'Savaşın tanıkları' ve medyanın günahları - Ceren Sözeri

Geçtiğimiz yıl fotoğrafçı ve yönetmen Sami Solmaz “Savaşın Tanıkları” adlı belgeselini tamamladı. İstanbul Film Festivali’nde de gösterilen bu belgeselin medyada kendine yer bulamaması artık kimse için şaşırtıcı değil.

  • Haber
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 04 Ocak 2014
  • 10:04

Ülkenin gündemi nefesimizi kesecek denli yoğun. Ne olup bittiğini anlamaya çalışırken bir taraftan kendi haberini sansürleyen, ideolojik pozisyonuna göre olayları eğip büken ana akım medyanın hali içler acısı. Neyse ki birkaç bağımsız yayın kuruluşu ve sosyal medya sayesinde bize neyin gösterilmediğini görme, tartışarak biraz fikir edinme şansımız oluyor. Türkiye’de yaşayan insanlar hiç olmadığı kadar medyayı eleştiriyor, özellikle Gezi sonrası gerek yurt içinden gerekse yurt dışından pek çok araştırmacı, gazeteci ana akım medyanın ekonomi politiği ile ilgileniyor. Bu süreçte sık sık dile getirdiğim gibi medya aslında hep böyleydi sadece bazılarımız bunu yeni fark ediyor.

Bundan iki yıl önce bu zamanlar Roboski’de devletin savaş uçakları 34 köylüyü bombalayarak katletti, ana akım medya bunu 17 saat boyunca, yetkililerden bir açıklama gelinceye dek görmedi. Beklenen açıklama geldikten sonra ise yeni yıl hazırlıklarıyla ilgili yayınlarına geri döndü. Üstelik bu ana akımın Kürtlerin yaşadığı insan hakları ihlallerine ilişkin ilk duyarsızlığı değildi. 90’lı yıllar boyunca faili meçhul cinayetleri, yakılan, boşaltılan köyler, göç etmeye zorlanan insanların hikâyesini ya hiç yazmamış ya da çarpıtarak yazmıştı. T24, 15 gün önce Şırnak Valisi’nin itiraflarını yayınlarken, haberin başına o günlerin Cumhuriyet gazetesinde olayların nasıl haberleştirilmediğini de göstermişti aslında ama itiraflar öyle can yakıcıydı ki bu konu çok fazla tartışılmadı. 

Oysa bağımsız, özgür bir medyaya ne kadar ihtiyaç duyduğumuzun herkesçe yüksek sesle dile getirildiği bu günler geçmişle yüzleşmek için de iyi bir fırsat.  Geçtiğimiz yıl fotoğrafçı ve yönetmen Sami Solmaz “Savaşın Tanıkları” adlı belgeselini tamamladı. İstanbul Film Festivali’nde de gösterilen bu belgeselin medyada kendine yer bulamaması artık kimse için şaşırtıcı değil. Artık herkesin erişimine açık olan bu belgeselde gördüklerimizden daha yüksek sesle dile getirmek adına biraz söz etmek istiyorum. Ayrıca 90’ların kâbus günlerini yeniden hatırlamak pahasına da olsa izlemenizi tavsiye ediyorum, çünkü aslında kâbus henüz bitmedi. 

Solmaz aralarında Mehmet Ali Birand, Celal Başlangıç, Ragıp Duran, Ece Temelkuran, Faruk Balıkçı, Mete Çubukçu, Mehmet Güç, Merdan Yanardağ, Şanar Yurdatapan, Ramazan İmral, Ahmet Sümbül gibi isimlerin bulunduğu 19 gazeteciyle 1984’ten bugüne Türkiye’nin doğusunda gazeteciliğin nasıl ve hangi şartlarda yapıldığını konuşmuş. Yürek kaldırmayan görüntülerin de yer aldığı belgeselde tanıkların hemen hepsi gördükleri, yaşadıkları bunlara benzer acıları asla haberleştiremediklerini, haberleştirseler bile bunların yayınlanma şansının olmadığını söylüyorlar. Mete Çubukçu’nun deyimiyle asker ya da polis işi pratiğinde sınırlarken zihinlerdeki sınırı medya çiziyor çünkü Birand’ın ifade ettiği gibi büyük medya hep devletten yana. 

Belgeselde Celal Başlangıç’ın dışkı yedirilen Yeşilyurt köylülerinin haberini yayınlatmak için gazetesiyle girdiği mücadele de var, Ragıp Duran’ın galiz bir küfürle kendisini arayan özel timin elinden bir yalanla kurtuluşu da. Anlaşılan ülkemizde BBC muhabirleri hiçbir zaman hiçbir otorite tarafından sevilmiyor… 

90’lardan günümüze bölgede canı pahasına haber yapan yerel muhabirlerin anlattıkları çok can yakıcı. Özgür Gündem gazetesinin başına gelenler daha önce Sedat Yılmaz’ın yazıp yönettiği Press filminde anlatılmıştı, burada yaşayanların ağzından da dinleyince film kafanızda yeniden canlanıyor. Ana akımı milli maçta taraftarlarına benzeten Faruk Balıkçı, 1992’de Nevruz’un ertesi günü İzzet Kezer’in elinde beyaz bayrakla öldürülüşünü anlattıktan sonra soruyor: “4000 koy boşaltılmış bölgede, kimse yakılan bir köyün fotoğrafını çekmedi mi, köyleri boşaltılanların, faili meçhule kurban gidenlerin hayat hikâyeleri yok mudur?” Var tabii ama o anlatılanların İstanbul’da yazı işlerinde sonradan nasıl değiştirildiğini Duran, bizzat Balıkçı’nın yaşadığı bir olay üzerinden anlatıyor. Haberi çarpıtılmış bir muhabirin bırakın işini yaparken, sokağa çıkarken bile neler yaşayabileceğini hayal etmemiz hiç zor değil. Faruk Balıkçı ve Namık Durukan görülmeyen, duyulmayan bunlara benzer pek çok olayın ayrıntılarını “Ölümün İki Yakasında” adlı kitaplarında da anlatmışlardı, okunmalı.

Sonra Mehmet Güç Abdullah Öcalan’ın yakalanış günlerini hatırlatıyor ve kulaklığında haber merkezinden gelen “bebek katili, terörist” gibi bazı sıfatları sık sık kullanması gerektiğine ilişkin rica/uyarıları… 

Bahsedilen habercilik anlayışı 90’larda son bulmuyor, Ece Temelkuran 2003 yılında polise taş atan çocuklara ilişkin haberleri yaparken “daha kötüsünü görmemiştim” diyor ama hemen sonra daha kötüsü genel yayın yönetmeninden geliyor “yazı dizisinin adını ‘terörist çocuklar’ koyalım mı?” 

Medyanın 1 lira kazanmak için topladığı metal parçaların patlamasıyla ya da kendi bahçesinde oynarken öldürülen veya terörist olduğu iddiasıyla 12 yaşında 13 kurşuna hedef olan çocuklar için bile ne kadar duyarlı olduğu ortadayken “terörist” olarak yaftalanmış yetişkinlerin de haklarının olduğunu hatırlamasını beklemek nafile belki. Nitekim 10 gün önce Yüksekova’da mezarlıkların tahrip edildiği iddialarının ardından gerçekleşen protestolar sırasında bölgenin en önemli haber kaynağı Yüksekovahaber’in bürosuna gaz bombası atıldı, ertesi gün de kapısına iki mermi bırakıldı ve bu durum gazeteci örgütleri de dâhil batıda yine hiç yankı bulmadı. 

Sonuç olarak eğer Türkiye’de özellikle ana akım medyayı eleştireceksek çıtayı Gezi’nin biraz daha gerisine çekmek gerekiyor. Belgeselin sonunda Temelkuran’ın Solmaz’a diyor ki  “Türkiye’nin batısında yaşayan insanların hiçbir zaman bunları dinleme şansı olmayacak, Türkiye medyasının da hiçbir zaman bunları anlatacak cesareti olmayacak, çünkü o kadar kötü şey oldu ki, o kadar çok şey yazılmadı ki, önce bunları yazmadıklarını itiraf etmek zorundalar ve sanıyorum bu hiç kimsenin altından kalkamayacağı bir günah”  Bunları araştırma, sorgulama, bu günahlarla yüzleşilmesini talep etme şansımız hala var ve tam da bugünlerde daha iyi bir medya isterken sınırlarımızı yine bazı ‘otoritelerin’ çizmesine izin vermemeliyiz. Ragıp Duran’ın Galatasaray Üniveristesi’ndeki derslerinde sık sık alıntıladığı Fransız Le Monde gazetesinin kurucusu Hubert Beuve-Méry’e referansla ‘layık olduğumuz medya bu değil!’   

Sami Solmaz’ın “Savaşın Tanıkları” adlı belgeseli https://vimeo.com/82877566 linkinden izlenebilir.

T24 / 04.01.14

İLİŞKİLİ HABERLER