Sahi Erdoğan kime çalışıyor? - Fehim Taştekin

Ortada bir başarı yok; vaziyet umut da vermiyor. Ortada çarçur edilmiş varlıklar, itibarsızlaştırılmış bir diplomasi, sağa sola koşturulan askeri birlikler, stratejik ortaklıkları ve coğrafi konumu akılsız kartlara dönüştürülmüş bir ülke var. Hadsizliğe verip soralım yine: Gerçekten kime çalışıyor Erdoğan?

  • Haber
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 20 Ağustos 2020
  • 09:10

“Türkiye’yi şahlandıran”, “dış mihrakların oyununu bozan”, “Akdeniz’de dengeleri değiştiren”, “Trablusgarp gazisi” ve “asrın lideri” sıfatlarına mazhar olan Tayyip Erdoğan için sorulacak soru mu bu? Kabahatten sorduk bir kere!

Yanıt, evvela şahsına. Başka kime? 20 yıl sonrasında geri dönüp bakıldığında Erdoğan’ın “Karşı koyuyoruz” dediği ne kadar aktör varsa hepsinin hesabına yazılmış ne miraslar bıraktığı da görülecektir. ‘Milli’, ‘iyi düşünülmüş’, ‘güzel planlanmış’, ‘akıllıca’, ‘stratejik’ gibi kelimelerle tanımlanmayı kaldıramayacak bir miras. Geçmişe sıklıkla başvurup hafızayı tazelemek elzemdir bu mirasın izlerini sürmek için.

Erdoğan’ın dışarıda ortak olduğu hikâyeler 18 yıllık bir süreçte ‘iktidar yolunu açma’, ‘iktidarı sağlamlaştırılma’, ‘iktidarı tekelleştirme’ ve ‘iktidara tutunma’ aşamalarına uygun reflekslerle gelişti. Başlangıç, Batılı aktörlerle uyumlu ortaklığı ve vaatkâr adımları gerektiriyordu. Ayağını sağlama aldıktan sonra orta düzlükte büyük emperyalin oyunu içinde ‘bastırılmış alt emperyal’ kendine alanlar açtı. Bu yol Türkiye’yi rotasız-pusulasız maceralara çıkardı. Ama attıkları adımlarla her seferinde lanetledikleri aktörleri ve belaları Türkiye’nin çeperlerine yaklaştırdılar. Son dönemeçte iktidar, Türkiye’yi çevreleyen sorunlar ve yeni hasımlar karşında daha fazla askerileşen politikalarla yanıt vermeyi deniyor.

Şimdi bizden bu yanıtlara odaklanıp ‘yeniden milli mücadele’ şamatasına eşlik etmemizi bekliyorlar. Bundan ‘yeni güç’, ‘caydırıcı ülke’, ‘yeni eksen’ profili çıkarmamızı istiyorlar. Bu şekilde sorunlar ve hasımlar yaratmadaki öz sorumluluklarını gizleyebilmeyi umuyorlar.

İktidarın ilk yıllarında, ABD’nin Afganistan işgalinin ‘imar’ ayağında yer almak, Oval Ofis’teki ilk fotoğrafın diyeti ve bağlılığın ifadesiydi. Türk’ün çıkarlarını Amerikalılarınkiyle aynı sayfada listelemekten gurur duyuyorlardı. Sonra Irak işgaline iştirak için verdikleri söze karşın tezkerenin Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde reddedilmesi üzerine yüzleri kızardı. Meclis her şeye rağmen ismiyle müsemmaydı. O vakit düştükleri durumu AKP’den bir yetkili bana anlatırken “Washington’da her toplantıda ağzımıza s.çtılar” ifadelerini kullanmıştı. Ben de ‘pek terbiyesizce’ bir yanıt vermiştim! Ama Amerikan güçlerine verilen lojistik destekle hizmetteki kusur giderilmişti. İşin siyasal mühendislik kısmında ABD’nin ‘direngen Şii’ İran’ın önüne ‘edilgen Şii’ Irak’ı bariyer olarak konuşlandırma stratejisi vardı. Bu strateji çökünce bu sefer Türkiye’ye ‘Sünnistan’ projesinde görev biçildi. İran’ı dengeleme işi zaten hep Türkiye’nin rolüydü. Şii iktidara karşı Sünni alternatif yaratma ameliyesi de IŞİD’in Haziran 2014’te Musul’u düşürüp hilafet ilan etmesiyle ellerinde patladı. O günden beri Irak, Türkiye için kayıp bir hikâyedir.

Türk-Amerikan koordinasyonu, Arap Baharı sırasında başta Libya ve Suriye olmak üzere bölgeye ateşten bir gömleğin giydirilmesinde de muhteşem bir uyum sergiledi. Albay Muammer Kaddafi “Kardeşim” diye seslendiği Erdoğan’dan kirli müdahaleyi bertaraf edecek arabuluculuk beklerken, İzmir bir anda Libya’ya müdahalenin ana karargâhı olmuştu. Elde olan yıkılmış, parçalanmış, vekâlet savaşlarına maruz bırakılmış bir Libya.

Libya müdahalesine paralel olarak Sahra altında gelişen silahlı İslamcı yayılma eski sömürgeci Fransa’nın Mali, Nijer, Çad, Moritanya ve Burkina Faso gibi ülkelere askeri olarak yeniden intikal etmesine yaradı.

Ayrıca bu süreç bir tarafta Katar, diğer tarafta Birleşik Arap Emirlikleri’nin boylarından büyük oyunlara kalkışmalarına neden oldu. ABD’nin düşük profilde kalma eğilimiyle önünü açtığı yerel aktör sadece Türkiye değildi yani. Ama oluşmakta olan Müslüman Kardeşler kuşağı bir zihinsel zehirlenmeye yol açtı. Alternatif olma iddiasındaki bu kuşak, Erdoğan’ın bölgesel heveslerinin tutunacağı siyasal kanca gibi parlıyordu.

Libya’dan sonra sıra Suriye’ye geldiğinde Türkiye’nin ibresi ürkütücü bir hesapsızlık içinde şaşırmıştı. CIA’nin Libya’da milislerden topladığı silahlar Ağustos 2012’de Al Entisar adlı gemiyle Mersin limanına gelmişti, adres Suriye idi. Yakılacak ve yıkılacak ülke Türkiye’nin en önemli komşularından biriydi. 28 Nisan 2012’de Letfallah II adlı gemi, güvertesindeki silahlarla Lübnan’ın Trablus limanına giderken Beyrut açıklarında yakayı ele verince Bingazi-Mersin hattı en güvenli güzergah oluvermişti. CIA’nin Suudi-Katar parasıyla “Özgür Suriye Ordusu” için Doğu Avrupa’dan topladığı silahlar da uçaklarla Esenboğa ve Atatürk havaalanlarına taşınıyordu.

Türkiye’nin açık sınır politikası milyonlarca sığınmacıyı bu tarafa, onbinlerce cihatçıyı o tarafa taşıdı. Suriye harap edildi. ABD ve İsrail’in hayal bile edemediği bir sonuçtu. ABD bu sayede Orta Doğu’da İran’dan sonraki en önemli düşmanının topraklarına ayak bastı. Bu kötülük mirasların en kasvetlisi.

Bu kirli müdahalede Türkiye’nin ‘terörist’ addettiği Kürt aktörler de kendilerine özel bir sayfa açtı; IŞİD, Nusra ve bilumum cihatçıyla savaşarak kendilerini uluslararası koalisyona kabul ettirdi. Bu durum “Kürt koridoru oluşuyor” diyen iktidarın askeri müdahalelerini tetikledi.

Bu üstün hizmet sadece ortaklara yaramadı, hasımlara da alanlar açtı. En çok şikayet ettikleri İran, Irak’tan sonra Suriye’de de oyuna girdi. Tahran-Şam arasındaki ortaklık Hamas ve İslami Cihat gibi Filistinli gruplar ile Hizbullah’a destekle sınırlıyken İran, Suriye’de şaşırtıcı boyutlarda yatay ve dikey nüfuz kazandı. Sonunda Rusya’yı da 2015 itibariyle bölgeye çekmeyi başardılar. Rusların sıcak denizlere inme düşü gerçeğe dönüştü. Bu da ‘stratejik derinlik’ sayesinde oldu. Şimdi Suriye’deki Rus üsleri, Libya ve diğer Afrika ülkelerine uzanmada rampa işlevi görüyor.

***

Bu bölgesel maceralarla Türkiye bolca düşman edinirken başka alanlarda da kaybetti. En önemlisi, Doğu Akdeniz’de kurulan enerji masasını kaçırdı. Bunu tersine çevirmek için Libya’da bir tarafla anlaşıp savaşa daha fazla müdahil olmak üzere geliştirdiği strateji de sonuç vermiyor.

İyi hesaplanmamış adımlar, Türkiye’yi çok katmanlı sorunlarla karşı karşıya bırakıyor. Dış politika daha fazla askerileştirildikçe tartışmalı bölgelerle doğrudan ilgisi olmayan ülkeler de kavgaya çekiliyor. Doğu Akdeniz’de Rumlar ve Yunanlılarla çözülmesi gereken deniz yetki alanları, münhasır ekonomik bölge ve enerji arama meselelerinde Fransa ve ABD gibi aktörler söz sahibi oluyor.

Bir sorunu başka bir sorunla ilintili hale getirmeyi, klasik tabirle kart çekmeyi çıkar yol sanıyorlar. Sokaktaki bıçkınlık, diplomasi kisvesinde vücut buluyor. Ama bu yolda yürümeyi mümkün kılacak ne stratejik akıl, ne kayda değer uluslararası ortaklıklar, ne hukuki zemin, ne de askeri-diplomatik kapasite mevcut. En basitinden şunu görmek gerekiyor: Doğu Akdeniz’de Mısır, İsrail, Yunanistan ve Güney Kıbrıs arasındaki ortaklığı mümkün kılan kışkırtıcı faktör Türkiye’nin bu ülkelerin her biriyle yaşadığı kavgalı süreçlerdir. Buna İsrail’le anlaşmazlığına karşın Güney Kıbrıs ile deniz yetki alanlarını belirlemeye çalışan Lübnan’ı da katabiliriz. Normalde Türkiye’yi hesaba katma gereği duyan taraflar bile artık açık cepheleşme içinde. Bunda rasyonalite aramak da boşuna. Araştırma gemileri için daha fazla NAVTEX yayımlayıp heyecanı yüksek tutmanın netice getirmediği de ortada.

Oluşan keskin kamplaşma kaçınılmaz olarak askeri boyutlar kazanıyor. Mesela Fransa’nın Güney Kıbrıs’a fırkateyn ve savaş uçakları göndermesi neyin başarısı? İngilizlerden sonra Fransızlar da adada denkleme girmiş oluyor. Ya da ABD’nin Yunanistan’la askeri ortaklığı hayli ilerletmesinin mesajı kime? “Doğu Akdeniz’de dengeleri değiştirdik” diyen ‘asrın lideri’ karşısında yeni bir denge buluyor. Yani bölgedeki ‘harici aktör’ sayısı Türkiye’nin işini zorlaştıracak şekilde artıyor. Caydırıcı olacağı hesabıyla suları köpürten Türkiye aynı zamanda karşı tarafı yeni koalisyon ya da ortaklıklarla caydırıcılık kapasitesini artırmaya itiyor. Gerekli gereksiz kart çeken, misliyle kart görüyor. Doğu Akdeniz’in bu denli askerileşmesi hayra alamet değil.

***

Türkiye’yi saran sorunlar yumağı ve alarm verdirten denklemler bir gecede değil yıllara dayalı hatalar ve ihmaller silsilesiyle oluştu. Şişik egolar, gerçeklikten kopuk hamaset, cehaletle malul danışmanlar, kifayetsiz özel temsilciler, hikmetinden sual olunamayan paralel diplomasi araçları, MİT üzerinden yürütülen operasyonlar, sahada yanlış ve tehlikeli ortaklıklar, vekâlet savaşlarıyla sonuç alacağını sanan özürlü hesaplar Türkiye’yi gerektiğinde çekilmesine imkan vermeyecek kadar farklı coğrafyalara geriyor.

Ortada bir başarı yok; vaziyet umut da vermiyor. Ortada çarçur edilmiş varlıklar, itibarsızlaştırılmış bir diplomasi, sağa sola koşturulan askeri birlikler, stratejik ortaklıkları ve coğrafi konumu akılsız kartlara dönüştürülmüş bir ülke var. Hadsizliğe verip soralım yine: Gerçekten kime çalışıyor Erdoğan?

Gün gelecek “Mecburduk” diyecekler. Mecburiyet de kifayetsizlik ve beceriksizliğin nişanesidir. Bu hesapsızlıkla bir gün gerçekten her şey bir beka meselesine dönüşürse bu meşum mirasın mimarı isimsiz değildir.

Gazete Duvar / 20.08.20