Eskiden bu kentte, gece yarıları telsiz ve silahlarla kapısına gelenler tarafından kaçırılan insanların ölüleri, bir yol kenarında işkence edilmiş halde bulunurdu.
Bazı insanlar, akşam saati evlerine dönerken enselerine sıkılan kurşunla verdiler son nefeslerini.
Bazıları da bütün kentin yerini bildiği, o dönemin yetkililerinin, “Ne JİTEM’i, yok öyle bir şey?” diye varlığını yalanladıkları JİTEM merkezinde.
O cinayetlerin dosyaları raflardan indirildikten sonra, kumpas operasyonlarının parçası sayılıp yeniden bir kenara atıldı.
Kimin ne yaptığının gayet iyi bilindiği dosyalar için gözler yeniden kapatıldı.
***
Eskiden Diyarbakır’dan belirli aralıklarla “Diyarbakır’da yeni hayat” haberleri yapılırdı.
Bir yandan yol kenarına bırakılmış insanların cenazeleri kaldırılırken, diğer yandan akşam saatlerinde ışıklarını yakmış dükkânların fotoğrafları çekilir, artık ne kadar da yaşamın değiştiği anlatılırdı.
O sıralarda Avukat Tahir Elçi, boşaltılan bir köyden diğerine koşar, ölen çocukların, ölen insanların, işkence iddialarının avukatlığını yapardı.
Diyarbakır’ı o dönem yönetenlerin gözünde, “teröristlerin avukatı da teröristti” neticede.
Bu yüzden ismi JİTEM’in ölüm listelerinde de en başlardaydı.
Elçi, avukatlığını yaptığı dosyalarda, o dönem Diyarbakır’ı yönetenlerin ifadelerinin de alınmasını sağladı.
O ifade verenlerin neredeyse tamamı JİTEM’in varlığını da teyit etti.
Elçi’nin avukatlığını yaptığı dosyaların büyük bölümü ise faili meçhul kalarak zaman aşımı kapsamına girdi.
***
Sonra, tam da Dört Ayaklı Minare’nin altında vurdular Tahir Elçi’yi, 28 Kasım 2015’te.
Gizli saklı öldürmeye bile gerek görmediler.
488 gün, 69 hafta geçti üzerinden.
Soruşturmayı soruyorsunuz, suçlanmış gibi yanıt geliyor: “Ne malum, belki de örgüt vurdu.”
Örgüt vurduysa örgüt, polis vurduysa polis, bir başkası vurduysa bir başkası.
Anlamıyorlar ki mühim olan, bir devletin, bir vatandaşının, hele ki faili meçhulleri araştıran bir vatandaşının öldürülmesini faili meçhul bırakması.
Farklı soruşturma dosyalarına giren itirafçı ifadeleri var:
“Elçi’yi örgüt üyeleri vurdu.”
Kumpas davalarından biliyoruz ki yetmiyor itirafçı ifadesi.
Yanında başkaca kanıt var mı?
Avukatlarının bu soruları yanıt buldu mu?
- Sicil numarasıyla neden ifade alınıyor, neden polislerin isimleri gizleniyor?
- Neden vurulma anına ilişkin tek bir görüntü kaydı yok?
- Neden elde edilen görüntülerin bir bölümü eksik ve üzerinde oynanmış?
- Neden bilirkişi incelemesi 110 gün sonra yapıldı?
- 110 gün sonra yapılan incelemeden sadece 2 gün sonra, üstelik de tıbbi belgeler, otopsi bulguları, fotoğraf ve videolar yokken Adli Tıp’tayken, uzman personel bulunmazken bilirkişi raporu nasıl yazıldı?
- Bilirkişi raporundaki, “ölümüne neden olan atışın, hangi silahtan, hangi açıyla, kişinin hangi vücut pozisyonuyla gerçekleştiğinin tıbben ve fiziken bilinemeyeceği” hangi kanıtlarla yazılabildi?
- Yetersiz bu raporda, atış istikametindeki polislerin yerleri belirtilmesine rağmen, neden bu kişilerin ifadesi, “şüpheli” sıfatıyla alınmadı?
Bu sorular hâlâ yanıtsız.
Aylardır kapağı açılmamış dosyayla ilgili küçük hareketlilikler oluyor şimdi.
Hep birlikte göreceğiz, o küçük hareketlilikler gerçeği bulmaya yetecek mi?
***
Ve yaşasaydı Elçi’nin takipçisi olacağı, miras bıraktığı Diyarbakır Barosu’nun da takipçisi olduğu bir dosya daha var önümüzde şimdi.
21 Mart’ta, Diyarbakır’da Nevruz alanına giriş noktasında Elçi gibi herkesin gözü önünde vurularak öldürülen Kemal Kurkut.
Tanıkların anlatımları mühim:
Malatyalı, Müzik Bölümü öğrencisi Kurkut, önce arama noktasındaki polisle tartışıyor.
Ardından koşarak hemen arkadaki kasap dükkânına giriyor, iddiaya göre bıçağı buradan alıyor.
Yeniden geliyor polis noktasına, bıçak kendisine dönük, polis sakin.
Anlatımlara göre, bir polis havaya ateş açıyor, Kurkut koşmaya başlıyor.
Üstü çıplak şekilde koşarken, iki polis mevzuatın emrettiği gibi havaya ateş açıyor.
Polisin görevi, tehdit görüyorsa ikinci aşamada etkisiz kalacağı biçimde yaralamak.
Öyle olmuyor, bir polis sakince çöküp yaklaşık 2 metreden arkadan öldürücü biçimde ateş ediyor.
Saat 08.05.
Gazete Duvar internet sitesinden Özlem Akarsu Çelik’in yazısında da belirttiği gibi, çektiği 19 kare fotoğrafla valiliğin, “Canlı bomba şüphesiyle vuruldu” açıklamasını boşa düşüren Diha editörü Abdurrahman Gök’ü arayan, fotoğrafları isteyen tek bir devlet yetkilisi yok hâlâ.
Olaydan hemen sonra Gök’ün makinesini kontrol edip, hafıza kartlarını silmek isteyen, “görevliler” fotoğrafları şimdi pek merak etmiyor nedense.
“Canlı bomba şüphesi” neden hala diri bir ihtimal olarak tutuluyor?
Fotoğraflar ortadayken neden tatmin edici yaptırımlar uygulanmıyor?
Yanıt bekliyor.
Ama Kurkut’un suyun, tabutun, aracın esirgendiği, ailesinin de acıya mahkum edildiği cenazesinden de görüyoruz ki yanıtlar oracıkta dursa da verilmesi kolay olmuyor.
Milliyet / 26.03.17