Kapitalizm, ülkede ve dünyada etkisini her geçen gün artıran iklim krizinin faturasını tüm insanlığa çıkarıyor. Emekçilerle sermayedarların doğaya verdiği zarar arasında fark görülmezken krizden çıkış için sürdürülebilir kalkınma, döngüsel ekonomi ve küçülme kavramları 'çözüm' olarak sunuluyor. Ancak doğaya vahşice saldıran sermaye düzeninin bütün dinamiklerini, düzeneklerini korurken ekolojik sorunları çözmenin olanaksız olduğu artık kaçınılmaz bir gerçek.
Ekolojik sorunları ve politikaları emek penceresinden değerlendiren Prof. Dr. Aykut Çoban ile son kitabı Çevre Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram’ı konuştuk.
Prof. Dr. Çoban, “Kişi başına enerji kullanımı, eşitlikçi komünal topluluklara göre feodal toplumda 3 buçuk kat, kapitalist toplumdaysa 20 kat daha fazladır. İnsanların tümünü fail ilan etmek, ekolojik sorunun kaynağını saptamıyor, tersine gizliyor” diyor.
► Emek alanından çevre politikalarına, ekolojik sorunlara bakış açısı sağlayan, aralarındaki bağlantıyı kuran, bu sorunların çözümünü emek çerçevesinden ele alan pek çok çalışmanız var. Son kitabınız olan Çevre Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram yine bu perspektiften mi konuya yaklaşıyor?
Ekolojik konularla kapitalist yapılar ve sınıflar arasındaki ilişkiler uzun zamandır kurulmuş durumda. Ama bu ilişkilerden yola çıkılsa bile, genellikle politika tartışması herkes, insan, antroposen, dünyamız gibi toplumsal sınıfları, emeğin durumunu gizleyen sözcüklerle geçiştiriliyor. Ben ise kitapta incelediğim ekolojik sorunların ve politikaların emek penceresinden görünümünü özellikle öne çıkartmak istedim. Ele aldığım pek çok başlık altında emekçi sınıf bağlantısını kurmaya çalıştım. Emekçilerle sermayedarların doğadaki etkileri arasında dağlar kadar fark var. Ayrıca ekolojik sorunlar, sermaye sınıflarını etkilemiyor, emekçi kesimleri etkiliyor. Durum böyleyken ekolojik sorunlardan dert yanıp sonra emekçi çoğunluk yokmuş gibi ya da ekolojik sorunlar ırk, etnik, toplumsal cinsiyet, sınıf ayrımlarına göre emekçi halkın sırtına yüklenmiyormuş gibi, ekolojik yıkımı sermayeyle devlet yaratmıyormuş gibi, dünyadaki herkes için genel geçer çözüm politikaları ileri sürmek, hem hatalıdır hem dar görüşlülüktür, hem de adaletsizliktir. O nedenle, çeşitli politika yaklaşımlarının çözüm önerilerini de emek perspektifinden eleştirerek tartıştım.
► Kitabınızda ekolojik kriz yerine ekolojik örselenme kavramını geliştirip kullandığınız görülüyor. Bu kavramın tam olarak karşılığı nedir?
Türkçe sözlüklerde örselemek sözcüğünün hırpalamak, zedelemek, canlılığını gidermek anlamlarına yer verilmiş. İngilizcede karşılığı olan “degrade” bozmak, yıkmak, değerini düşürmek, aşağı görmek, yıpratmak, saygısızlık etmek demek. Kriz sözcüğü, hayvanlara kötü muameleyi, doğaya saygısızca davranmayı, toprağın yapısının bozulmasını, insan olmayan varlıkların hırpalanmasını içermiyor. Kriz, daha çok battık-yok olduk çağrışımı yapıyor. Kriz, paniklemiş bir halde sorunu hafifletecek, döviz krizine karşı faiz artışı gibi mucize ilaç peşinde olma hali. Yine de kriz sözcüğüne bir itirazım yok, ama biraz mesafeli duruyorum. Genellikle kriz sözcüğünün kullanımında iktidar sahiplerinin siyasal adımlarından medet umuluyor. Kriz çözümlemelerinde sorunun derinde yatan, karmaşık nedenlerini devre dışı bırakan iki satırlık reçete arayışına gidiliyor. Kitapta ise ekolojik sorunlar, iktisadi, siyasal, kültürel, ideolojik ve etik yapıların oluşturduğu bir bağlamda tartışılıyor, örselenme sözcüğü bu bağlamı kuşatan geniş bir anlam içeriğine sahip.
Emisyonun nedeni zenginler
► Sizce günümüzde yaşanan ekolojik krizin temelinde insan-doğa çelişkisi veya insanın doğaya tahakkümü mü yatıyor? İnsanlığın ekolojik tarihsel serüveni nasıl?
Tarihteki üretim tarzları insan soyutlamasının ne denli yetersiz kaldığını gösterir. Örneğin, kişi başına enerji kullanımı, eşitlikçi komünal topluluklara göre feodal toplumda 3,5 kat, kapitalist toplumdaysa 20 kat daha fazladır. Oxfam geçen Eylül ayında bir rapor yayımladı. Dünya nüfusunun en zenginlerden oluşan yüzde 10’luk kümesi, 1990-2015 yılları arasındaki birikimli emisyonların yarısından çoğuna neden oldular. Nüfusun yarısını oluşturan üç milyardan çok yoksul ise o emisyonların yalnızca yüzde 7’sinden sorumlu. İklim değişikliğine kim neden olmuş, yeterince açık değil mi? İnsanların tümünü fail ilan etmek, ekolojik sorunun kaynağını saptamıyor, tersine gizliyor. Sınıflı toplumlarda sınıfsız, sömürüsüz, kaynaşmış bir insanlık soyutlamasının gerçekte karşılığı yok. Ekolojik örselenme toplumsal yapılarla birlikte ele alındığında, insanların doğayla ilişkilerinin tarihsel ve sınıfsal olarak farklılaşma biçimleri ortaya dökülür. Böylece toplum içinde farklı sınıf ve kesimlerin eşitsiz ekolojik etkileri anlaşılır. Benzer biçimde, ülkeler arasındaki tarihsel olarak ekolojik sorumluluk farklarına da ulaşılır.
İnsanla doğa arasında bir çelişki olduğu kabul edilirse giderilmesi, insanın yok edilmesiyle mümkündür. Bu ise siyasal mücadeleye alan bırakmaz. Ayrıca, emek açısından bakarsak insanın doğadan kovulması, emekçinin emek etkinliğini olanaksız kılar, bu da emek düşmanlığına çıkar. Çünkü emek etkinliği, doğada ve doğanın sunduklarıyla gerçekleştirilir. İnsanın doğayla ilişkisinin üretim tarzlarına göre tarihsel bir incelemesi bu bakımdan da önemli. Her emek etkinliği doğayla bir çelişki doğurmaz. Ama kapitalizmdeki ücretli, sömürüye, yabancılaşmaya, doğayı metalaştırmaya dayalı kapitalist emek etkinliği doğayla çelişir.
Kriz yoksulları vuruyor
► Ekolojik krize karşı çözüm önerisi olarak sunulan sürdürülebilir kalkınma, döngüsel ekonomi, küçülme gibi tartışmalar sizce de bu krize çözüm üretebilir mi?
Bu yaklaşımlar kitapta geniş biçimde inceleniyor. Her birinden öğrenecek şeyler olabilir, ama çözüm için devrimci dönüşümlerin gerekli olduğunu düşünüyorum. Sürdürülebilir kalkınma ve döngüsel ekonominin uzun yıllardır uygulamadaki başarısızlıkları, içsel çelişkilerinin aşılamayacağının kanıtlarını sunuyor. Hem sermaye düzeninin bütün dinamiklerini, düzeneklerini korurken hem de ekolojik sorunları çözmenin olanaksız olduğunu kanıtlamış durumdalar.
Küçülme yaklaşımı ise ekolojik sorunların nedenini büyümeye bağlar, çözüm de büyümemedir. Ve pek çok savunucusu, kapitalizm içinde küçülmenin başarılabileceğini ileri sürer. Bence küçülmeci kapitalizm, içsel bir karşıtlık barındırır. Bir yandan özel mülkiyet ilişkilerini sürdürürken öbür yandan sermaye güçlerinin varlığına karşın pek çok sektörün küçülebileceğine inanıyorlar. Sermayenin gücünü işçi sınıfının, köylülerin, ekoloji mücadelelerinin, halk hareketlerinin dengelemesi düşünülebilir. Ama küçülme yaklaşımı, bu kesimlerin toplumsal ortaklık bakımından emek sömürüsü paydasında toplanıp, kapitalizme karşı bir siyasal program etrafında örgütlenmesi çağrısı da yapmıyor. Bunun yerine önerilen, küçülme mantığının benimsenmesidir. Küçülme zihniyeti yayıldıkça kapitalist kurumların da küçülme yönünde harekete geçeceğine ilişkin bir beklentileri var. Bence, ekolojik krizden gerçekten etkilenen işçi sınıfını, köylüleri, işsizleri, Kürtleri, kadınları, yoksul kesimleri merkezine almayan ve mülkiyet ilişkilerini ortadan kaldırıp, eşitlikçi ve demokratik bir düzen kurmayı amaçlamayan siyasal yaklaşımların çözüm üretme kapasiteleri bulunmuyor.
► Pandemi süreciyle beraber yeniden tartışılan tüketim kültürü ile ekolojik kriz arasında sizce nasıl bir ilişki var? Tüketici davranışlarının değişmesi bir alternatif olarak sunulabilir mi?
Tüketimle üretim arasında karşılıklı bir etkileşim var. Meta üretimi, metaların tüketilmesiyle gerçekleşmiş olur. Tüketim süreci de pek çok ekolojik sorun yaratır, bu da örselenmeyi derinleştirir. Tüketim siyaseti, çevreci tüketici davranışları sayesinde ekolojik krizin çözülebileceği savına dayanır. Benzer biçimde, kitapta incelediğim etik yaklaşımlar da bireysel tutum değişikliğinin gücünü abartırlar. Tüketim düzeyini azaltan bireysel müdahalelerin etkisi olabilir tabi, ama her zaman sınırlı kalır. Kaldı ki alışverişte çevreci ürün tercih etmenin, örneğin HES karşıtı mücadelelere bir yardımı dokunmaz. Ayrıca, ekolojik siyaseti tüketicide bireyselleştirme çabası, kolektif mücadeleden uzaklaşma biçiminde bir olumsuzluk doğurur. Dahası, tüketim siyaseti alım gücünü siyasallaştırır. Bu nedenle, tüketimde tercih şansı bulunmayan alım gücü düşük olanlara ve tüketim düzeylerini daha fazla zaten azaltamayacak olan yoksul emekçi kesimlere bir çağrısı ve vaadi yoktur.
Sermayenin gözetiminde krizden kurtulamayız
► Covid-19 sonrası yeni normal, gündemde olan iklim krizinden çıkış için bir şans olarak görülüyor. Siz bu durumu nasıl görüyorsunuz?
Yeni normal nedir? Ülkeler arası emperyalist ilişkiler, sermayenin emek sömürüsü ve doğa yağması, devletin ona destek olması, devlet aygıtlarının ekolojik mücadeleleri ve muhalif hareketleri bastırması, meta üretimi, enerji talebinin azaltılması yerine hep artmakta olan talebi kamu bütçesiyle desteklenen yenilenebilir enerji şirketleri eliyle karşılama, iklim önlemleri adı altında piyasa mekanizmalarına, karbon ticaretine, karbon tutma ve depolama teknolojilerine bel bağlama… bunlardan kurtulmadıkça eski-yeni normal sürüyor demektir; bunlardan kurtulmadıkça iklim krizine çözüm bulunamaz.
Gökay Başcan - BirGün / 22.02.21