Elisabeth Noelle - Neumann tarafından geliştirilen "Suskunluk Sarmalı" teorisinin, basit bir ilkesi var:
İnsanlar, kalabalık tarafından genel - geçer kabul edilen fikirlere aykırı bir fikri varsa, kendini kısıtlayarak, susar. Bu fikrin yaygınlaşmaya başladığını sezdiği aşamada ise konuşmaya başlar.
Teori, bu basit tariften ibaret değil elbette. Yine de en kestirmeden anlatmak gerekirse, insanların çekindiği için susmayı tercih ettiği bir iklimin yarattığı etki diye özetlenebilir.
Ancak Türkiye'deki "suskunluk sarmalı" bu teorinin anlatmak istediğinden farklı.
Türkiye'de görse de konuşmayan, bilse de "olur böyle şeyler, başka türlü olmaz" diyen, iktidar duygusundan asla ve kat'a vazgeçmeyen, doğruyu anlatmayı istemeyen, hakikatle buluşulmasını dünya görüşüne aykırı bulan "kanaat önderleri" var. Ya da kendi mahallesinde olup bitene ses çıkartmayan, çıkartmak istemeyen, sessizliği seçen mahalleliler…
Dikensiz gül bahçesi alanlarda top koşturan, itiraz görmeyeceği alanlarda, mümkünse bir arada "muhalif" kimliğine sıkı sıkıya sarılan insanların konuşmalarının elbette bir önemi var. Bir söyletme mecburiyeti değil, "hadi siz de konuşun" değil… Bu coğrafyanın hakikatle buluşması, adaletle anılabilmesi için bir dil gerekiyor. Her şeyden önce hakikati konuşan bir dil.
Zira o dil olmadan, her şey aynı biçimde, aynı cümlelerle ilerliyor. Aynılar kendi alanlarına sıkışıp, mümkünmüş gibi oradan anlatmaya gayret ediyor, tek buluşulabilen yer olan "iktidar karşıtlığı" olduğunda ise diğer netameli konuları bir yana bırakarak hep bir ağızdan konuşuyor. O yeni dil, başka cümleler kurabilmek için gerekiyor ve mutlaka gerekiyor.
* * *
Bianet'ten Evrim Kepenek'in haberi, nasıl hep aynı sularda yüzdüğümüzü apaçık gösteriyor:
"17 yaşındayken babamı gömen imamı buldum. İddiaları anlattım. Cesedi hatırlayıp hatırlamadığını sordum. 'Helikopterden atılmış' dedi, cesedi bana kırılan bir cam bardağın tüm parçaları gibi bir cenaze olarak anlattı. Tüm kemikleri kırıkmış. Van'da helikopterden atılan Osman Şiban ve Servet Turgut'un haberlerini okuyunca yine o günler aklıma geldi. Hiç mi değişiklik olmaz bir ülkede?"
Bu sözler, Berfin Ertürk'e ait. Anlatımına göre, 1989'da, Cizre'de Ertürk henüz bebekken, evlerine özel tim geliyor. İfadesi alınıp, bırakılacağı söylenen babası götürülüyor. Ancak babası dönmüyor bir daha. Karakol, "Haberinin olmadığını" söylüyor. Dört gün sonra, belediye hoparlöründen, "Mehmet Ertürk'ün yakınlarının Şırnak Belediyesi'ne gelmesi gerektiği" anonsu yapılıyor. Ertürk'ün annesi, belediyeye gittiğinde, kocasının kimsesizler mezarlığına gömüldüğünü öğreniyor. Köylüler, çok sonra, Cudi Dağı'na helikopterle atıldığını anlatıyorlar.
Ertürk'ün anlatımlarının en can alıcı kısmı, tanıdık:
"Jandarma ekiplerinin araştırması sonucu Cudi Dağı'ndan atılan kütlenin battaniyeye sarılı bir erkek cesedi olduğu ve kimlik bilgisine göre, bu kişinin Mehmet Ertürk olduğu anlaşılıyor. Savcılık tutanağında, 'Yer gösterirken ayağı düştü' cümlesi yer alıyor. Tam 31 yıl sonra benzer haberler okuyorum. İçim acıyor."
* * *
Van Çatak'ta, 11 Eylül'de gözaltına alındıktan iki gün sonra hastanede ortaya çıkan Osman Şiban ve Servet Turgut için yapılan açıklama da benzer.
Helikopterden atıldıklarını anlatan iki isim için valilik, "kayalık alanda 'dur' ihtarına uymayarak, kaçarken düştüğü" açıklamasını yaptı.
İki isimden 7 çocuk babası Turgut, yaşamını yitirdi, Van'da toprağa verildi. Taziyesi bile basıldı.
Suçu mu neydi?
Böyle bir cezalandırma yöntemine uygun herhangi bir suç türü yok ancak Turgut'un herhangi bir suça konu eylemi de yok…
Kardeşi Naif Turgut, şunları anlatıyordu baskın yapılarak dağılması istenen taziyede:
"Bu insan evinden çıkarak köyüne gitti. Topladığı ot torbalarını bağlıyordu. Yanında sadece bir tek çuvaldız vardı. Bu insan fakirdi, çalışkan biriydi. Zalim değil, masum bir insandı. Öncelikle Allah'a yalvarıyoruz, sen dünyaya zulmü içinde barındıran insan değil içi temiz insan gönder. Bugün hayvan bir çukura düştüğünde itfaiye çağılarak o hayvanı kurtarıyorlar. Bu insana büyük bir zulüm yapıldı. Allah bu vahşeti kabul etmesin. Bizim ciğerimiz nasıl yandıysa onlarında öyle yansın. Bu insan vahşice helikopterden atılarak şehit edildi. Bütün dünyaya sesleniyoruz; bu insana yapılan hukuksuzluk kimseye yapılmasın. Allah, bu vahşeti kabul etmesin."
Helikopterden atıldığını kendisi söyledi, ailesi söyledi, köylüler söyledi ancak bir kısacık tutanak, bir kısacık açıklama ile konu aniden kapandı. Savcılık, bir soruşturma yürütüyor ancak İçişleri Bakan Yardımcısı açıklama yapıyor, diğer yandan, 'Açıklama yaptık ya… Terör örgütünün dümen suyuna girenler…' Yazıklar olsun…"
Bu saatten sonra yargı, "dümen suyuna girmemek için" ne yapacak, göreceğiz.
Oysa adalet isteniyorsa gerçekten, adalet iddiası olan bir devlet soruşturur, üzerine gider, gerçeği açığa çıkartır değil mi? Hayır, kapatılacak…
Elbette kapanacak, başka ne olacak!
* * *
Aynı olayların durmaksızın tekrar ettiğini gösteren bir başka örnek, zaten soruşturuldukları dosyadan yeniden gözaltına alınan HDP'liler…
O isimlerden Kars Belediye Başkanı Ayhan Bilgen, başkanlıktan, "kayyım atansa da atanmasa da" ayrılacağını açıkladı. Belediyenin hakkaniyetli yönetilmesi için partilere çağrı yaptı.
Aynı Bilgen, gözaltına alınmadan çok önce şöyle anlatıyordu Kars'ta yaşananları:
"'Bana otopark vereceksiniz' diyen bir kişi geldi. Tehdit etti. Savcılığa bildirdik ve bu kişi açık tehditte bulunuyor dedik. Düşünün bu şahıs ifadeye alınıyor. Hakaret ve tehditle ilgili tek bir beyanda bulunmuyor. Kendisi 1,5 sayfa ifade veriyor. İki cümle kuramayan kişi… O benden iş istemiş, ben de 'dağa gençleri götürürsen talebini yerine getiririz' demişim. Gelin bunu araştırın o zaman. Mesajlar, kayıtlar ortada. Bu şahıs bu ifadeyi verip bırakılıyor. Son saldırısında da yine tekrar şikâyetçi oluyoruz, tekrar alınıyor. Bu kez ayağım takıldı diye çıkıyor. Ama aynı gün önceki ifadesi basına yansıyor. Biraz önce söylediğim sosyal medya adreslerinden yayılıyor. Biz ulaşamıyoruz ifadeye ama o sayfalar ulaşıyor. Bu senaryoya baktığımızda eski kirli ilişkilerin kullanılmasıyla ilgili, yerel çıkar rant ilişkileri ile ilgili bir fotoğraf çıkıyor karşımıza…"
Bilgen, haftalarca, otoparktan usulsüz ihalelere, usulsüz imar artışlarından belediyenin bütçesinin geçmişte nerelere harcandığına dair yolsuzlukları anlattı.
Dönüp de bir tekini araştırmayanlar, vatanseverlikten, ülkeyi sevmekten bahsettiler sırası gelince.
Bilgen, kendini değil, kenti düşündüğü için görevi bırakacağını açıkladı.
Ve elbette, o sesi duymak istemeyenler, yine kulağını kapattı.
Hemen ertesi gün, HDP'li belediye meclis üyeleri gözaltına alındı, görevden el çektirildi. Belediye Meclisi'nde çoğunluk AKP - MHP'ye geçti. Ne güzel sandığın sisteme yansıması!
* * *
Bütün bunlar olmaz mı diyorsunuz, olmamıştır, yaşanmamıştır. Yani hepimizin gözünün önünde olmasına rağmen…
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin yıllar önce karara bağladığı, Anayasa Mahkemesi'nin daha birkaç ay önce hüküm altına aldığı olay orada duruyor.
Bu ülkede, Şırnak Kuşkonar - Koçağılı köylerinin 26 yıl önce savaş uçakları tarafından bombalandığı, çoğu çocuk 38 köylünün yaşamını yitirdiği, 25'i toplu mezara defnedilen bu insanların mezarlarının bile bugüne kadar açılmadığı memleketin en üst mahkemesinin kararında yazıyor.
Tıpkı Roboski köylülerinin savaş uçakları tarafından vurulduğunun askeri savcılığın kararında yazdığı gibi… "Kaçınılmaz hata" denilen bir garabet kavramla açıklanmaya çalışıldığı gibi…
Kuşkonar ve Koçağılı dosyasını yıllarca takip eden Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi, güpegündüz, kentin meydanında öldürüldü.
Ve sadece Elçi'nin öldürüldüğü aşamada takip ettiği dosyaları konu ederek bu zinciri sürdürmek mümkün…
* * *
Tüm bunları bilenler, bahsettiklerinde konumlarını kaybedecekleri, kazanç elde edemeyecekleri için değil, inanmadıkları için değil, başka türlüsünün olmasını istemedikleri için susuyor.
Ve onlar sustukları için konuşanlar kimliklerle, kriminalize edilerek damgalanıyor.
Oysa ki hakikat tek.
Misal, Berkin Elvan öldürüldüğünde de Mahsum Mızrak öldürüldüğünde de tek.
Her ikisinin de başına, bilinçli biçimde bir gaz fişeği atıldığı tek gerçek.
Ama bir sarmal var ki on yıllardır herkesi kuşatıyor, suskunluğa mahkûm edip, bu büyük ayıpların normalleştirilmesini sağlıyor, bir ayıbı herkese öğretiyor.
Gözler nemlenmeden, gülümseyerek bakılacak bir deniz yok.
Zira bu suskunluktan geriye sadece bozkır kalıyor.
T24 / 03.10.20