Bir zamanlar küreselleşmecilik, birkaç yıl içinde “yadsınamaz gerçeklik”düzeyine çıkmıştı, en işlevsel kavramdı, zamanın ruhunu belirliyordu. Şimdi, küreselleşmecilik tükendi. Onun sonuçlarına karşı yükselen sağ ve sol popülist hareketlerin içinde ulusalcılık yükseliyor, en işlevsel kavram olarak zamanın ruhunu belirlemeye başlıyor.
Bir şeylerin ikinci gelişi
Küreselleşme “yadsınamaz gerçeklik” düzeyine çıktığı yıllarda, 1994’te, Ankara Mimarlar Odası’nda “Küreselleşme mi? Teşekkür ederim, istemem” başlıklı bir sunuş yapmıştım. Yaklaşımım bir etik ilkeye ve iki gözleme dayanıyordu.
Her entelektüel “zamanın ruhu” karşısında, eleştirel mesafesini korumalıdır. Hele, karşısında, bu kadar kısa sürede, bu kadar hızla kabul gören bir kavram varsa...
İkincisi, doktora tezini kapitalizmin krizlerinin tarihi üzerine yazmış biri olarak iki şeyin farkındaydım: Küreselleşme tarihte ilk kez yaşanmıyordu. Küreselleşme (belki hızı, kapsamı farklıydı) ama yine, kapitalizmin yapısal krizine uyum sağlamaya çalışan sermayenin hareketinin, devlet politikalarının ürünüydü; modern emperyalizmin aldığı biçimdi. Bu uyum sağlama sürecinde küreselleşmenin ertelediği sorunlar birikiyor ve bir noktada küreselleşme, bu birikimin ağırlığı altında çöküyordu.
Üçüncüsü, küreselleşme çökmeye başlayınca, yönetilenlerin ve sömürülenlerin “düzeni” sorgulayan tepkileri yükselirken, kapitalizmin baskıcı, militarist eğilimleri, bunları doğallaştıran devletçi ve ulusalcı, hatta ırkçı/dinci ideolojiler öne çıkmaya başlıyordu. Böylece, son derecede toksikbir iklim oluşuyor, yerel/bölgesel savaşlar, katliamlar, soykırımlar birbirini izliyordu.
Benim yazılarımı izlemiş olanlar, 2007 mali krizine kadar, küreselleşme tartışmalarında hep bu etik ilkeyi ve iki gözlemi vurguladığımı, “anti-emperyalist” ulusalcılığın, ulus devletin, bağımlı ve gelişmekte olan ülkelerin muhalefet hareketleri ve programları içinde bir direniş noktası olabileceğini hatırlattığımı anımsayacaklardır. Ancak, halkların kardeşliğini savunmayan, sosyal (ekonomik) bir programı olmayan, Türkiye özelinde Kürtlerin haklar ve özgürlükler taleplerini tanımayan ulusalcı söylemlere karşı da mesafeli durmak gerekiyordu.
Dün küreselleşmecilik, emperyalist merkezlerden başlayarak ikinci kez geri geliyor ve yayılıyordu. Şimdi, ulusalcılık, yine emperyalist merkezlerden başlayarak yeniden yükseliyor, hatta “ulusalcı enternasyonalizm” gibi saçma kavramlarla zamanın ruhunu belirlemeye başlıyor.
Uluslar ve sınıflar...
Dün ulus devletin artık öneminin kalmadığını savunanlar, kapitalist üretim tarzının çelişkilerini, bunların sınıfsal ifadelerini görmezden geliyorlardı. Küreselleşme adeta nötr, doğal evrim (toplumsal ilerleme) gibi bir şeydi. Halbuki, küreselleşme, uluslararası sermayenin, dolaşımının ve faaliyetinin önündeki engellerin tasfiyesinin, ona yeni avlanma alanları açılmasının adıydı.
Şimdi küreselleşme sürecinde kurulan sermaye (fiziki, mali, simgesel) birikim ağları çözülüyor. Egemen sermaye, yükselerek egemen sermaye konumuna aday sermayelerin rekabetinin basıncı altında, savunma refleksiyle ulus devlet sınırlarına geri çekilmeye başlıyor. Yeni yükselen egemen sermaye adayları, kendilerine yeni avlanma alanları, bağımlı ülkeler yaratmaya başlıyorlar. Dünya ekonomisinin sermaye ve güç trafiği giderek sıkışmaya, sürücüler birbirilerine bağırmaya, levye-tornavida göstermeye başlıyorlar.
Girişte vurguladığım etik ilkeyi ve iki gözlemi tekrarlamayacağım. Yalnızca şunları vurgulamak istiyorum: Dünyada ve bölgede olayları çözümlerken, ulusalcı reflekslerin ideolojisine kapılarak, “ABD şunu yapıyor / istiyor, Türkiye de şunu bunu..” diye düşünmekten, ülkeleri birbirine çarpan kara kutular gibi görmekten kaçınmak gerekiyor. Her ülke ve devleti, türlü toplumsal çelişkilerle parçalanmış bir bütünlük oluşturur. Her ülke devletinin politikasını, çıkarını, bir sınıflar matrisine ve bu matrisin içindeki iktidar ilişkisine göre anlamlandırmak gerekir. Yoksa kendimizi hiç istemediğimiz kişi ve akımlarla aynı yatakta bulabiliriz.
Cumhuriyet / 24.12.18