Bir taraftan 30 Mart seçimlerine ilişkin şaibeler, diğer taraftan 1 Mayıs mitinglerine ilişkin yasaklamalar, son olarak da emeklerinin karşılığını alabilmek için direnen Greif işçilerine yönelik polis baskını… Gündemin en üst sıralarında yer alan sadece bu üç olay, Türkiye’de demok-rasinin düzeyini göstermesi bakımından yeterlidir.
Demokrasi, toplumda yaşayan insanların düşüncelerini, taleplerini özgürce ortaya koyması ve bunları yaşama geçirebileceği mücadele yollarının açık olmasıdır. Kapitalist toplumlarda yasalar birtakım bireysel hak arama yollarını düzenlemişse de ekonomik ve siyasi hegemonyayı elinde bulunduranlar dışında bireysel yollarla hak elde edebilmek fiilen mümkün değildir. Bu nedenle sermaye ve siyasi iktidarın çevresindeki küçük bir azınlık dışında kalanların -ki bunların büyük çoğunluğu emeği ile geçinenlerdir- düşünce ve taleplerini duyurabilmek ve bunu yaşama geçirebilmek için sözlerini, seslerini birleştirmeleri gerekir.
Sözün-sesin etkili biçimde bir araya getirilmesinin mekanı haksızlığın yaşandığı yerdir. Eğer haksızlık bir fabrikada, plazada, atölyede yaşanmışsa ortak sesi duyurmanın en etkili yolu, üretimden gelen gücü kullanmamak yani grevdir; etkili bir grevin koşulu yoksa o zaman işyeri işgalidir. Çiftçiler bunu yolları kapatmak, ürünü pazara götürmemek gibi yöntemlerle yaparken; öğrenciler boykot ve işgal yoluyla seslerini duyurmaya çalışır ve hakları için mücadele ederler.
Sözün bir araya getirileceği hak arama mekanlarından bir diğeri de kent meydanlarıdır. Özellikle sanayileşmeyle birlikte köylerinden, kasabalarından kalkıp kentlere emek gücünü satmaya gelen emekçiler, üretim sürecinde sermayedar kâr etsin diye karşı karşıya kaldığı sömürünün bir başka türüne bu sefer de sermaye rant sağlasın diye kentlerde karşılaşır. Haksızlığın mekanı olan kentlerin meydanları aynı zamanda farklı iş kollarından emekçilerin bir araya geldikleri ortak alanlardır. Bu nedenle emekçiler, 1 Mayıs, 8 Mart gibi günler ile ortak talepleri için kentlerin en geniş alanlarında bir araya gelerek mitingler yapar. Sadece emekçiler değil, ezilen halklar da Newroz’da olduğu gibi seslerini meydanlarda haykırırlar ya da Gezi direnişinde olduğu gibi kent meydanlarını eylem alanına dönüştürürler.
Toplum kesimlerinin seslerini ortaklaştırarak yürüttüğü hak mücadelesindeki tüm bu yöntemler son derece doğal ve meşrudur. Ancak muktedirler, kendilerine karşı sesin ezdikleri diğer kesimler tarafından duyulacak kadar yükselmesini istemez ve burjuva hukukuna sığınarak; mitingleri, grevleri, işgal eylemlerini engellemek için kanunlu kanunsuz birçok gerekçe uydururlar (Taksim ve Kızılay Meydanlarında olduğu gibi).
Burjuva hukukunda sözün karşılık bulacağı yer parlamentodur. Ancak Fransız İhtilali ile birlikte temellenen bu hukuk anlayışında girişimci ve mülkiyet sahibi olmayan emekçi yığınların seçme ve seçilme hakkı dahil olmak üzere kendilerini ifade edebilecekleri hiçbir mekanizma oluşturulmamıştır. Yoksul emekçi yığınların söz hakkına (sendikalaşma, siyasi parti kurma ve seçme-seçilme hakkı) sahip olabilmesi ancak 1848 devrimleriyle birlikte sokakta, meydanlarda işyerlerinde yükselen işçi sınıfı hareketlerinin sonucunda gerçekleşmiştir.
Tarihten de çıkartmış olduğu dersle burjuvazi emekçileri, ezilenleri sokaktan, grevden işgalden uzak tutmak için “sözün” parlamenter sistem ile toplu pazarlık düzeni içinde sağlanabileceği algısı yaratmaya çalışmış ve bunda önemli ölçüde başarılı da olmuştur. İşçi sınıfı hareketini zayıflamasıyla birlikte, muktedirler dışındaki toplum kesimlerinin kendilerini ifade edebilecekleri tek adres, parlamenter sistem ve seçim sandığı haline gelmiştir. Parlamenter rejim içinde egemenliğini sürdürmek için burjuvazi, geniş emekçi kitlelerini, ulus devlet inşa sürecinde ayrıştırdığı ırk, etnik kimlik ve inanç kesimlerinin demokratik katılımını engelleyecek mekanizmaları oluşturmuştur. Burjuvazinin tehdit olarak gördüğü siyasi partiler yasaklanmış, baskıya uğramış; bu partilerin seçim kazanmasını önlemek için seçim sisteminde türlü eşitsizlikler yapılmıştır. Tüm bunlara rağmen muktedir, seçimleri kaybetmişse seçim sonuçlarını değiştirmek için çeşitli hukuksuzluklara başvurulmuştur.
Burjuva hukukunun geçerli olduğu Türkiye’de de seçim sistemi, siyasi partiler kanunu ve 30 Mart seçim sonuçları sonrasında yaşanan şaibeleri de göz önünde bulundurduğunuzda sandıktan demokrasinin en ilkel halini bile beklemek zordur. Bunun üzerine basın özgürlüğü, akademik özgürlüklere yönelik sınırlamalar; cezaevlerinde on binlerce düşünce suçlusunun bulunması ve son olarak da 1 Mayıs’a ilişkin yasaklamalar ile Greif işçilerine yönelik polis baskını da düşünüldüğünde Türkiye’de demokrasinin durumu açıkça gözler önüne serilmektedir.
Yakınarak demokrasinin gelmeyeceği malumdur. Yapılması gereken, sözleri-sesleri birleştirmek için daha fazla çaba harcamak ve her alanda inatla mücadeleye devam etmek olmalıdır!
Evrensel / 11.04.14