100 bin dolar - 1 milyon dolar aralığında olan 361 milyon kişi yetişkin nüfusunun binde 7.7’sini oluşturuyor ve toplam gelirin yüzde 42.3’üne ulaşıyor. Kısacası, dünya yetişkin nüfusunun yüzde 8.4’ünün, toplam hane halkı gelirinin yüzde 80’ini edindiğini görüyoruz.

Bu müstehcen adaletsizliği yansıtan verilerden başka sonuçlar çıkartmak da olanaklı. Hane halkının toplam geliri geçen yıl 241 trilyon olmuş. Bu büyüklüğü, yüzde 80’ini kimin aldığını unutmadan, mali piyasaların 800 trilyona ulaşan hacminin (borç köpüğü) karşısına koyduğumuzda, bu mali krizden kimin sorumlu olduğunu, yüzde 8.4’ün yükü yüzde 90’ın üzerine yıkmaya çalıştığını görebiliriz. Boşuna mı yüzde 99 yüzde 1’e karşı ayakta...

Serbestleştirmenin sonuçlarını, küreselleşmenin geleceğini, iflas etmiş bir modeli kimin hâlâ, niye savunduğunu düşünürken bu verileri unutmamakta yarar var.

 

Dün dünle gitti...

Dünya ekonomisi, yukarda değindiğim borç köpüğünün patlamasıyla başlayan 2007 mali krizinden bu yana toparlanamadı. Bu borç köpüğünün bu kadar büyümesinin arkasında, birinci aşamada 2003-2007 arasında yaşanan büyük mali genişleme var. Ama bu mali genişlemenin o sırada dünya ekonomisini etkileyen derin resesyonu atlatmak için gündeme geldiğini de anımsamak gerekiyor. Bu mali genişleme hem tüketici talebini ve yatırımı desteklemek hem de mali piyasaları korumak için gündeme gelmişti.

Daha derinlikli, uzun dönemli bir bakışla, 1980’lerde başlayan liberalizasyon (malların ve sermayenin dolaşımının önündeki engelleri kaldırma, sermayeye yeni avlanma alanları açma) dalgasının, sermayenin 1970’lerde ortaya çıkan ve kendini “aşırı üretim”, “eksik tüketim” olarak açığa vuran kârlılık krizini yönetmekle ilgili olduğunu söyleyebiliriz.

Bu yönetim (namıdiğer küreselleşme) krizin basıncını azalttı, sorunlarını erteledi, ama gelir dağılımını daha da bozarak, kredi köpüğünü yaratarak, mali piyasalardaki riskleri büyüterek 2007 krizini hazırladı. Bu mali kriz, bu yüzden, bu kriz yönetme modelinin (neoliberalizm ve küreselleşme) de tükendiğini haber veriyordu. The Economist’in anlamakta zorlandığı, daha doğrusu temsil ettiği sınıflar açısından anlamak istemediği şey de bu: Bir dönem bitti, bir daha geri gelmeyecek. Son dönemin gittikçe yoğunlaşan “deglobalizasyon” (tersine dönme) tartışmaları da bu bitişle ilgili.

IMF geçen hafta, dünya ekonomisi büyüme oranları beklentisini 6. kez aşağı doğru revize ettikten sonra, 2013’te büyümenin yüzde 2.9 düzeyinde kalacağını, 2014’te yüzde 3.6’yı aşamayacağını söyledi. Kısacası dünya ekonomisi salyangoz hızında ilerlemeye devam ediyor. Dünya Ticaret Örgütü Başkanı Roberto Azevedo da dünya ticareti 2013 büyüme hızı tahminlerini yüzde 3.3’ten yüzde 2.5’e çektiklerini açıkladı.

Ekonominin ve ticaretin büyüme oranlarının birbirine bu kadar yaklaşması, Financial Times’da Gavin Davies’in dikkat çektiği gibi ticaretin 2007’den bu yana canlılığını kaybettiğini gösteriyor. Büyümeyle ticaret arasındaki ilişkinin tarihsel eğilimi 1.2 dolayındaymış. Bugün dünya ticareti bu oranın çok gerisinde. (Financial Times 30/09/13).

Dünya ticareti toparlanamazken sermaye hareketleri de sağlıksız bir görüntü sergiliyor. McKinsey Institute’ün 2013 sermaye hareketleri raporu da küresel toplam mali varlıkların yıllık büyüme hızının 2007’de 7.9’dan 2012’de 1.9’a gerilediğini, sınır ötesi sermaye yatırımlarının 2007 düzeyinin yüzde 60 gerisinde kalmaya devam ettiğini gösteriyor. Rapor gelişmekte olan ülkelere yönelik sermaye hareketlerinin 2030’lara kadar tarihsel trendin altında kalmasını bekliyor.
Kısacası, büyük durgunluk ve küreselleşmenin gerilemeye başlaması birlikte ilerliyor. Bu resmin içindeki korkutucu olasılıkları görebilmek için emek gelirlerindeki gerilemelerin yanına, The Economist’in “çok taraflı (küresel) ticaret anlaşmaları yerlerini bölgesel anlaşmalara bırakıyor” saptamasını koymak gerekiyor. Birincisi ülkelerin içindeki gerginliklerin, ikincisi ülkeler ve bölgeler arası gerginliklerin, her ikisi de korumacılık eğilimlerinin, pazar, kaynak rekabetlerinin kaynaklarını oluşturuyor. Hükümetlerin ulusal çıkarlara öncelik vermeye başlamasından yakınan The Economist de aslında bu durumun farkında. Bu noktada gözlerimizin önünde, dünya ekonomisinde, 1930’ları anımsatan bir parçalanmaya ve sonrasına ilişkin bir resim oluşmaya başlıyor. Bizi bu noktaya getiren modele dayanarak bu noktayı aşmaksa olanaklı değil.

Cumhuriyet / 14.10.13