Erdoğan 1 Mayıs günü Ankara’da yaptığı konuşmada “Kandil’in desteği ile beraber bu ülkede cumhurbaşkanı olacak. Benim milletim Kandil’den aldığı destekle cumhurbaşkanı olana bu ülkeyi teslim etmez” demişti. Bu sözler, bir süredir iktidar sözcülerinden gelen ve açık ya da örtük imalarla 14 Mayıs seçimlerini bir siyasal şiddet ekseninde görmeye/göstermeye çalışan açıklamaların zirvesi olarak algılandı, doğal olarak. İçişleri Bakanı Soylu 28 Nisan’da, “15 Temmuz, fiili darbe girişimiydi. 14 Mayıs 2023, Türkiye’yi tasfiye etmeye yönelik hazırlıkların her birini bir araya getirerek oluşturabilecek siyasi darbe girişimidir…” ifadelerini kullanmış, eski başbakan ve AKP Genel Başkan Vekili Binali Yıldırım da 26 Nisan’da “Bu seçim, işgalcilere karşı istiklal mücadelesi seçimidir” demişti.
Beş güne sığan bu üç açıklama, uzunca süredir bazı muhalif çevrelerde etkili olan “kaybetse de gitmez” diye özetlenebilecek endişeyi körükledi. ‘Terör’, ‘darbe’ ve ‘beka’ üçlüsünün haşmetle yerleştiği bu iddialı sözler bir gözdağı mıydı? Erdoğan ve yakın çevresi seçim sonuçlarına dair olası bir pozisyonun motivasyonunu mu üretiyor?
Anketlere, hatta kimi zaman sokak röportajlarına sıkışmış ve en nihayetinde açık bir belirsizlik alanı oluşturmuş seçim atmosferi bu kaygıları güçlendiriyor. Üstüne son günlerde pek çok kentten art arda gelen ‘gerilim’ haberleri eklendi: Edirne’de Yeşil Sol standına bıçaklı saldırı, Mersin’de ülkücülerin Kılıçdaroğlu gönüllüsü kadınlara yönelik saldırısı, Manisa’da CHP mitinginden dönenlere AKP seçim bürosu önünde yapılan provokatif girişimler, Kılıçdaroğlu’nun Adıyaman’da uğradığı tacizler…
Soru genişliyor: İktidar, elinde bulundurduğu resmi-gayriresmi araçları, tüm devlet olanaklarını kullanarak seçimi fiilen gasbetme yoluna gider mi?
Erdoğan-AKP’nin, özellikle de 15 Temmuz’dan sonra pekişmiş ittifaklarıyla birlikte, devlet üzerinde daha önce görülmemiş bir siyasal hâkimiyet sağladığı malum. Bu malumat, ‘devlet’ Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığını tanımama yoluna mı gidecek, tartışmalarını besliyor. Seçimin genel mecrası da ittifaklar, pusula dizilimi, kim kimden oy tırtıklar gibi politik alandan uzak bazı detaylara sıkıştıkça, bu kaygılar/sorular genel belirsizlik ortamına ekleniyor ve toplumu hepten edilgen, ‘başına gelecekleri tahmin etmeye çalışarak bekleyen’ bir pozisyona itiyor.
Bu açıdan devleti, onun anlık bir görünümünden çok, sermayenin Türkiye kapitalizminin yönüne ilişkin projelerinin bir yürütücü ve koruyucu odağı, egemen sınıfların bir baskı aracı olarak ele almanın önemi artıyor. Devletin Marksist analizi, endişeli (ya da iyimser) liberaller ve ‘demokrat’ların saplandığı belirsizlik [ne-ler olacak acaba] açmazına, edilgenliğine karşı emeğin potansiyel politik gücünün bir işaretidir.
Soruyu biraz değiştirerek şöyle yinelemeli belki: Türkiye devleti ve onunla temsil, himaye, gerilim ilişkilerinde olan sınıflar arasındaki güç ilişkileri, 10 gün sonra ortaya çıkacak bir olası sonucu tanımayacak nitelikte midir? Bunun kestirme bir yanıtı yok elbette. Ama ‘saha’dan bazı olgular aranabilir.
Bu olgulardan biri, Erdoğan rejiminin, özellikle depremden sonra, sınıfsal ittifak güçlerini siyaseten de açıkça sahaya sürmek zorunda kaldığı gerçeğidir. Gerek deprem bölgesinde gerek daha geniş bir ölçekte, MÜSİAD, bazı TOBB çevreleri, inşaat ve savunma sanayii şirketleri ile tam nüfuz edilmiş devlet kurumları (AFAD, Jandarma, Kızılay vb.) sahada adeta bir siyasal örgüte dönüşerek çalışıyor. Bunda, AKP sivil örgütünün eski güçlü seçim makinesi niteliğini kaybetmiş olmasının etkisi büyük. Bu olgunun son fenomeni, aynı zamanda ‘aile’nin organik bir üyesi olan ve bugüne dek politik tartışmalardan azade tutulmasına özen gösterilen Selçuk Bayraktar’ın hızla siyasileşen bir figür olarak sahneye sürülmesi oldu. Deprem bölgesinde konteyner kurmaktan çorba dağıtmaya kadar pek çok işe el atan iktidar sermaye ağlarıyla birlikte Bayraktar’ın hızla politikleşen görünümü, bariz bir güç takviyesi ihtiyacının sonucu. İktidar zayıfladıkça saydamlaşıyor, ‘kemikleri’ (iskeleti) daha görünür hale geliyor.
Türkiye’de siyasal şiddetin geleneksel olarak en önemli odağı olan ordunun 15 Temmuz sonrasında bu pozisyonunu büyük oranda kaybetmesi, böylesi bir gerilimde ‘devlet adına’ kimin sahaya güç basacağı sorusunu da belirsizleştiriyor. Türkiye kapitalizmi ölçeğinde bir aygıtı temsil eden devletin fonksiyonunun, muhalifler açısından bile, SADAT’tan çeşitli mafya gruplarına dek, çalı yangını çıkarmaya yetenekli ama ötesi için kapasitesi yetersiz yapılar üzerinden tartışılması bu belirsizliğin sonuçlarından biri.
Döne dolana geçen haftaki noktaya geliyoruz; Türkiye’nin önündeki siyasal belirsizlik, taraflardan birinin ‘kötücül’ ve ‘gözü kara’ planlarından öte, egemen sınıfların toplam açmazlarının bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Erdoğan ve yakınındakilerin tehditkâr açıklamaları da bu belirsizliğin seçim sonrasında da süreceği ve seçim kaybedilse de iktidarın hemen kaybedilmeyebileceği planından hareket ediyor olmalı.
Evrensel / 04.05.23