Dünya o kadar büyük bir benzerliktir ki, zulme uğrayanla zalimin pozisyonları, arkalarında dizilenlerin savundukları hiçbir coğrafyada değişmez.
Ve hatta o kadar birbirine benzer ki dünyanın her yanında insan tepkileri, zulme uğrayan, pozisyonu bir milim farklılaştığında farklı bir dille konuşmaya başlar her yanda. Ezebildiği bir kimlik, bir insan, bir canlı varsa karşısında ezildiği dönemdeki tüm cümlelerini gömer dipsiz bir kuyuya.
* * *
Hava Savaşı ve Edebiyat (Can Yayınları) kitabında, 2. Dünya Savaşı'nda uygarlık tarihinin en büyük insanlık suçlarını işleyen Almanya'nın bazı kentlerinin yenildikten hemen sonra bombardımanla yok edilişini aktaran Sebald, valizinde çocuklarının cansız bedenlerini taşıyan kadınların farklı kentlere kaçışlarını anlatır. Sebald, bir yandan Alman aydınların, uzun yıllar o dönem yaşananları aktarmak konusundaki çekincelerine işaret eder, diğer yandan bombardımana uğramamış kentlerdeki halkın, cesetlerle yolculuk eden, kentlerine gelen diğer Almanlar karşısındaki kayıtsızlığını aktarır.
O kayıtsızlık, başına hiçbir zaman hiçbir şey gelmeyeceğini düşünen, haklılık hastalığına tutulmuş yığınların ortak özelliğidir tüm coğrafyalarda.
Sloganlara sarılıp memleketçilik oynamak kolaydır.
Bu yüzden vahim olana, açık bir yara olarak kalana göz ucuyla bile bakmadan popüler birkaç sözün arkasından gidip politik hassasiyet gösterdiğini sanmak, bir ülkeyi sevmek konusundaki çok büyük bir yalandır.
* * *
Anayasa Mahkemesi'nin, Şırnak Kuşkonar-Koçağılı köylerinin 26 yıl önce savaş uçakları tarafından bombalandığını, bir ülkenin savaş uçaklarının, hiçbir eylemi olmayan yurttaşlarını vergilerini ödedikleri bombalarla öldürdüklerini kayıt altına alan kararıyla ilgili sessizlik sürüyor.
T24 başta olmak üzere birçok sitenin haberi duyurmuş olmasına rağmen, tıpkı 26 yıl önce olduğu gibi, kendini "ana akım" olarak tanımlayan medya sus pus.
Üç beş kişinin ciddiye alınır tarafı olmayan sözlerini günlerce tartışan aydınlar, televizyon gezmekten bıkmadan hiçbir sonuç üretmeyen tartışmalarla popülerlik peşinde koşan akademisyenler, gazeteciler, hukukçular hepsi sus pus.
Ama ne kadar bilinçli biçimde susulsa da bu ülkenin bir ucunda, 26 yıldır bağıra bağıra, zorla sesini bütün kulaklara duyuran ölülerin toplu mezarı duruyor.
* * *
Anayasa Mahkemesi kararına göre, 26 Mart 1994 günü, 4 savaş uçağı, saat 10.30-11.00 sıralarında Kuşkonar ve Koçağılı köylerini bombaladı. Kazan bombaları, 38 kişinin ölümüne yol açtı. 7'si bebek, 24 çocuk ölen 38 insanın arasındaydı.
Bunlar, mahkeme kararına da yansıyan bilinenler.
Bir de hikâyenin bilinmeyen kısmı var.
Bombardımanın ardından yola daha yakın olan Koçağılı köyünde hayatta kalanlar, ölen 13 kişinin cenazelerini ve yaralananları yanlarına alıp, apar topar köyden ayrıldılar. Yola yakın olmanın avantajıyla, ölenler morglara, yarananlar hastanelere götürüldü.
Kuşkonar köyü ise yola çok daha uzaktı. Sarp kayaların eteğindeki köyde, bombardımandan sonra hayatta kalanlar ne yapacağını bilmez halde birbirlerine baktı. Yakınlarının, çocuklarının cenazeleri yerlerdeydi. Ancak hayatta kalanları korumaları gerekiyordu. Uçaklar hâlâ tepedeydi ve yeni bir bombardımandan korkuyorlardı.
Köylüler, buldukları kazmalarla, küreklerle, bulamayanlar elleriyle toplu bir mezar kazdılar.
Ne de olsa yetkililer köye geleceklerdi, o zaman toprak açılabilir, yakınları için inançlarına uygun dini tören yapabilirlerdi.
Toplu mezara, 25 insan, kıyafetleriyle, üzerlerinde kuruyan kanlarla, dini tören yapılmadan gömüldü.
Köye bir daha tek bir yetkili gelmedi. Keşif yapılmadı, ölenlerin kimliği araştırılmadı, ne olup bittiğine bakılmadı. Köye, köylüler dahil, başkasının girmesine de izin verilmedi.
Her iki köy, tam 26 yıldır kapalı.
* * *
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Türkiye'yi bu bombardıman nedeniyle, yaşam hakkı ihlali ve insan haysiyetiyle bağdaşmayacak muamele gerekçeleriyle mahkûm ettiğinde, ölen 25 kişiyle ilgili kimlik tespiti bile yapılmamıştı.
Nüfus kayıtlarında büyük bölümü yaşıyor görünüyordu.
Ve ölen bebeklerden bazıları için henüz kimlik bile çıkartılmamıştı. Nüfus kayıtlarında zaten o bebekler yoktu.
Avukat Tahir Elçi, öldürüldüğü güne kadar takipçisi olduğu bu davada, hâlâ dosya için mücadele eden Avukat Neşet Giresun ile birlikte 2014'te kritik bir müracaat yaptı.
Toplu mezarın açılması, kimlik tespiti yapılması için savcılığa başvurdu. Diyarbakır Savcılığı, o dönemde, zamanaşımı süresi dolmadan, olayla ilgili dava açmaya hazırlanıyordu. AİHM'nin mahkumiyet kararı da bunu gerektiriyordu.
Ancak bu başvuru sonuçlanmadan ve iddianame hazırlanmadan dosya savcısı görevden alındı. Türkiye'de kartlar yeni baştan dağıtılıyordu. Özel yetkili savcılıklar konusunda yeni bir düzenleme yapıldı, dosya için yeni bir savcı görevlendirildi.
O savcı, dosyayı düşünmeden Genelkurmay Askeri Savcılığı'na gönderdi. Roboski için "kaçınılmaz hata" diyerek takipsizlik kararı veren Askeri Savcılık, bu dosyayı zamanaşımı dolana kadar elinde tuttu ve sonra kapattı. Toplu mezarın açılması konusunda ise bir karar vermedi.
* * *
Memleketin uzak bir köşesinde, 1994 yılının bir bahar günü savaş uçaklarının bombalarıyla öldürülmüş 25 kişinin bedenleri toplu bir mezarda yatıyor hâlâ.
O köyler hâlâ yasaklı.
O insanların hiçbirinin müstakil mezarları yok.
Yakınlarının dua edebilecekleri bir mezar taşları yok.
Başında ağlayabilecekleri bir mezar başı yok.
Ama zaten bu biraz olsun dert edilecek olsa, "insan hayatıyla bağdaşmayan muamele" gibi bir mahkeme tespitinden sonra bütün ülke ayağa kalkardı.
Çocuklar ölmüş, bebekler ölmüş, toplu mezara gömülmüş, o mezar hâlâ açılmamış, bazılarının kimliği bile yokmuş, bunlar ne ki!
Açarız oradan bir tartışma programı, tutarız güzelce tarafımızı.
Bize dokunmayan bir yılan ne de olsa dolaşan, bin yaşasa ne değişir ki…
T24 / 05.09.20