Varoufakis, 2015’te Corbyn ile Thatcher arasında analoji kurarken haklıydı. Thatcher ekonomide, siyasette ve popüler kültürde başlayan yeni dönemi temsil ediyordu. Corbyn de öyle olabilir.
Blair dönemi bitti
Muhafazakâr Parti seçim kampanyasına İşçi Partisi’nin (İP) 20 puan önünde başladı. Yandaş basın, hatta siyasi yelpazenin solunda yer alan The Independent, The Guardian, Theresa May’in bu seçimlerde Corbyn’in siyasi hayatını bitireceğini, İşçi Partisi’ni hezimete uğratacağını söylüyordu. Partinin, Blairci, neoli- beralizm kalıntısı üyeleri de her fırsatta Corbyn’i sabote etmekten çekinmediler. Seçimlerde Muhafazakâr Parti meclis çoğunluğunu kaybetti, İşçi Partisi oyunu, meclis iskemle sayısını arttırdı. Corbyn’in değil Theresa May’in siyasi yaşamı duvara çarptı. The Economist, “Blair dönemi 8 Haziran’da bitti” diyordu.
Gerçekten de, İP’nin seçim manifestosuna bakınca, yaklaşık 38 yıl önce toplumu yeniden şekillendirmeye, vatandaşların aklına yeni “tartışılmaz doğruları” yerleştirmeye başlayan neo-liberal, postmodern söylemlerin, bu seçimde yıkılmaya başladığını görüyoruz.
Birincisi, İP’nin manifestosu, özelleştirmeye karşı olmanın ötesinde, taşımacılık, enerji tedariki gibi kamu hizmeti veren sektörlerin yeniden devlet mülkiyetine ya da denetimi altına alacağını, gelir dağılımı piramidinin en üst yüzde 20’sinin ve büyük şirketlerin vergilerini artırarak elde edeceği kaynakları, sağlık, eğitim, toplu konut gibi hizmetlere aktaracağını, orta, küçük işletmeleri destekleyecek bir kamu bankası kuracağını, emekçilerin üzerinde bir yük olan KDV oranını düşüreceğini, üniversite harçlarını kaldıracağını söylüyordu.
Halkın bu talepleri benimsenmeye başlaması, neo-liberalizmini zihinlere yerleştirdiği varsayımların dağılmaya, bastırılan sınıf reflekslerinin geri gelmeye başladığını gösteriyordu.
Yeniden vatandaşlık ve sınıf
İkincisi, İP, göçmenliği, denetleyen ama sınırlamayan, ortak pazarda kalmaya kararlı bir “yumuşak Brexit” savunurken, Muhafazakâr Parti “ne olursa olsun katı Brexit” iddiasındaydı; böylece işçi sınıfı içindeki, “eski-yeni”, “yaşlı genç” farkından yararlanmayı amaçlıyordu. Ancak, geçmişte milliyetçi, yabancı düşmanı duyarlılıklarla, UKIP’yi, İşkoçya’da, Galler’de ulusal partileri, referandumda da, “Brexit”i destekleyen “eski işçi sınıfının” önemli bir bölümü, bu kez İP’ye, ortak vatandaşlık, sınıf kimliklerine dönmeye başladılar. Londra’nın, “yeni işçi sınıfı”, Brexit karşıtı seçmeni de, Kensington’da bile Brexit karşıtı liberal partiye değil, İP’ye oy verdi.
Üçüncüsü, Corbyn’e gelene kadar İP neo-liberalizmi benimseyen bir görüntü sunduğundan, siyasete ilgi göstermeyen, sandığa gitmeyen gençlerin, bu kez 72’si İP’ye oy vermek üzere sandığa gittiler. Seçim sonuçları belli olduktan sonra da, çok “haklı olarak bunu biz yaptık” duygusunu sosyal medyada gururla sergilediler.
Dördüncüsü, Corbyn ilkeli bir sol liderlik sergiledi, halkın içinde büyük meydan toplantıları düzenleyerek, seçmenle diyalog kurmaktan çekinmeden kampanya yaptı. Geçmişte IRA’yı, Hamas’ı desteklediğine ilişkin suçlamaları, sakin mantıklı açıklamalarla etkisizleştiren, “düğmeye” (nükleer silahların) basar mısınız sorusuna, tüm suçlamalara karşın, olumlu cevap vermeyerek, terörizm tehlikesiyle İngiltere’nin dış politikası arasında bağlantı kurarak, Corbyn samimi, dürüst bir lider örneği sergiledi.
Bir söyleşide “sen ne biçim lidersin, taleplerinin yalnızca bir kısmı seçim manifestosuna girebildi” eleştirisine verdiği, “Ben liderim, diktatör değil. Benim görevim, dayatmak değil, ikna etmek, parti meclisinin hazırladığı manifestoyu savunmaktır” cevabı, bu farkı çok güzel sergiliyordu.
Corbyn işçi sınıfının hem yeni gelişen kuşağını kazanmış, hem de neo-liberalizmden en çok etkilenmiş geleneksel kesimini kazanmaya başlamış görünüyor. Bu eğilimi konsolide edebilirse, o da Thatcher gibi, TINA (Başka seçenek yok) sloganıyla toplumun yapısını değiştirmeye başlayabilir...
Cumhuriyet / 12.06.17