Uzayda kaybolmak

"Tarihin bize gösterdiği gibi, şirketlere uzayı kolonize etme gücü vermek, devletlerin bile kontrol edemediği sonuçlara yol açabilir."

  • Haber
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 25 Temmuz 2021
  • 14:00

Dünya üzerinde muazzam servetler kazanan milyarderler artık uzay için birbirleriyle rekabet halindeler. Gezegendeki en zengin kişi olan eski Amazon CEO’su Jeff Bezos, özel uzay şirketi Blue Origin’in, Apollo 11’in aya inişinin yıl dönümü olan 20 Temmuz 2021’de yapılması planlanan* ilk insanlı uzay uçuşundaki dört “uzay turistinden” biri olacağını geçtiğimiz günlerde duyurdu. Haber, Virgin Galactic’in sahibi Richard Branson’ın kendi planladığı uzay gezisini hızlandırmasına ve Bezos’tan dokuz gün önce uzaya uçmasına neden oldu.

Teknoloji milyarderi ve dünyadaki en zengin üçüncü kişi olan Elon Musk, uzay şirketi SpaceX ve insanları “gezegenler arası bir tür” yapma planları ile en çok konuşulan kişidir. Ancak Bezos da, Tesla’nın kurucusu kadar uzay boşluğuna takıntılıdır. Milyarderler, yıldızlara yerleşmenin insanlığın kaderi olduğu konusunda hemfikir. Ve çok fazla ciddi bir kamusal tartışma olmadan, özel uzay şirketleri sorunu çözmüş görünüyor: Uzay insanlığın bir sonraki sınırı olacak.

Devletlerin 1960’lardan beri başarabildiği bir şeyi -uzaya uçmak- özel şirketlerin de başarması gerektiği fikri özellikle ABD’ye özgüdür. Yerli liberteryenizm ve onun özel bireylerin girişimciliğine tapınmasını, neoliberalizmin küresel ethosu ve hükümetin dış kaynak kullanımıyla birleştirir. Bununla birlikte, bu motive edici felsefelere rağmen özel şirketler devlet sözleşmeleri yoluyla büyük miktarlarda kamu parası kullanarak uzayın kolonizasyonu için planlarını başlattılar.

Bu sayfalarda daha önce incelendiği gibi, Soğuk Savaş’ın uzay yarışı ulus-devletlerin gücü ve bilimsel kapasitesi etrafında bir zafercilik (triumphalism) ile karakterizeydi. Bununla birlikte günümüzün uzay keşif dalgası, teknoloji milyarderlerinin özel uzay şirketleri tarafından finansal kazanç için yönetiliyor ve eğer Bezos ve Musk’a inanırsak, bu, insan uygarlığının iyileştirilmesi için yapılıyor. Ancak göksel keşiflerin retoriği ve tarihi kapitalizmin, sömürgeciliğin ve şirketlerin mantığının her zaman şiddetle iç içe geçtiğini ortaya koyuyor. Ve tarihin bize gösterdiği gibi, şirketlere uzayı kolonize etme gücü vermek, devletlerin bile kontrol edemediği sonuçlara yol açabilir.

Blue Origin’in ilk yıllarında Bezos, şirketini bizzat kendisi finanse etti (2017’de yılda bir milyar Amazon hissesi sattığını açıkladı) ve başlangıçta potansiyel bir gelir kaynağı ve insanları uzay yolculuğu fikrine alıştırmanın bir yolu olarak gördüğü uzay turizmine odaklandı. Ancak Bezos, Musk’ın SpaceX’inin hem büyüklük hem de başarı açısından şirketini hızla gölgede bırakmasını izledi. Musk, SpaceX’i risk sermayesi yatırımı ve hükümet sözleşmelerindeki milyarlarca dolarlık bir kombinasyonla finanse etmişti. Blue Origin hiçbir zaman yörüngeye ulaşan bir roket fırlatamamışken, SpaceX, 2012’den beri NASA kargolarını Uluslararası Uzay İstasyonuna uçuruyor.

Tesla, 2014 yılında Nevada’da bir pil tesisi açmak için 1,3 milyar dolarlık vergi indirimi aldığında Bezos, bir Amazon yöneticisine Musk’ın büyük devlet teşviklerini sağlamada neden bu kadar başarılı olduğunu soran bir e-posta gönderdi. Ama şimdi Bezos’un şikayetçi olabileceği bir şey yok. Blue Origin, ihaleler için rutin olarak SpaceX ile rekabet ediyor ve her iki şirket de bu projeleri finanse etmeye devam etmek ve Kongre’de lobi yapmak için milyonlar harcıyor.

SpaceX başlangıçta bir lunar lander (aya iniş için tasarlanmış uzay aracı) ihalesi kazandıktan sonra, Sonsuz Sınır Yasası’nda, NASA’nın ay programı için 10 milyar dolar ve kısaca “Bezos Kurtarma Paketi” olarak adlandırılan ikinci bir ödül verecek kısa süreli bir değişiklik yapıldı.

Musk’ın ticari girişimlerinde devlet finansmanı sağlama konusunda özel bir yeteneğe sahip olduğu doğrudur. Mariana Mazzucato, The Entrepreneurial State (2013) adlı kitabında, hükümetin teknolojik yeniliklere yatırım yapmasından ziyade serbest piyasaların ve küçük devletlerin ekonomik başarı yarattığı fikrini çürütüyor. Musk’ın şirketleri SpaceX, Tesla ve SolarCity’nin hibeler, vergi indirimleri ve sübvansiyonlu krediler dahil olmak üzere nasıl milyarlarca devlet desteği aldığını belgeliyor. Bunun da ötesinde, NASA ve Enerji Bakanlığından tedarik ihaleleri ve yeni teknolojilere doğrudan yatırımlarda milyarlarca dolar daha güvenceye aldılar. (Bu devlet desteği marjinal değildir. Musk, kişisel servetinin çoğunu şirket hissesinden sahip olmasına rağmen Tesla ilk tam yıl kârını 2020’de elde etti.)

Ancak bu kolonizasyon çabalarının özel şirketlere devredilmesi sadece neoliberal devletin bir özelliği değil; şirketler uzun süredir kolonizasyon tarihi ile ilişkili. Kolonizasyonun ilk günlerinde, şirketlerin ana devletleri, denizaşırı girişimleri için onlara para ve meşruiyet sağlasa da, hükümetler bu çabaları her zaman sıkı bir şekilde kontrol etmediler. Örneğin, Philip Stern tarafından kurulan ve bir “şirket devleti” olan İngiliz Doğu Hindistan Şirketi, silahlı kuvvetleri elinde tuttu, savaş açtı, savaş ilan etti, vergi topladı, madeni para bastı ve bir noktada tebaa üzerinde İngiliz devletinin kendisinden daha fazla “yönetici” oldu.

J. C. Sharman ve Andrew Phillips’in Outsourcing Empire: How Company-States Made the Modern World’de (2020) belirttiği gibi, “Bazı durumlarda, şirket devletleri, günün birçok hükümdardan daha fazla askeri ve siyasi güce sahip oldular.”

Şirket devletleri, bugün “kamusal” ve “özel” güç olarak kabul ettiğimiz şeye meydan okuyarak bölünebilir ve delegatif bir egemenlik anlayışını baz alıyordu.

Bu şirket devletleriyle karşılaştırıldığında, günümüzün en büyük çok uluslu şirketi -ve kesinlikle SpaceX ve Blue Origin- bile daha az otoriteye sahiptir ve kesinlikle konuşmaya değer bir askeri gücü yoktur. Bu seyahatçi şirketlere ilk kez tekel imtiyazı veren monarşiler, modern devletlere dönüşerek önceki yüzyıllarda da egemen otoriteyi sağlamlaştırmış ve öncekilerden çok daha fazla güç kazanmıştır. Günümüzde uzay araştırmalarında gerçekten tehlikeli olan taraf şirketler değil devletler olarak algılanıyor. Özellikle ABD-Çin ilişkilerinin kötüleşmesi bağlamında, uzayın devletler tarafından askerileştirilmesi, genellikle göksel karşılaşmaların şiddetli hale gelmesinin en olası yolu olarak kabul ediliyor. Bu görüşe göre, özel ABD şirketleri asteroitlerden ticari kaynaklar çıkaracak olsaydı, bu, ABD Uzay Kuvvetleri’nin ayda bir askeri üs kurmasından çok daha barışçıl bir olasılık olurdu.

Ancak bu çerçeve, şirketlerin şiddet içeren geçmişlerini ve özel ticari arayışlar ile kapitalizm ve sömürgecilik sistemleri arasındaki derin bağlantıyı görmezden geliyor. Ayrıca, devletler bu sistemlerin yaratılmasına ve bu sistemlere katılımlara yardımcı olsalar da saldıkları güçleri her zaman kontrol etmezler. Örneğin, Doğu Hindistan Şirketi’nin İngiliz devletinin denetimine girmesinin kaçınılmaz bir yanı yoktu. Bu olduğu zaman bile, hem “egemenlik” iddia ettiği yerde hem de onu tutan ve sahiplenen devlet üzerinde yıkıcı etkilere neden oldu ve Britanya İmparatorluğu çağını başlattı. The Anarchy: The Relentless Rise of the East India Company’nin (2019) yazarı tarihçi William Dalrymple’ın belirttiği gibi, “18. Yüzyılın sonunda Hindistan’ı ele geçiren İngiliz hükümeti değil, tehlikeli biçimde denetimsiz bir özel şirketti...(bu) tarihte eşi benzeri olmayan bir kurumsal darbe gerçekleştirdi: Güney Asya’nın geniş topraklarının askeri fethi, boyun eğdirilmesi ve yağmalanması. Hemen hemen kesinlikle dünya tarihindeki en büyük kurumsal şiddet eylemi olmaya devam ediyor.”

Günümüzün şirketleri uzayı kolonize etmek için yola çıktıkça, modern devletlerin şirketleri nasıl kontrol edeceklerini ve bu yerleşimciler ile kaynakları kimin yönetmesi gerektiği konusundaki savaşlardan kaynaklanabilecek şiddeti daha iyi kavrayıp kavramadıklarını sormalıyız.

Blue Origin ve SpaceX, finansman için ABD hükümetine borçlu olsa da, ABD’nin düzenleyici kurumlarının bu şirketleri, özellikle de Musk’ı yönetme yeteneği zaten sınırlı görünüyor. Musk’ın ABD düzenleyici kurumlarına, hatta kendisini soruşturanlara yönelik sözleri aşırı ve kaba olmakla meşhurdur ve davranışı da daha az uzlaşmaz değildir. Örneğin, geçen yılın aralık ayında SpaceX, ajansın atmosfer koşulları nedeniyle fırlatma lisansını iptal etmesi üzerine Federal Havacılık Birliği’nin (FAA) Starship roketinin yüksek irtifa fırlatma testini durdurma emirlerine uymayı reddetti.

Ve bu Musk’ın hükümet otoritesine ilk meydan okuması değildi. Mayıs 2020’de, Alameda ilçe sağlık kararına ve kovid-19 salgını nedeniyle süren kapanmaya rağmen Tesla fabrikasını yeniden açtı ve Twitter’da eğer kolluk kuvvetleri harekete geçerse “yalnızca onu tutuklamalarını” istedi. Şirketleri, çeşitli diğer düzenleyici ihlaller ve güvenlik ihlalleri nedeniyle defalarca soruşturuldu ve para cezasına çarptırıldı. (Raporlar, Musk “sarı rengi sevmediği” için Tesla fabrikasının uygun tehlike işaretlerine sahip olmadığını iddia ediyor) Musk, kendisinden önceki birçok güçlü adam gibi devletten ayrıcalıklı muamele görüyor mu? Yoksa devlet ve düzenleyici kurumları onu gerçekten kontrol edemiyor mu?

Musk, kendi adına, özellikle korkmuş görünmüyor. Aralık ayındaki roket fırlatma olayından sonra FAA, sahada bir FAA müfettişinin bulunması da dahil olmak üzere gelecekteki fırlatmalar sırasında SpaceX’e ek önlemler uygulanacağını duyurdu. Buna yanıt olarak Musk, 28 Ocak’ta FAA’nın kurallarının “birkaç hükümet tesisinden yılda bir avuç harcanabilir fırlatma için olduğunu” tweetini attı: “Bu kurallar ile insanlık asla Mars’a ulaşamayacak.” Musk için gezegenler arası bir tür olmak, insan uygarlığı için kurallar ve düzenlemelerden çok daha önemli olan varoluşsal bir mesele.

Hem Bezos hem de Musk, uzayın kolonizasyonu hakkında konuşurken ahlaki zorunluluk dilini kullanıyor: İnsanlık uzayı sadece keşfetmemeli, aynı zamanda oraya yerleşmelidir. İki mühendis, kozmosu kolonileştirme planlarının teknik boyutlarını kolayca açıklayabilir. Bu planlar farklı olsa da -Bezos Dünya’ya yakın yüzen yapay tüp benzeri yapılar kurmak isterken Musk, Mars’ı Dünya haline getirmek istiyor- bunların altında yatan siyasi felsefeler oldukça benzer. Her ikisi de uzayda, sömürgecilik ve kapitalizmin neden olduğu siyasi sorunlara teknolojik çözümler sağlamaya çalışan, ütopik insanlık vizyonları öneriyor.

1982’de Bezos, lise birincilik konuşmasında “Dünya sınırlı ve dünya ekonomisi ile nüfusu genişlemeye devam edecekse uzay gidilecek tek yol” dedi. O zamandan beri görüşleri pek değişmedi. Blue Origin tarafından düzenlenen bir etkinlikte kalabalığa “(Birkaç yüzyıl içinde) Dünya’yı etkileyen tüm güneş enerjisini kullanacağız” dedi: “Bu gerçek bir sınır.”

Bu Malthusçu mantık, insanlığın büyümesinin kaçınılmazlığı ve uzaya doğru genişlemenin gerekliliği hakkındaki argümanlarının temelini oluşturuyor. Yoksulluk ve kirlilik gibi kısa vadeli sorunlar olduğunu ve enerjinin bitmesi gibi uzun vadeli sorunlar olduğunu açıklıyor. Bezos “karneye bağlı bir durağanlık medeniyeti” olmak istemiyorsak, “tüm pratik amaçlar için kaynakların sonsuz olduğu” yıldızlara yerleşmemiz gerektiği konusunda uyarıyor.

Musk için uzay kolonizasyonu, nihai yok oluşa karşı bir önlem ve insan uygarlığını korumanın bir yolu. 2016’da uluslararası bir konferansta “Ani bir kıyamet kehanetim yok” dedi, “Ancak tarih bir tür yokoluş olayının olacağını gösteriyor. Alternatif, uzayda yolculuk eden bir uygarlık ve çok gezegenli bir tür olmaktır.”

Bezos, kapitalist büyümenin döngüsel mantığını vurgularken (büyümeye devam etmek için büyümemiz gerekir) Musk, sömürge yerleşim planlarında daha açık. Bireylerin Mars’a, yeni kolonide vadedilen işler aracılığıyla ödeyebilecekleri tek yönlü biletler satın almalarına izin veren Musk’ın tekliflerinden biri, Marslı sözleşmeli kölelik olarak adlandırıldı. Musk, “Mars’ta uzun süre iş gücü sıkıntısı yaşanacağını”, bu nedenle “istihdam sıkıntısı olmayacağını” belirtti. Bezos, insanların Dünya ile uzay arasında sık sık seyahat edebileceğini hayal ederken, Musk, Mars kolonisinin kendi kendine yeterli olması, “herhangi bir nedenle ikmal gemileri Dünya’dan gelmeyi bırakırsa hayatta kalabilmesi” gerektiğini iddia ediyor.

İşleri son derece vizyoner olarak övülen iki girişimcinin göksel ütopyaları, politik yaratıcılık ve farkındalıktan yoksun olmalarıyla öne çıkıyor.

Bezos’un emperyal genişlemenin sürekli büyüyen bir nüfusu desteklemenin tek yolu olduğu fikri, şimdi yıldızlar için yeniden sunulan eski bir sömürgeci cazibedir. Kaynaklara olan sonsuz ihtiyaç ve Bezos’un kısa vadeli sorunlar olarak reddettiği “yoksulluk ve kirlilik”, kapitalizmin çıkarım döngülerine derinden bağlı ve şu anda Dünya’nın iklim krizine neden oluyor.

Girişimlerinin yeşil yönelimi göz önüne alındığında Musk muhtemelen iklim krizinin ya da en azından hükümet finansmanı için sunduğu fırsatların farkındadır. Ancak Musk, bir Mars kolonisinin koruyabileceği potansiyel “yokoluş olaylarından” biri olarak iklim değişikliğini açıkça belirtmedi. Mars’ı dünyalaştırmanın gerçekten mümkün olup olmadığı sorusunu bir kenara bırakırsak -bilginiz olsun diye söylüyorum, bir Nature Astronomy makalesi mümkün olmadığını öne sürüyor- uzaya yerleşmek Dünya için ücretsiz olmayacak. Bilim yazarı Shannon Stirone’nin The Atlantic’te belirttiği gibi, “Mars’ın çok ince bir atmosferi var; yüzeyini güneşten veya galaktik kozmik ışınlardan gelen radyasyondan korumaya yardımcı olacak bir manyetik alanı yok; solunabilir havası yok ve ortalama yüzey sıcaklığı sıfırın altında 80 derece ile ölümcül... İnsanların orada herhangi bir kapasitede yaşayabilmeleri için tüneller inşa etmeleri ve yeraltında yaşamaları gerekir.” Alanı yaşanabilir kılmak için gerekli olan çevresel ve insani tahribat, iklim krizini şimdi durdurmak için gereken her türlü teknolojik veya politik tepkiyi gölgede bırakacaktır.

Ve uzayı sömürgeleştirmenin -kapitalizm ve iklim değişikliği gibi- etkileri, özellikle Küresel Güney’de, bazıları için diğerlerinden çok daha kötü olacak. Örneğin, Endonezya Cumhurbaşkanı Joko Widodo SpaceX’e, devam eden bir ayrılıkçı kampanyaya ev sahipliği yapan Papua’daki Biak adasını teklif ettiğinde, yerel topluluklar fırlatma istasyonunun inşasının büyük ekolojik hasara ve topluluğun göçüne neden olacağı için protesto ettiler. Endişelenmek için sebepleri vardı. SpaceX’in daha önce bir fırlatma tesisi inşa ettiği Teksas’ın güney ucundaki küçük bir kasaba olan Boca Chica’da olan şey tam olarak buydu. SpaceX şehre taşındıktan sonra, o zamandan beri bölgedeki bir vahşi yaşam sığınağına zarar veren roket faaliyeti nedeniyle bölge güvensiz hale geldiğinden, Teksas topluluğu sakinleri evlerinden çıkarıldı. SpaceX, evlerini satın almayı teklif etti ancak çoğu kişinin adil olduğunu düşündüğü fiyatın altında. SpaceX’ten Boca Chica’ya gönderilen bir e-postada durum “Sitedeki uzay uçuşu faaliyetlerinin ölçeği ve sıklığı artmaya devam ettikçe, mülkünüz sık sık, tüm federal ve diğer kamu güvenliği düzenlemelerine uymak için hiçbir sivilin kalmasına izin verilmeyecek yerleşik tehlike bölgelerine girecek.” diye belirtildi. SpaceX’in alan üzerindeki etkisi, yer değiştirmesi ve yerel topluluğun zarar görmesi konusunda çok az endişe gösterdi.

Musk ve Bezos, uzayı kolonileştirmenin Dünya’yı kolonileştirmekten bir şekilde farklı olduğu fikrine inanıyor. Argümanlarında üstü kapalı bir şekilde, geçmişte ortalığı kasıp kavuran şeyin sömürgeci-kapitalizm sistemleri değil, daha çok bunların uygulanmasını çevreleyen bağlam olduğu inancı yatıyor. Bu görüşe göre, önceki kolonizasyon girişimleri genellikle soykırım şiddetini başlatsa da bu tarih uzayda tekrarlanamaz. Sonuçta orada kimse yaşamıyor. Bu bakış açısı sömürgeci yıkımın belirli bir dünya görüşünü ve insanlığın bu konudaki rolünü doğal ve kaçınılmaz kılan belirli bir ideoloji tarafından meşrulaştırıldığı gerçeğini görmezden geliyor. “Orada kimse yok” diye uzayın ele geçirilmeye açık olduğu fikri, yüzyıllardır yerleşimci soykırımını haklı çıkaran tam kolonyal mantıkta kök buluyor: Kaynakları belirli şekillerde kullanan belirli kişiler toprak ve mülkiyet üzerinde hak iddia edebilir. Emperyalist mülkiyet anlayışları böylece uzayı, ister sömürücü imalat endüstrileri ister yerleşimci koloniler olsun, belirli bireylerin siyasi hayallerini yansıtabilecekleri bir “boş sınıra” dönüştürüyor.

Son kitabı Theft is Property!’de (2019) Robert Nichols, eş zamanlı dönüşüm ve hırsızlık süreçlerine dayanan sömürgeci mülksüzleştirmenin tekrarlayan mantığını sorguluyor. Onun dediği gibi:

“Kolonizasyon, söz konusu mübadele nesnesini aynı anda yeniden kodlayan ve geriye dönük olarak sıradan anlamda bir hırsızlık biçimi gibi görünen geniş ölçekli arazi transferini gerektirir… ‘mülksüzleştirme’ tutarlı bir şekilde, yeni mülkiyet ilişkilerinin üretildiği, ancak bunların eş zamanlı olarak reddedilmesini gerektiren yapısal koşullar altında üretildiği bir sürece atıfta bulunmak için yeniden yapılandırılabilir.”

Bir hamlede toprak hem mülke dönüştürülür hem de elinden alınır.

Aynı mantık, Musk ve Bezos’un uzayın hem “boş” hem de çekim için özgür olduğunu iddia etmesine izin veriyor. Elbette, Ay’da kimsenin bir arsası olmasa da, hiç kimse işgal etmese de, uzayı kullanmadığımız yalandır. Hepimizin su yollarını ve havayı kullanmamız gibi, bu kaynakların topraklarında bulunduğu kimse “mülkiyet” belirtemez.

Örneğin, yörüngedeki binlerce uydunun neden olduğu artan ışık kirliliği -astronomlardan ve onların bilimsel araştırmalarından, kültürel uygulamalar ve hayatta kalmak için göksel navigasyona güvenen yerli topluluklara kadar- Dünya’daki birçok topluluğu etkiledi. Ancak bu topluluklar, mekanın kaynaklarını “uygun” şekilde kullanmadıkları veya kendilerine mal etmedikleri için, hak sahipleri olarak kabul edilmiyorlar ve dolayısıyla uzay üzerinde herhangi bir iddiaları yoktur. Ancak uluslararası hukuka göre bu toplulukların gökyüzü üzerindeki söz hakkı, Musk ve Bezos’tan daha az değil.

Dış Uzay Antlaşması, “uzayın keşfi ve kullanımının... tüm insanlığın alanı olacağını” belirtir. Hepimiz uzayı kullanabilir, keşfedebilir veya araştırabilirken hiçbir devlet ona sahip olduğunu iddia edemez; bu, devletlerin bunu denemeyeceği anlamına gelmez.

Örneğin, 2015 yılında Başkan Barack Obama, UZAY Yasasını imzaladı. Yasa, sivil ABD vatandaşlarının uzaydan çıkarılan kaynakların mülkiyetini talep etmelerine ve ABD mahkemelerinde mülkiyet haklarını savunmalarına izin verdi. Uluslararası hukuk uzmanları, UZAY Yasası’nın, devletlerin herhangi bir gök cismi üzerinde egemenlik iddia etmelerini yasaklayan Dış Uzay Antlaşması’nı teorik olarak ihlal edebileceğine dikkat çekti. Bununla birlikte, yasa, Amerika Birleşik Devletleri’nin herhangi bir dünya dışı bölge üzerinde egemenlik talep etmediğini, yalnızca kaynakların mülkiyetini talep ettiğini özellikle belirtmektedir. Eleştirmenler bu savunmayı reddeder; devletler, önce toprakları üzerinde egemenlik talep etmedikçe mülkiyet iddiasında bulunamazlar. Ne de olsa bölgesellik devletler yaratır. Yıldızlarda bile, yönetimin temeli olarak başka bir ilkeyi hayal etmek zordur.

Ancak, bölgesel sınırlar hiçbir zaman iktidarın uygulanmasında katı bir sınır olarak hareket etmemiştir. Amerika Birleşik Devletleri sık sık kendi (düzenlenmiş) bölgesi dışındaki insanlar ve mülkler üzerinde güç uygular. Benedict Anderson’ın logo haritasına benzer şekilde bölgesellik, hayali bir ilişkisel kimliği olarak işler: Devlet iktidarını meşrulaştırır, ancak onu gerçekten yaratmaz veya sınırlamaz.

Yine de, Philip Steinberg, Elizabeth Nyman ve Mauro Caraccioli’nin ifade ettiği gibi, Platon’un münzevi şehir devletinden Mars kolonilerine kadar siyasi toplulukların ütopik vizyonları, devletten kaçmanın ve yeniden başlamanın bir yolu olarak bölgesel egemenliğin ötesinde herhangi bir yöntemi hayal etmekte genellikle başarısız olur. Örneğin, Seasteading Institute, Bezos ve Musk’ın uzay kolonizasyon projelerinin bir başka teknoloji milyarderi Peter Thiel tarafından yönetilen bir “kardeş projesidir”.

Musk’ın Paypal’daki kurucu ortağı Thiel ve eski bir Google mühendisi (ve Milton Friedman’ın torunu) olan Patri Friedman, yüzen okyanus platformları aracılığıyla “kalıcı, özerk okyanus topluluklarının kurulmasını ve büyümesini ilerletmek, yeni siyasi ve sosyal sistemlerle yeniliklere olanak sağlamak” için Seasteading Enstitüsü’nü kurdu.

Uzay sömürgecileri gibi, deniz sakinleri de insan mühendisliğinin, siyasi sorunları çözmek için “alan” sağlayacak denizde veya yıldızlarda yeni, bakir bölgeler yaratabileceğini hayal ediyor. Friedman, “Denize yerleşmenin mühendislik zorluklarını çözebilirsek, Dünya yüzeyinin üçte ikisi bu siyasi hareketlere açık hale gelir” diye açıkladı. Thiel, bu yüzen ada uluslarının bir “uzay kolonileri modeli” kullandıklarından söz etti; ancak, onları inşa edecek teknoloji Dünya’ya daha yakın.

Bazı Silikon Vadisi seçkinleri için, bu “start-up ulusların” amacı, devletlerin onları kontrol edemeyecek olmalarıdır. Teknoloji girişimcileri genellikle hem bölgesel hem de politik olarak devletten ayrılmanın yollarını düşünürler. Örneğin, risk sermayedarı Balaji Srinivasan, bölgenin ABD’den kendi kurumsal şehir devleti haline gelmesini savunduğu “Silikon Vadisi’nin Nihai Çıkışı” manifestosuyla kısa bir süre için kötü ün kazandı. Ayrıca, pandeminin başlangıcında bir personel toplantısında Mark Zuckerberg’e Facebook’un çalışanlarını barındırmak için kovidsiz bir ada satın alıp alamayacağı soruldu. Silikon Vadisi yöneticileri aynı zamanda Thiel ve Y Combinator’dan Sam Altman gibi isimlerle Yeni Zelanda’da kıyıdan uzak abartılı kıyamet sığınakları satın alıp inşa ederek kıyamet hazırlıkları yapıyor. Ancak bu devletin federasyondan ayrılması vizyonları, ideolojik olarak sabit değildir.

Bölgesel devletin çöküşüyle ilgili tekno-ütopik tahminler genellikle John Perry Barlow’un Siber Alanın Bağımsızlığı Bildirgesi (1996) ile ilişkilendirilirken, egemen ulusların sonunu öngören başka bir siyasi manifesto da Silikon Vadisi seçkinleri arasında oldukça etkilidir; The Sovereign Individual (1997), William Rees-Mogg ve James Dale Davidson tarafından ortaklaşa yazılmıştır. Birleşik Krallık’taki başarısız siyasi tahminler konusundaki itibarına rağmen Rees-Mogg; kitabı, aralarında Thiel, Srinivasan ve risk sermayedarı Marc Andreessen’in de olduğu teknoloji girişimcisi hayranlarına adadı. Kitabın neden Silikon Vadisi türlerine hitap ettiğini anlamak kolay; teknolojik yenilik nedeniyle kripto para biriminin yükselişini ve ulus devletin ölümünü öngördü. Ancak Rees-Mogg, “bireyleri daha önce hiç olmadığı kadar özgürleştireceği” için devletin çöküşünün endişeye mahal olmadığını iddia ediyor. Yeni Egemen Birey’in “sıradan, tabi vatandaşla aynı fiziksel ortamda, ancak politik olarak ayrı bir alanda mitin tanrıları gibi çalışacağını” belirtiyor.

Ancak Rees-Mogg’a göre, Dünya’daki herkes Egemen Birey olmayacak. Yalnızca “bilişsel seçkinler... üstün beceri ve zekaya sahip kişiler” çok şanslı olacaktır. Bu görüşe göre modern devletler azalan vergi gelirleri nedeniyle düşüşe geçtikçe bu üstün bireyler devletlerden tamamen ayrılarak kendi mikro-azınlıklarını oluşturacak ve “egemenliğin doğasında radikal bir yeniden yapılanmaya” neden olacaklar. En kaygı verici olanı, Rees-Mogg’un, “Alt sınıflar duvarların dışında kalacak. Kapalı sitelere geçiş neredeyse kaçınılmaz” diye not etmiş olması. Bezos ve Musk, insanlığı yıldızlara taşımak için kamu parasını kullanmanın erdemlerini överken, şunu sormalıyız: Bu koloniler kimin için?

Milyarderlerin uzay yarışına yön veren idealler yeni değil. Yüce ütopik vizyonlar, “insan uygarlığı”nın soyut vizyonlarını bazı insan yaşamlarından daha öncelikli kılan, şiddet içeren süreçleri sıklıkla gizlemiştir. Bezos, buna faydacı bir hesaplama, bir sayı oyunu olarak bakıyor. İnsanlık uzaya doğru genişlerse, “trilyonlarca insan” gelişebilecek, “bu da binlerce Einstein veya Mozart anlamına gelir” diyor. Geleceğin Einstein’ları ve Mozart’larının dehasının şu anda Dünya’da var olduğunu, ancak tam da yoksulluk döngülerinde fark edilmediğini ve tanınmadığını kabul etmekte başarısız oluyor Bezos; kısa vadeli bir sorun olarak reddediyor. Ayrıca ve daha da önemlisi, insan yaşamının değeri, insanların “uygarlığa” entelektüel katkılarına veya iki beyaz adamın mirasını çoğaltma yeteneklerinin keyfi faydacı bir hesaplamasına dayanmamalıdır.

Musk, insan hayatını feda etmeye istekli olduğu konusunda daha açık. Mars, “kalbi zayıflar için değil” diye resmen fikrini beyan etti: “Ölme olasılığınız yüksek. Ve zor olacak, çok zor olacak. Ama işe yararsa oldukça görkemli olacak.”

Aslında, bu görkemli gelecek için insan kurban edilmesinin gerekliliğine olan inancı, bir Marslı yerleşimcinin koloninin oksijen dağıtım sistemlerindeki teknik bir arızadan sonra intihar görevine giriştiği Saturday Night Live skeci “Chad on Mars”ta açıkça kutlandı. Klipte Musk, Dünya’nın komutasını güvenli bir şekilde elinde tutuyor ve ölümü dünya çapında canlı olarak yayınlanırken ölüme mahkum yerleşimciye insanlık adına teşekkür ediyor. Yerleşimci skeç sonunda öldüğünde Musk omuzlarını silkiyor ve uzaklaşıyor, kayıtsızca ekibine “Pekala, insanların öleceğini söylemiştim” diye hatırlatıyor.

Bezos ve Musk, uzayı kolonileştirmenin var olmayan dünya dışı popülasyonların soykırımıyla sonuçlanmayacağı konusunda haklı olsa da yerli toplulukların sömürgeci yıkımı, küresel bir ırksal şiddet rejiminin bileşenlerinden yalnızca biriydi. Gerçekten de, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki sömürge-kapitalizm sistemini desteklemek için ihtiyaç duyulan emek, Atlantik köle ticareti vahşetini körükledi. Amerika’nın Batı sınırındaki “aşikar yazgısı”* peşinde koşan beyaz demiryolu şirketi sahipleri Asyalı göçmenleri vahşice sömürdü. Her on Çinli işçiden biri kıtalararası demiryolunu inşa ederken öldü. Hâlâ beyaz erkeklerin egemen olduğu bir endüstride sömürgecilikle ilgili gündelik tartışmaların yaşanması tesadüf değil.

Bezos, kendisini uzaya fırlatma planlarından tam elli iki yıl önce, beş yaşındayken televizyonda Apollo’nun Ay’a inişini izleyerek ilk kez uzaya takıntılı hale geldiğini söyledi. Bezos ve Musk’ın roket gemilerine hayranlık duyan kalabalıklara çocukluk takıntıları hakkında konuşmalarını dinlerken, dünyadaki en zengin iki adamın uzaya gitmek için kamu parasıyla milyarlarca dolar harcamasının başka bir nedeni daha anlaşılır: Havalı olduğunu düşünüyorlar.

Apollo programının temelini oluşturan Wernher von Braun’un eski bir Nazi olduğunu ya da savaş zamanı Almanya’sında roketlerini yapmak için köleler kullandığını ve fabrikasında 20 bin kişinin öldüğünü öğrendiğinde beş yaşındaki Bezos’un ne düşüneceği merak ediliyor.

Bezos ve Musk’ın “gezegenler arası bir tür” olma konusundaki teknolojik vizyonları, uzayda bizi nasıl bir geleceğin beklediği (“biz” kim olursak olalım) siyasi sorusuna yanıt vermiyor. İngiliz Doğu Hindistan Şirketi gibi, SpaceX ve Blue Origin’in uzay kolonilerinin de nihayetinde devletin bir koluna dahil olduğunu ve Amerika Birleşik Devletleri’ni galaksiler arası bir imparatorluğa dönüştürdüğünü görecek miyiz? Virginia veya Massachusetts Körfezi şirketlerini takip eden uzay şirketleri, kendi ülkelerinden (ve gezegenlerinden) kurtulacak ve ayda veya Mars’ta bağımsız yönetim varlıkları olacak mı? Yoksa Kral Leopold’un korkunç derecede şiddetli Belçika Kongo’sunun suretinde Bezos ve Musk, asil göksel mülklerin kişisel kralları olma yolunda çekişecek mi? Peki devletler onları durdurabilecek mi? Uzay kolonizasyonunun savunucularının kullandığı kaçınılmazlık dili, daha iyi bir seçeneği daha belirsizleştiriyor: Uzayı hiç kolonize etmiyoruz.

(Çeviren: Evin Turgut)

*Makale 14 Temmuz’da yazıldı. Bezos ise bu ziyareti 20 Temmuz’da gerçekleştirdi
**ABD’nin Kuzey Amerika’nın tamamına yayılmasının hem bir hak hem de görev olduğunu öne süren bir 19. yüzyıl öğretisi

Alina Utrata, Boston Review- Evrensel / 25.07.21