Bir işçi ulusal kimliğinin neredeyse ezeli bir şey olduğunu düşünür. Bir ulusa aynı anlama gelmek üzere milliyete sahip olmak, onlara yüzlerce hatta binlerce yıl önce yaşamış olan atalarından kalan “yüce” bir mirastır. Ve gene çoğu işçiye göre kendi ulusal kimliği, diğer ulus ve milliyetlerden muhakkak üstündür. Neden kendini Türk olarak tanımlayan birinin bir Fransız, bir İngiliz ya da örneğin bir Tunuslu’dan daha özel ve üstün olması gerektiği üzerine ise çok az kafa yorulur. Bu tür bir sorgulama yerine egemen sınıflar tarafından üretilmiş hurafelere inanç duyulur. Ulusal kimliğimizle gurur duymak, kendimizi diğer ulus ve milliyetlerden üstün görmek bize küçük yaşlardan beri öğretilen, içinde yaşadığımız sömürü sistemi tarafından her olayda farklı araçlarla yeniden üretilen bir şeydir. Zira sermaye sınıfı ayakta kalmak, bu baskı ve sömürü düzenini sürdürmek için ortak çıkarları olan bir ulus kavramına ve bundan türetilen ulusal çıkar söylemine her zaman ihtiyaç duyar.
***
Oysa ulusların oluşumu aşağı yukarı 300 yıl öncesine dayanır. Modern biçimini alması ise çok daha yakın bir döneme aittir. Bu sürecin arkasında kapitalist üretim ilişkilerinin gelişimi yatar. Ulusların inşa edilmesi ile adına kapitalizm denilen bu baskı ve sömürü düzeninin hâkim olması birbiriyle at başı giden süreçler olarak yaşanmıştır. Bu durum elbette rastlantı değildir.
İlk gelişim sürecinde kapitalizmin ihtiyaç duyduğu tek şey sadece belli bir coğrafyada, belli yasa ve kurallara tabi ortak bir pazarın inşa edilmesi değildi. Aynı zamanda bu coğrafyada yaşayan halkın ortak bir kültür, buna dayalı değerler, tarih ve dil etrafında birleştirilmesi de gerekliydi. Uluslaşma bu birleşmenin ifadesiydi. Bu elbette tarihsel olarak ileri bir adımdı. Ancak burjuvazi bu “tebaa ya da ümmetten yurttaşlığa” geçişi kendi çıkarları doğrultusunda istismar etti. Ulus, uzlaşmaz çıkarları olan sınıflara dayalı bir toplumsal yapı gerçeğinin üstünü örtmenin aracı haline getirildi. Böylece egemen sınıf olarak burjuvazi kendi sınıf çıkarlarını tüm ulusun, dolayısıyla tüm toplumun çıkarları diye sunma imkanına kavuştu. Sermaye sefil çıkarlarını “ulusun ortak çıkarları” adı altında topluma dayattı.
Eğer toplum farklı çıkarlara dayalı farklı sınıflardan oluşuyorsa, işçi sınıfı ve emekçilerin vatanseverlik ya da ulusal çıkar adına yaptığı fedakarlıklar, ödediği bedeller, gösterdiği gayretler bu sınıfların hangisinin çıkarına idi? Toplum eğer zenginler ve yoksullar, ezenler ve ezilenler, sömürenler ve sömürülenlerden meydana geliyorsa ve bunlar arasında sürekli bir mücadele varsa, ortak bir ulusal çıkar nasıl olabilirdi? Her işçinin aslında kendi öz deneyimleri ile bile yanıtlarını bulabileceği bu ve benzeri soruların önüne “ortak ulusal çıkarlar” söylemi ile geçilmeye çalışıldı.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve gelişimi buna en iyi örneklerden biridir. Osmanlı hanedanlığından Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişte devlet işçi sınıfı ve emekçilere bırakalım örgütlenme hakkını tanımayı işçilerin varlığını bile kabul etmemiştir. Türk toplumunun kaynaşmış, sınıfsız ve sömürüsüz, aynı çıkarlara dayalı yekpare bir toplum olduğu yalanı Türk milliyetçiliği adı altında başta işçi sınıfı olmak üzere tüm topluma kabul ettirilmeye çalışılmıştır. Kemalizme ve o dönemin tek parti yönetimi olan CHP programına göre işçiye düşen kendi sınıfsal çıkarlarının peşinden gitmek değil, ortak ulusal çıkarların gerçekleşmesi adına milliyetçi değerlere sahip çıkmaktır. İlk iş yasası 1936’da çıkarılmış, sendikal haklar büyük sınırlamalarla ancak 1946’da tanınmış, grev hakkı ise Kavel işçilerinin şanlı mücadelesinin ardından kazanılabilmiştir. Tüm cumhuriyet tarihi boyunca işçi ve emekçilerin hak alma mücadelelerinin kan ve şiddetle bastırıldığı da düşünüldüğünde, sınıflara dayalı bir toplumda ortak ulusal çıkarların ne büyük bir yalan olduğu, dolayısıyla ulus kavramının aslında toplumdaki sınıfsal bölünmenin üstünü örmek için kullanıldığı çok daha iyi görülebilir.
Tüm bunların ortaya koyduğu gerçek, ulus kavramının biz işçi sınıfına değil burjuvaziye ait olduğudur. İşçi sınıfının büyük önderleri Karl Marx ve Frederich Engels 1848’de, komünistlerin vatan ve milliyeti kaldırmayı istemekle suçlanmalarına karşı “sahip olmadıkları bir şeyi onlardan almak mümkün değildir” demişlerdi. Evet işçi sınıfının bir gün kendine ait bir vatanı olacak. Baskı, sömürü ve eşitsizlik son bulduğunda, tüm dünya işçileri barış içinde üretip paylaşarak yeni bir dünya kuracaklar. İşte o zaman bu mücadeleye katılan değişik ulus ve milliyetten her bir proleter yarattıkları bu büyük eserle gurur duyacak.
Emeğin Kurtuluşu’nun 36. sayısından alınmıştır…